Yüzüne çarpan bahar havası mutlu etti Kemal’i. Takvimlerde kış geride kalmıştı ama doğa için bunu söylemek tam anlamıyla mümkün değildi. Dağın zirvesi hala karla kaplıydı ve daha beyaz takkesini çıkarmaya pek niyeti varmış gibi gözükmüyordu. Yaylada da karın tam anlamıyla kalktığı söylenemezdi. İnsanı ferahlatan bahar yelinin içinde kara ait olan bir soğukluk hissediliyordu. Yine de bahar havası güzeldi. Yayla ve doğanın da güzel olması gibi.
Yayla güzeldi çünkü burada insanlar yoktu. Kemal ve otlatmaktan sorumlu olduğu köyün hayvanları vardı. Bir de iki çoban köpeği Ayaz ve Pehlivan. Bütün yayla, ağaçlar, otlar, pınarlar onların emrine amadeydi. Diledikleri gibi dolanırlar, diledikleri yerde durup dinlenirlerdi. Karanlık çökmeden köye dönmezdi Kemal. Kimin yanına dönecekti ki? Babası Ruslarla savaşmaya gitmiş ve bir daha geri dönmemişti. Anası da ince hastalığa tutulmuş çok geçmeden de ölmüştü. Kız kardeşini şehirde çocuğu olmayan bir aileye evlatlık göndermişlerdi. Köyün muhtarı Cengiz Ağa çocukları ayrılmak için zor ikna etmişti. “Kemal dinle bak! Sen erkeksin bakarsın kendine. Yarın öbür gün er olursun savaşa gidersin. O zaman bu yavru ne edecek? Bak bu insanlar hem varlıklı hem evlada hasret. Gül gibi bakarlar bacına. Hadi inat etmeyin. Bu fırsatı kaçırmayalım,” demişti. Kemal hak vermişti ona. Bir sabah kız kardeşi uyurken alıp gitmelerine göz yummuştu. Vedalaşamamışlardı. Ama kız kardeşinin mutlu olacağını bilmek yetmişti Kemal’e. Köyün kendinden önceki çobanı da askere alındığında çobanlığı ona verdiler. O da hiç itiraz etmedi. İnsanların acıyan bakışlarından kurtulacağı için sevindi bile.
Zaten çok bir hayvan yoktu. Yıllarca süren savaşlar, Rus işgalleri köylünün elindeki avucundakileri tüketmişti. Ama çok geçmeden yine gelmişlerdi ve köylüyü sömürmeye başlamışlardı. Ahali bir daha toprağımızdan çıkmaları zor diyordu. Ordumuzun dağıldığını ve artık padişahın buraları gözden çıkardığını söylüyorlardı. Herkesin umudu tükenmişti. Yalnızca bir gün daha hayatta kalmaya bakıyorlardı.
Yaktığı ateşin dumanına hayallerini katıp uçup gitmelerini izleyen Kemal’i daldığı bu düş uykusundan Ayaz ve Pehlivan’ın havlamaları uyandırdı. Dikkat kesilince bir koyunun da acı acı melediğini işitti. Kurt olsa sürünün hepsi telaşlanır, köpekler de çoktan saldırırdı diye düşündü ama koşarak seslerin geldiği yöne doğru gitmeyi ihmal etmedi. Vardığında gördüğü manzara onu da telaşlandırdı. Bir kuzu yamaçtan aşağıya kaymış geri çıkamıyordu. Durduğu yer yamacın içine doğru açılmış küçük bir toprak çıkıntısıydı. O toprakta kaysa hayvanın yamaçtan yuvarlanıp taze canından olması işten bile değildi. Kuzunun anasına baktı Kemal. Ekşi Süleyman’ın koyunlarındandı. Ekşi Süleyman kuzusunu telef ettiğini öğrenirse eşek sudan gelinceye kadar döverdi onu. Köye dönüp yardım istese geç kalırdı. İki saate karanlık bastıracaktı. Bu hayvanlar geceleyin kurtların yemi olurlardı burada.
Karar verdi Kemal. Kuzunun yanına inecek ve onu oradan kurtaracaktı. İlk önce gitti ve yamacın kenarına oturdu. Kuzunun anasını yanına çekti. Kuzuyu ürkütmek istemiyordu. Bir yandan yavaş yavaş kayarak hayvanın yanına iniyor, bir yandan da onu sakinleştirici sesler çıkarıyordu. Kuzunun yanına vardığında hayvanı kucakladı. Kucağında taşıyarak geri çıkamazdı. Yamaç dikti. Hayvanı koluyla uzatamayacak kadar da alçaktaydı. Biraz zıplayıp hayvanı anasının yanına fırlatması gerekiyordu. Ayaklarını yere dikkatle bastı ve bütün gücüyle zıpladı. Ama zıplarken ayağı kaydı. Kuzu elinden fırlayıp anasının yanına ulaşmıştı ama Kemal ayak bileğinin üstüne düşmüştü. Toprağa yapışıp kayacak mı diye bekledi. Hareket olmadığını görünce kendini koyuverdi ve acıyla inledi. Yavrusuna kavuşan koyun sürüye katılmıştı ama köpekler hala başında havlıyorlardı. Sağ ayağının üstüne düşmüştü. Eliyle ayağını yokladı. Dokunur dokunmaz keskin bir sızı vücuduna yayıldı. Ama hissettiği kadarıyla bir kırık yoktu. Yine de ayağa kalkması zor görünüyordu.
Telaşı geçip vücudu soğuduğunda acısını daha kavurucu bir şekilde hissetmeye başladı. Daha fazla dayanamayıp bayılacağını düşündü. Kendini sıksa da gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Kirli yüzünden kendilerine bir yol bulmuş gözyaşları tane tane toprağa dökülüyordu. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Hayvanları göndermesi gerekiyordu. Bulutlar da dağın zirvesini doldurmaya başlamıştı. Gece ay ışığı da olmazsa hayvanlar yollarına bulamazlardı. Havlayan köpekleri susturdu. “Koyunlarla doğru ahıra yollanın! Haydi!” diye bağırdı her ikisine de. Hayvanlar aldıkları emri anlamışlardı ve itaat etmekten başka alışkanlıkları olmadığından hemen harekete geçtiler. Kemal koyunların toplanması için naralar atmaya başladı. Bu eve döneceklerinin haberiydi. Daha önce onlarca kez tekrarlanan bu olayı öğrenen hayvanlar anında toplanıp yola koyulmuşlardı. Köpekler yolun kalanında onları güderdi.
Köylüler hayvanların çobansız döndüğünü gördüklerinde başına bir hal geldiğini anlarlardı. “İnşallah, köye varmadan yolda birileri görür de hemen gelirler beni aramaya,” diye düşündü Kemal. Gözleri dağın zirvesindeki bulutlara dikilmişti. Olur da yağmur bastırırsa bu toprak parçası kayar giderdi. O zaman Kemal burada ne tutunabilir ne de yamaç boyunca yuvarlanırsa hayatta kalabilirdi. Bildiği tüm duaları okuyup yalvarmaya başladı.
Ama bulutlar işlerini yapmaya kararlıydılar. Yüklerini boşaltmadan önce birkaç şimşek ve gök gürültüsüyle etrafı şöyle bir sarstılar. Sonra taşıdıkları yağmur tanelerini toprak ananın kucağına serpiştirmeye başladılar. Toprak ana kendisinden alınanın kendisine geri dönmesinden mutluydu. Ama Kemal mutlu değildi. Yağmur sele dönüşecek ve üzerine sığındığı toprak parçasını alıp götürecekti. Gelen giden yoktu. Köylüler geldiklerinde belki onun ölüsünü bile bulamayacaklardı. Gözyaşları yüzüne düşen yağmur taneleriyle karışan Kemal kız kardeşini anımsadı. Onun tatlı hatırasıyla huzur içinde ölebilirdi belki. Şimdi daha da büyümüş olmalıydı. Ağabeyini unutmadığından emindi Kemal. Emindi ki, kız kardeşi her zaman onun için dua etmişti. Kemal öldükten sonra da etmeye devam edecekti.
Toprak suyun ısrarcı kuvvetine daha fazla dayanamayıp önüne katılıp gitmeye hazırlanırken Kemal son bir gayret avazı çıktığı kadar bağırdı ve kendini yağmurun ve toprağın kutsal kucağına bıraktı. Umutla değil, bu dünyaya son bir iz bırakmak için bağırmıştı ve kendinden geçmişti. Cılız kolundan son anda yakalanıp yukarı çekildiğini fark etmemişti.
Kemal gözlerini açtığında yağmur hala devam ediyordu. Ama dışarıda yağıyordu. Sadece sesini duyuyordu. Beyni yaşadıkları ve şu anki halini karşılaştırdığında bir sonuca varamadı ve Kemal doğrulup etrafa bakmak istedi. Birden kalktığında yanan bir ateşin pek yakınında uzandığını ve bir mağaranın içinde olduğunu gördü. Ama mağarada olmaktan çok onu ateşin diğer tarafında gördüğü şey şaşkına çevirdi. Dizlerini büküp oturmuş olsa da en az iki adam boyunda, üç adam genişliğinde; bembeyaz tüylerle kaplı, kocaman ellerini dizlerinde kavuşturmuş oturmakta olan bir yaratık gördü. Yaratığın yüzü de tüylerle kaplıydı ama bir mücevher gibi parlamakta olan koca gözleri insanın bakışlarını kendinde topluyordu. Kemal’in çığlık atmasını önleyen de bu gözler oldu. Yaratığın gözlerinde kötülük namına hiçbir şey gözükmüyordu. Bu koca karı masallarında bahsedilen almasti olmalıydı. Dağların sahipleri ve koruyucuları. Şimdi bu yaratık masallardan fırlamış onun karşısında oturuyordu.
Almasti nereden bulduğu bilinmez yanı başında bekleyen elmaları Kemal’e uzattı. Koca eline tek seferde belki yedi tane sığmıştı. Kemal yaratığı kızdırmanın doğru olamayacağını düşünerek itiraz etmeden aldı elmaları. “Teşekkür ederim,” dedi ve bir tanesini yemeğe koyuldu. Ona zarar vermek istese çoktan işini bitireceğini düşünmüştü Kemal. Ayağını yokladığında da eskisi kadar ağrımadığını hissetti. Çamur renkli bir merhem sürülmüştü. Almasti yapmış olmalıydı.
Almasti hiçbir şey yapmadan Kemal’in elmaları yemesini seyretti. Kemal elmaları yediğinde de ateşe birkaç odun atıp oturduğu yere uzandı. Kemal de yaratığın yaptığını yaptı. Karnı doymuştu ve kendini güvende hissediyordu. Korkusu da geçmişti. İşin gerisini sabaha bırakıp derin bir uykuya daldı.
Rüyasız bir uykunun ardından gözlerini açtığında sabah olduğunu gördü Kemal. Almasti yerinde yoktu. Esneyerek doğruldu ve mağaradan çıktı. Yaratık mağaranın önünde oturmuş etrafını izliyordu. Güneş tüm şefkatiyle parlıyordu. Can verdiği doğa da ona kendi halince şarkılar söylüyordu. Kemal biraz çekinerek almastinin yanına gitti ve ıslak otların üstüne oturuverdi. Yaratık bir ağaç parçasından uydurduğu kabın içinde su uzattı ona. Kemal yine teşekkür ederek suyu kabul etti ve kana kana içti.
“Artık köyüme döneyim. Herkes beni merak etmiştir. Hem sana da daha fazla yük olmak istemem. Yalnız buralar nereleri? Beni bulduğun yaylaya geri bırakır mısın?” dedi Kemal yaratığa hitaben. Almasti başını salladı ve ayağa kalktı. Birlikte yola koyuldular. Kemal daha önce hiç görmediği, belki de hiçbir insanoğlunun görmediği patikalardan geçti. Yaylaya vardıklarında vakit öğleyi geçmiş, ikindiye yaklaşmıştı. Az ileride insan sesleri geliyordu. Köylüler onu aramaya gelmiş olmalıydılar. İnsan seslerini duyunca almasti durdu.
“Gerisini ben tek başıma giderim. Seni görmesinler. Allah senden razı olsun. Senin için hep dua edeceğim,” dedi ve yaratığın ağaç gövdesi kalınlığındaki bacağının birine sarıldı. Tüyleri yumuşacıktı. O an ayrılmak zor geldi Kemal’e. Almastinin sıcaklığı tüm vücuduna yayılmıştı. Bir baba, bir kardeş, bir dost sıcaklığıydı bu. Yaratık da hafifçe başını okşadı Kemal’in. Kemal gözleri dolmuş şekilde yeniden yaratığa baktı. “Seni Alma diye hatırlayacağım. Kendine iyi bak dostum Alma,” dedi. Yaratık tekrar başını okşadı ve geldiği yola dönüp ağaçların arasında kayboldu.
Köylüler Kemal’i bulduklarında kucaklayıp alelacele köye götürmüşlerdi. Bir öksüze sahip çıkamadık diyerek kendilerine kızmışlardı. Ama Kemal’den nasıl kurutulduğunu öğrendiklerinde kızgınlıklarının yerini şaşkınlıkları aldı. İlk başlarda ona inanmak istemediler. Çocuk aklı neler düşünüyor deyip geçeceklerdi ama köyün şifacı koca karısı çocuğun ayağına baktığında inanmaktan başka çareleri kalmadı. “Almasti merhemi bu,” dedi yaşlı kadın. “Çok önceleri daha ben belki bebeyken dermansız dertler için köyün uluları gider, almastilerden isterlermiş bu merhemlerden. Yitip gittiler sanırdım. Demek hala korurlar dağımızı, insanımızı.”
Kemal’in bir almasti tarafından kurtarılışının hikayesi ilk önce civar köylere sonra tüm kasabaya yayıldı. İnsanlar ilk önce hayret ediyor, sonra şükür ediyor, en sonda dua ediyorlardı. Ama bu hikâye herkesi bir kabulleniş içinde etkilememişti. Kasabanın işgalinden sorumlu Rus komutan yanına en seçkin adamlarından oluşturduğu bir takım alarak Kemal’in köyünde aldı soluğu. Bu efsanevi yaratığı ele geçirmek istiyordu. Çara böyle bir hediye yollamak eşsiz bir konum elde etmesini sağlayacak belki generallikle ödüllendirilecekti. Muhtardan çocuğu getirmesini istedi. Kemal gelince tercüman aracılığıyla yaratığın yerini göstermesini istedi. Kemal bunu yapmayacağını söylediğinde ise onu ölümle tehdit etti. Ama çocuk ölmeye de pek aldırmışa benzemiyordu. Komutan çocuğun kulağına eğilip Rusça bir şeyler fısıldadı. Kemal tercümana gerek kalmadan tehdidin içeriğini anlamıştı. Komutan tüm köylüyü öldürmekle tehdit etmişti onu.
Ertesi sabah erkenden yola koyuldular. Kemal en önde ilerliyordu. İsteksiz adımları arada sırtına yediği tüfek dipçiğiyle hızlandırılıyordu. Arada arkasına dönüp öfkeyle askerlere bakıyordu. Ama pişkinlikle sırıtan Rus komutanı bu öfkeli bakışlar pek etkilemiyordu. Kemal yol boyunca Alma’nın mağarada olmaması için dua etti.
En sonunda mağaranın önüne vardıklarında üç asker girip mağaranın içini kontrol etti. Yaratık mağarada yoktu. Ama yanmış odun parçalarıyla dışarı çıkmışlardı. Bu yaratığın gerçekten var olduğunu ve çocuğun onları doğru yere getirdiğini kanıtlamaya yeterdi. Ürkek bakışlarla etrafı kolaçan ederlerken bir asker bir tarafı işaret edip bağırmaya başladı. Askerlerin hepsi o tarafa doğru ateş etmeye başladılar. Kemal gözlerini kapattı ve yere kapaklandı. Atış sesleri ve bağrışmalar bir süre daha devam etti ve sonra kesildi. Kemal gözlerini açıp ayağa kalktığında Alma’yı karşısında buldu. Askerler ve komutan ise ölmüşlerdi.
Çocuk gözyaşları içinde yaratığın bacağına sarıldı. “Yemin ederim zorla söylettiler. Söylemezsen bütün köylüleri öldürürüz dediler. Yemin ederim!” diyerek feryat figan ediyordu. Alma dizlerinin üstünde çömeldi ve çocuğun gözyaşlarını sildi. “Alma,” dedi kaba, gür bir sesle. Gülümsüyordu. Kemal birden yaratığın boynuna sarıldı. “Burada seninle kalayım. Dönersem seni bulmak isteyecekler çıkacak ve beni buna zorlayacaklar. Burada kalayım. Kimsem yok zaten köyde,” dedi Kemal. “Alma,” dedi ve başını salladı yaratık. Tekrar kucaklaştılar.
Sıcak bir öykü olmuş. Alma’nın sevecenliği farklı bir yaklaşım olmuş. Beğendim.
Merhabalar.
Yaratıcılık açısından çok farklı olduğunu söyleyemem ama yetinin yani Alma’nın genel kullanım üzerine kötü değil de sevecen -en azından Kemal için- bir yaratık olması farklı ve güzeldi.
Gözüme çarpan, metin genel olarak tekdüze ilerliyor ve bu okuyucuyu sıkabilir. Ve sürekli kısa cümleler kurmak da öyküyü akıcılık açısından olumsuz etkiliyor. Üzerine düşmelisiniz.
Haricen güzel bir öyküydü. Ellerinize sağlık, gelecek seçkilerde de görüşebilme umuduyla.
@Osman_Eliuz Uyarılarınızı dikkate alacağım. Yorumunuz için teşekkür ederim.
@MuratBarisSari Yorumunuz için teşekkür ederim.
Yalın ve güzel bir dille yazmışsınız. Keyif alarak okudum, elinize sağlık.