Öykü

Dört Taraflı Duvar

Yalnızca düşlerimde gördüğüm uçsuz bucaksız bir yer burası, sarı kumlarla dolu… Ortasına çekilmiş görünmez bir set dışında sınırları yok… Ne var ki ondan başka bir şey düşünemiyorum. Adımlarım beni hep oraya götürüyor. Dokunup da hissedemediğim; tatsız, kokusuz bir duvar… Ötesine geçmenin mümkün olmadığı sınır…

Hiç yaşamadığı halde yaşamaktan bıkmış bir çocuk adımlıyor yolları; konuşmuyor, yalnızca izliyor… Sessiz bir müziği işitiyor belki de… Ayın kızıllığı altında bu amansız avın biteceği günü bekliyor… Bilmiyor ki hayat denilen şeyin kendisi bu aslında ve av sona erdiğinde diğer şeyler de yitip gidecek… Böyle uygun görülmüş bu acayip durum…

Dilsiz çocuktan başkaları da var elbette, bedeni gözlerden ibaret bir garabet mesela; farklı yerlerden kopup gelen yüzlerce göz birlikte yaşamaya karar vermiş… Kolsuz bir kral sonra, etrafındakilere emirler yağdıran; kimse dinlemiyor onu ama sonsuzluğun kendisinden başka… Bitmeyen gecede uluyup duran bir kurt da… Kimsenin görmediği, bir kulak çınlaması gibi… En ıssız anlarda çok uzaklardan duyulup içinize işliyor… Sıcak bir ateş gibi, yok olduğu vakit donup kalıyor insan…

Herkes yarım sanki burada, bitmemiş ne kendileri ne düşleri…

Hayatların süründüğü bir yer; var olmakla yokluk arasında ince bir çizgi… Burada olmak güzel yine de… Kendine has bir havası var ve kimi zaman beliren mor bulutlar…

“Görüyor musun?”

Etrafıma bakıyorum, uyuya mı kaldım bu rüyada? Uyanmayı beklerken üstelik, herkes gibi…

“Herkes gibi değil, sen başkasın. Kimsede olmayan bir şey var sende.”

Ah, işte yalanları iç sesimin… Herkese kendi iç sesinin söylediklerinin bir tekrarı…

“İç sesin değilim ben, baksana önüne. İç sesin sana görünebilir mi bu şekilde?”

Hayallerin neler yapabileceğini bilsen şaşarsın… Bu yüzden, boşuna seni dinlemeyeceğim, eskiden yeterince yaptım bunu; dinleyecek bir şey kalmadı…

Böylece sessizliğe gömülüyor dünyam, duymak istemediği için sağır kalan bir kimseyim sanki…

Bir vakit geçiyor, uzunca bir vakit belki; gözlerimi açmak istiyorum ama yapamıyorum. Çok uzun süre kapalı kaldıkları için mi? Hareketsiz kalıyorum öylece, içimde tekrar filizlenen bir sesle…

“Vazgeçtiğini sanıyordum, yoksa denemek mi istiyorsun? Tekrardan duymak, görmek ve bilmek?”

İç sesime söyleyeceğim sözcükler bile silinmiş yüreğimden, sessizliğe sarmalanmış bedenim… Zorlayınca kollarımı hareket ettiriyorum, taştan yahut topraktan şeyler… Gıcırdayarak, kenarları ufalanarak bir parça oynuyorlar, çok fazla değil…

“Bak sen, böylesini görmemiştim işte. Bütün engellere rağmen devam edeceksin, öyle mi? Tabii sadece hareket edeceksin, buna yaşamak denmez; böyle kör sağır dolanıp duracaksın… Kötü bir hayat… Yerinde olsam bırakırdım… Ama sende başka bir yan var, değil mi? Biliyordum işte, beni haklı çıkaracaksın. Bekleyip göreceğim… Bazılarının aksine görmemde sıkıntı yok.”

Böyle iğneleyici olmak zorunda mı?

Bu yeni, taştan haline alışıyorum bedenimin. Kil çömlekleri birbirine sürter gibi bir hissizlik var parmaklarımda… Nereye gittiğini bilmediğim bir yöne doğru ilerliyorum ilk engele rastlayana dek, sonra başka yöne dönüyorum… Adımlarım artıyor hiçbir yere yaklaşmadan, kumlarda kısa sürede silinecek izler bırakıyorum…

“Biraz daha hızlı ol, çok yavaşsın…”

Aldırmıyorum ne onun söylediklerine ne de yürürken yanlışlıkla çarptığım diğerlerine… Onlar da mı kör yoksa? Neden beni gördükleri vakit çekilmiyorlar yana? Herkes çok inatçı belki, hiçbir güç onları yollarından alıkoyamıyor… Dışarıdan bakan beni de öyle mi görüyor yoksa? Kararlı adımlarla hedefine ulaşmaya çalışan bir kimse gibi, amacım olmamasına rağmen…

“Bir parça yardımcı olayım, seni göremiyorlar. Çarptıkları zaman da oldukça şaşırıp küfrediyorlar. Apaçık ortada olamana rağmen neden göremiyorlar emin değilim…”

Ortada mıyım? Olmak istediğim yer o halde burası… Dört yanı duvarla çevrili bu kutunun en ferah hissedildiği nokta… Buradan istediğim yöne gidebilirim; düşüncesi bile neşeyle kaplıyor içimi… Öylesine bir özgürlük…

“Dikkat et kanatların çıkmasın.”

Bazı şeyleri yapmamak da bir özgürlük elbette, iç sesini duymamak mesela… Uzakta akan suyun şırıltısı da geliyor ama o sesin yanında… Uçsuz bucaksız olmasına rağmen dört tarafı kafeslerle çevrili çölde bir nehir… Hem nasıl işitiyorum ki, duymamam gerektiğine karar vermemiş miydim?

“Demek ki isteyince duyabiliyorsun, şu an beni duyabildiğin gibi…”

Hayır, duymuyorum, çünkü istemiyorum. Zamanında çok kötü şeyler işittim belki, ondan istemiyor olabilirim. Unutmuş olmam güzel, bu sayede devam edebiliyorum, aksi takdirde adımlarımı atmam mümkün olmazdı…

“Eskiden gördüklerinin kötü bir karışımı haline gelmişsin, yazık sana… İstemediğin kişiler olup çıkmışsın, kaçındığın yerlere varmış kaçarken saptığın yollar…”

Haklısın, ama bende de yok mu haklılık payı? Her şey üstüme gelmiyor mu?

“Nereden baktığına göre değişir… Buradan bakınca herkes kendi yolunda ilerliyor, sen yanından geçenleri üstüne geliyor zannediyorsun. Ah keşke bunu aşabilsen…”

Neler olacak aşabilsem?

“İşte o noktayı ben de bilmiyorum henüz. Önceliğim potansiyelini ortaya çıkarmak. Görmüyor musun ne denli hızlı iyileştiğini?”

Aslında görüyorum… Ne zamandır emin değilim ama… Sen kimsin?

“Benim kim olduğum önemli değil.”

Bence önemli… Ama ses kesiliyor ansızın, bir başka rüyadan uyanır gibi; sarı kumlar, ilk defa gören gözlerime kaçmasınlar diye elimi siper ediyorum yüzüme… Burası o eski yer, ama değişmiş… Hüzünle yürüyenlerin kemikleri kalmış yalnızca, zaman üstlerini örtmüş ve sonsuza akışını sürdürmüş… Gerçi o da kenarda son buluyor, uçurumdan aşağı akıp tanelerine ayrılıyor. Benden sonra da var olacak bir yer… Ben olsam da olmasam da fark etmeyecek bir yer… Başkaları gibi olmamak bu mu? Önemsizliğinin bilincinde olmak mı sadece? Sonsuza dek burada kalıp da geçenleri mi yoksa?

Biraz huzur istiyorum lakin amacım bu değil… Huzur bulmak için yaşamıyorum; aksine, sanki huzursuzluğu kovalıyorum. Bir savaş bu, iyiyle kötü arasında değil ama, sadece taraflar arasında… İki taraf da kötü belki… Bilmiyorum…

Suyu takip ediyorum… Amansızca birbirini katleden avcılar var… Beni görüyorlar ama saldırmak konusunda kararsızlar. Bu kararsızlıktan faydalanıp onlardan kaçıyorum…

Yıkık dökük bir bina… İnsanlıklarından kalan son kırıntıları korumak için saklananlar var… Eskiden oldukları kişi değiller asla, yeni biri de olamamışlar ama… İki arada kalmışlar, belirsiz bir Araf’ta…

Bir kapı var bodruma açılan, sonsuz merdivenler eşlik ediyor aşağı giden bitmez yolculuğa. Bir miktar takip edip sıkılıyorum, basamakları… Yukarı da çıkamam ki artık, kaldım burada…

“İşte böyle son buluyor maceran, hepsine tekrar başlayacağın bir nokta gelene kadar… Çembere benzer zaman, dönüp duran bir teker… Bir gün duracak mı bilinmez, ama döndüğü sürece buradayız, tam bu noktada… Zamanın doğduğu yerde…”

Demek o yüzden burayı terk edemiyorum, zaman buradan yayılıyor düşlere, ben bir adım atana kadar o bir dakika genişlemiş oluyor; bir bakıma bu merdivenler iki yönde de sürekli uzuyor, çoğalıyor…

Uyanıyorum bir kez daha, bu gerçek hayat mı? Önceki sahte miydi? Uyuyunca tekrar gerçek mi olacak? Zincirlerim birbirine sürtüyor, haykıracak nefesim kalmamış… Neden buradayım bilmiyorum, sadece buradayım işte, bilinmez bir sebepten… Kimim bilmiyorum, sadece bir kimseyim işte; önemsiz… Ama önemli olan ne var ki, bazı düşlerden başka? Hayaller, rüyalar, sınırları farklı başka başka zamanlar… Yapamayacağım binlerce şeyin listesi asılı küçük pencerenin ışığının yansıdığı harap duvarda… Elinden ne gelir insanın, kolları bağlıyken üstelik?

Kim bilir kaçıncı kez kapanıyor gözlerim…

Bir başka yerdeyim yine, her seferinde…

“Nasılsın?”

Yorgunum.

“Neden? Bir sorun mu var?”

Yok sanırım, bilmiyorum… Geçen sefer tanıdıklarımın hiçbiri yok burada, bir sonraki sefer de olmayacaklar…

“Bundan emin misin?”

Değilim, ancak öyle garip bir his işte… Karanlık bir sokakta yürümek gibi, oysa güneş olsa hiçbir sorun olmayacak…

“Nerde peki o güneş?”

Kendi güneşini yapıyor herkes… Ben unutmuşum… Hâlâ yapabilir miyim ki? Ama bazı kurallar olsa gerek buna engel olan, çoğu şey yasaktır zaten…

“Bunlar varsayım mı? Ne yasakmış ki burada?”

Anlatamıyorum galiba, bu bir hapis cezası ve öylesine bir sınırlama ki nelere erişimim olmadığını dahi fark edemiyorum. Şu an uçamıyorum mesela, peki normalde uçabiliyor muydum? Uçmak değil muhtemelen, fakat böyle bir şeyin eksikliği var işte; eskiden olan ama şimdi olmayan ve ben bunun ne olduğunu bile bilmiyorum. Sanki asırlarca var olmuş bir şey bir anda hiç var olmamaya başlamış ve adı dahi unutulmuş… Bir parça izi kalmış sadece hüzünlü biçimde… Oldukça açıklayıcı bir kelime sanırım hüzün… Gülümserken bile fark edilen bir tutam baharat… Sonra bir bakıyorum, bu sınırları kendim çizmişim; bir anlık oluyor bu uyanıklık hali, ardından yine unutuyorum. Unuttuğum için belki hep devam ediyorum, hatırladığım için sanıyorum ki bu anlar acı verici oluyor…

“Temiz bir hava almaya ihtiyacın var gibi duruyor, bu koşuşturmacaya bir ara vermelisin… Rahatına bak, sınırların keyfini çıkar!”

Oysa koştuğum yok ki, sadece yürüyorum… Ancak başımın ağırlığı bu ufak hareketi bile dayanılmaz kılıyor… Belki bırakmalıyım düşünmeyi… Ama nasıl?

“Başka şey düşünerek olmasın sakın?”

Mesela başka bir hayatı…

Sinan Sonlu

Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum, şu an yine aynı üniversitede bilgisayar mühendisliği üzerine doktora yapmaktayım. Kitaplar hayatımda daima önemli bir yere sahip olmuştur. Okunacak yazılar yazabilmek, dinlenecek sözler söyleyebilmenin yanında, en büyük hayallerimdendir.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *