Öykü

Ecinnili Hazine

Gecenin ıssızlığında kulağına gelen her ses ürpertici olmaya başlamıştı bile, ne var ki daha gece yeni başlıyordu. Bu dağ başında, karanlıkta, karşı dağdan gelen ulumalar, rüzgârın ağaç yapraklarıyla oynaşırken çıkardığı hışırtı, öndekilerden biri kuru bir dala basınca gelen çıtırtılar, az evvel aşağıda serin suyunu kana kana içtiği dereden gelen akıntı sesi, çevredeki çardakların olur da canavar iner diye iyi beslenen her gece olduğu gibi bu gece de anlamsızca, can havliyle havlayan çoban köpekleri… Her bir ses yüreğine ufacık birer kıymık gibi bir korku saplıyordu. Ayın ışığında yolunu az buçuk seçse de kafasını kaldırıp dağın enginine, biraz olsun uzağa bakacak olsa, bir ağacın gölgesi hatta kendi gölgesi dahi peşine düşmüş bir hayalet gibi geliyordu ona.

Kaç kez çıkmıştır böyle gece vakti dağa, üstelik yalnız ve hatta ay ışığı dahi yokken. O, bu dağların çocuğuydu hiç çekinmezdi, ne karanlıktan ne ıssızlıktan. Gözü de iyi seçerdi gece karanlığında. Şimdi köyünden biraz uzaktı ama dağ dağdır ne var ki? Üstelik kış mevsimi değil canavar da inmez dağın eteklerine. Ama neydi şimdi bu içine sinen dehşetcengiz korku. Yüreğini zor zapt ediyordu. Öndekilerden biri “Acele edin” dedi. İşimiz Çok.

Adımlarını yavaşlatmadan, pantolonun cebinden paketini çıkarmaksızın bir sigara çıkardı, rüzgârın şiddeti çakmağını yakmasına engel olmadı. Sigarasını yakınca biraz sakinlediğini hissetti, duman daha ciğerine ulaşmadan kalbine ulaşmıştı işte. Yol çok uzun değildi 5-10 dakikalık bir yürüme mesafesindeydiler. Zaten dağın eteklerine kadar arabalarla gelmiş, telefonları arabaların içine bırakmışlardı. Ay ışığı bu kadar iyiyken fenere gerek yoktu, yine de almıştı yanına fenerini. Kaç zamandır evinden uzaktaydı ama bu da değildi onu böyle çocuk gibi kendi gölgesinden ürker hale getiren. Kaç gecedir anlatılan hikâyelerdi. Ne anlatmıştı Baho esaslı bir korkuyla 2 gece önce;

“Cin var abicim cin, makineyi tuttuk tam yerindeyiz, 2 metre kazıyoruz tekrar makineyi tutuyoruz sinyal yok. Küfrün bini bir para çıkıyoruz çukurdan 2 metre yana tutuyoruz, bu kez sinyal orada. Haydi bismillah deyip tekrar vuruyoruz kazmayı yine aynı şey. Önce bu makinecinin işi sandım eğleniyor pezevenk bizimle dedim ama yok onun da beti benzi attı. 2 koca gece abicim kazdık durduk. En son ne mi gördük? Kocaman bir daire çizmişiz. Sen daha iyi bilirsin abi, makine 2 saat önce sinyal verirken hem de 4 diş, 2 saat sonra neden susar. Kaçırıyor cinler malı bizden, besbelli sahiplenmişler.”

Daha önce de duymuştu böyle hikâyeleri; mağaraya girip de çıkmayan, çıkamayan Sarı Hüsrev’in oğlu. Cinlerin mağarasıymış, içinde altın Karun hazinesi kadar ama giren çıkamaz ölüsünü de alamazsın, aramış durmuşlar çocuğu yıllarca mağaranın çevresinde ama kimse mağaraya girip iyice bakmaya cesaret edememiş. Bana kalırsa demişti, bu hikâyeyi duyduğunda, mağarada göçük falan olmuştur çocuk ölüp gitmiştir. Belki hemen ölmediyse de bir yere sıkışıp kaldı da ne kadar yardım bekledi kim bilir zavallı.

Ama bu kez kendisi bu işin içindeydi. Hanımı yeni doğum yapmasa yine endişeli olmazdı bu kadar ama oğlan 3 aylıktı daha pek de tatlı. 1 aydır buradayım diye düşündü. Hanım lohusadan yeni çıkıp kendine tam gelmeden ayrılmıştı evden. Ne hale geldiler bensiz. Veresiye yazdır yazdır nereye kadar. İnşaatta çalışırken yine hiç değilse evine ekmek götürürdü, altınların peşine düştüğünden beri hep sefalet. Babası başlarındaydı gerçi ama kaç zamandır onun da aklı başında değil. Yarım saat öncesini hatırlamaz. Yaşlılık iyice kötületti adamı. Bakkal yine iyi laf söz etmez de o manav kırığı diye düşündü, başlamıştır hanıma laf yapmaya.

“Abla hep veresiye veresiye olmuyor! Ne zaman ödeyecek abi borcunu?”

Sanki bundan evvel ödemedik mi borcumuzu gavat! Arabam varken hiç minnet etmezdim bu puşta diye düşündü. Şehir 2 saat arabayla gider alır gelirdim 1-2 haftalık ihtiyacı. O zaman da gördü mü selam vermezdi şerefsiz, küserdi kendince. Çürük çarık meyveyi pahalıya satması iyi tabi puşt, maymun gözünü açtı oğlum artık sana zırnık yok bundan sonra diye düşünürdü o zaman. Ayıp olur diye yüzüne diyemezdi tabi, iyi ki de dememişim diye söylendi kendi kendine bak ne hale geldik…

“Hah geldik işte. Gelin az soluklanalım. Hocam siz şöyle gelin oturun, sigara verin hocama.”

Hoca cami imamı değildi. “Kara Hafızların en küçük torunu, abileri emmileri hep okudu büyük adam oldu bu kaldı köyde bir tek. Dedesi Hafiz Rahim, mübarek adamdı, siğili olan, göz çıbanı çıkan, gözsüz dadanan, cinlenen kim varsa Hafiz Rahim bir şekilde bulurdu hal çaresini. El vermiş sözde buna rahmetlik. Çok gezdi yalın ayak başı kabak köyde. Kaç boş evin arka duvarından atlayıp; bakır kazanlarını, ibriklerini, eski televizyonunu; kaç ambarın gizlice penceresinden girip çuval çuval arpasını, buğdayını çaldı götürdü kim bilir. Her seferinde de yakalandılar arkadaşlarıyla. 1-2 ay cezaevine girer bir şekilde çıkar köye gelirdi. Dedesi dayanamadı, tuttu elinden babası öldükten sonra. Mushaf öğretti adam etmeye çalıştı. Çok geçmeden dedesi de ölünce, söylenti yayıldı hemen köye. Bizim “Hoca” Ziya’ya el vermiş dedesi. Okuyup üflemeye, oradan yolunu bulmaya başladı. Rahmetlik dedesi para almazdı ya bu yeni nesil hoca gönlünüzden ne koparsa diye alır 3-5. Ben çok inanmadımdı da buna faydasını gören olmuş, yemin billah anlatırdı geçen bizim hanımın teyze kızı, yan köyden bi çocuk cinlenmiş mi ne? Ezan okunurken gözü hiçbir şey görmezmiş, susturun şunu diye bağırıp kendini parçalarmış. Kaç kişiye gitmişler çare etmemiş. Şeytan kaçmış içine diyen hocalar bunu Hicaz’a götürün başka türlü düzelmez demişler. Sonra nereden duydularsa Hafız Rahim’in torunu demiş biri, sizi iyi eder. Atlamış gelmişler bizim köye, hakkat oğlanı biraz okumuş, okunmuş su ile gusül aldırmış bizim Hoca. Derken cinlenen çocuk bayılmış, 1-2 saat öööyle derin derin uyumuş. Derken kan uykuda bir anda kalkıp Allaaah! diyerek uyanmış. O günden beri de 5 vakit camiye gidermiş imamdan evvel.” Dün gece böyle referans olmuştu onları hazineyi çıkarmak için davet eden Mustafa Dayı.

Baho korku veren hikâyesinin geçtiği yerin başında yine korkudan titremeye başlamıştı. Aha! Dedi bakın şu çukurların hepsini biz kazdık. Dedektör olsa açarız şimdi yine bir yerde öter, kazarız boş çıkar. Kaplungaba işareti nah şurada 500 metre ilerideki karşıdaki koca taşın üstünde, başı güneye bakıyor, kuyruğu aha şu arkadaki dereye doğru. Dereye en yakın tepede bu. Sen söyle abicim girişi buradan değil mi bu malın?

Düşünceli düşünceli baktı, paketi çıkardı hocaya ve arkadaşlarına birer sigara ikram etti. Baho dediklerinde haklıydı. Eğer varsa bir hazine buradan girişi olmalıydı. Dedektör hikâyesine çok inanmasa da, kızıl kayanın üstündeki kaplumbağa kabartmasına gündüz gözüyle kendisi bakmıştı maceraya atılmadan emin olmak için. Yerdeki kazı izleri de Baho’nun en azından burada kazı yaptıkları konusunda yalan söylemediğini doğruluyordu.

“Haklısın dedi haklısın da girişte dedektör ötmesi de olacak iş değil, varsa bir mal girişinde bir kapı olacak, kapıda da makinenin öteceği bir şey yoktur .”

Neyse hocam dedi Mustafa Dayı sen ne diyorsun.

Hoca gözleri buğulu buğulu yere doğru bakıyordu. Karanlığın içinde, gözlerinin akı seçilmeyen Hocanın sadece derin derin nefes alıp verişi duyuluyor ağzından tek kelime çıkmıyordu. Rahatsız edici bir sessizlikle, sanki öteki alemlerle bağlantı kurmaya çalışıyordu. Neden sonra gözlerini kaldırıp uzaklara doğru baktı baktı… Neden sonra, buğulu ve adeta büyülü bir şekilde alçak sesle konuşmaya başladı.

– Buralar dedi evvelden Hristiyan tebaasının topraklarıymış, bizim dinimizde haşa altınla gömülmek yok, amma Hristiyanlıkta adamın kılıcını, malını, hazinesini gömerler. Hele ölen papazsa -ki papazlar o dönemin en zenginleri- büyük bir oda yapılır mezarının yanına onun yanına gömerlermiş servetini. Tabi zaman içinde sahipsiz duran hazineye cinlerin büyükleri “ifritler” musallat olur. Hazineyi sahiplenir, korumaya başlar. Öyle sizin gibiler geldiği zamanda korkutup kaçırmaya çalışır, korkutup kaçıramazsa da son çare zarar verir. Çok tehlikelidir böyle yerlerde bulunmak, çooook. Değil kazma kürek sallamayı sadece şurada oturup konuşmak bile büyük risk. Siz şimdi sessizce durun, içinizden Felak, Nas Ayetel Kürsi okuyun. Ben bana itaat etmiş cinlerin aracılığıyla bu hazineyi sahiplenen ifritle konuşacağım. Zor olacak ama Allah’ın izniyle üstesinden gelirim. Sonra siz girer kolayca alırsınız malı. “

Hocanın dediklerinin neredeyse hepsi yanlıştı. Ne Hristiyanlar’ın dünya malıyla gömülmek gibi bir adeti ne de burada Hristiyan mezarını andıracak bir belirti vardı. İçinden bu çokbilmiş hocaya okkalı bir “siktir lan” dese de kalbindeki ürpertinin artmasına engel olamadı. Hoca yine gözlerini kapatmış, öne arkaya zikir çeker gibi, hafif bir yaz rüzgârının etkisiyle sallanan ince bir dal misali sallanarak, anlamsız bir şeyler mırıldanıyordu. Hocanın varlığı, okuyacağı dualar kendisini sakinleştirmeli kalbine güven vermeliydi ama yok, bu anlamsız sesle, hocanın hafif titremeleri, herkesin kafası önde korkuyla adeta bir ayin yapar gibi duruşu iyiden iyiye aklını başından alacak bir korkuya kapılmasına sebep oluyordu. Kalbinin çarpıntısı giderek artıyor, ensesinden sırtına doğru akan soğuk terlere vuran yaz lodosu titremesine sebep oluyordu.

Kalbindeki korku ve sıkıntı yetmez gibi evinin, yavrusunun, hanımın özlemi bastırıyor, atıldığı bu maceranın saçmalığından ötürü kendine kızası tutuyordu. 1 aydır evinden uzak geldikleri bu kaçıncı köydü? 2 yıldır her türlü işareti görmüş, kaç dağın altını üstüne getirmişti. Girdikleri kimi yer tümüyle boş çıkmış kimisinin daha önce kazılıp malının alındığını görmüşlerdi. Onu bu işlere başlatan emmi oğlusu Süleyman hemen karşısında sessizce oturmuş yere bakıyor dudaklarıyla belli belirsiz bir şeyler mırıldanıyor herhalde dua okuyordu. Gözlerini hafifçe kaldırdı ve yol arkadaşlarını izlemeye başladı. Herkes bir cenaze evinde gibiydi. Bu dağ başında sessizce biraz mahzun biraz tedirgin bakışlarını yere eğmiş duruyorlardı. Kafasını kaldırıp göğe baktı. Ara ara ay ışığını gölgeleyen bulutlar, ruhundaki derin karanlığı artırmak ister gibi korkutucu şekillere bürünüyor, lodosun etkisiyle hızla hareket ediyordu.

Artık bitse diyordu öyle veya böyle bitse bu gece, bu belirsizlik. Yüreğini iğdiş eden anlamsız korkular bitsin. Ecinniden, jandarmadan, kendi dostlarından, geceden ve gündüzden, kendi gölgesinden korkmak yetmişti. Hocanın anlamsız mırıldanmalarından, bu her gün artan sefaletten, her gidilen yerde içine gelen büyük heyecanların işin sonunda çok daha büyük hezeyanlara dönüşmesinden, daha define bulmadan altını bulunca jandarmaya yakalanmadan nasıl satacağız sorularından, efsunlu hikâyelerden, her şeyi bildiğini sanan ve durmadan profesör edalarıyla akıl hocalığına soyunan define arayıcılarından. Hepsinden ama en çok da korkudan bıkmıştı.

Çok garip bir tarafı vardı bu işlerin, daha tanıdığı bir kişinin dahi bir tek altın bulduğunu görmemişti ama herkes her işaretin anlamını bütün define sırlarını bilirdi. Tuzaklı hazine odası girişleri nasıldır, timülüslerin nasıl kazılır, bir papaz odasının girişinde nelere dikkat edilir, örneğin çift başlı yılan kabartmasının olduğu bir taşın neresinde hazine aranır ya da sırtında üçgen olan bir kurbağa işaretinin bulunduğu yerin ne tarafına gömülü bir küp altın olur… Herkes her şeyi biliyordu bu işte ama nereden ve nasıl işte bu bilinmiyordu. Üstelik bunca bilgi kimsenin de işine yaramıyordu.

Kendi köylerindeki eski kuyuyla başlamışlardı işe bir gece vakti Süleyman’la. Süleyman yemin billah ederek Kör Kuyunun içinde bir altın odası bulunması gerektiğini, önceden tam Kargaburnu tepesinde yaşayan bir papazın, düşman saldırılarından – bu düşmanlar belki Moğollar belki Müslümanlardı- korumak amacıyla hazinelerini kuyunun içine küçük bir oda yaparak buraya sakladığını öğrendiğini anlatıyordu. Her zamanki gibi kolayca zengin olma hayallerine kapılan yakın akrabası ve çocukluk arkadaşına, “Süleyman sen bu işi öğrendiysen herkes öğrenmiştir be kardeşim 1000 senedir bunu burada tutarlar mı? Kuyunun içinde hazine 1 sene kalır mı” dese de kırmamak için o gece kabul etmişti onunla kuyuya inmeyi. Zor bir işte değildi. 10-15metre kadar derinliği olan bir kuyunun sözde güney kanadındaki taşları oynayınca bir oda çıkacağından emindi Süleyman. Gece jandarma gelir mi, köyden biri görür mü, yılan çıyan çıkarsa ne yaparız endişeleri ve az da olsa içten içe kendisini heyecanlandıran, Süleyman’a sezdirmemeyi tercih ettiği, zengin olma hayalleri kurduran bir ümitle sarktı kuyuya.

Gecenin serinliği içinde kuyunun içi bir hayli soğuktu dışarıda ortalığı ve halatları kontrol eden üçüncü ortak Kulaksızın Seyit duruyordu. O da amcasının oğlu Süleyman gibi kolay yoldan zengin olmak için her türlü anlamsız ve komik işe bulaşmış, hatta bir keresinde -nereden buldu kim bilir- Afrika’dan kaçak geldiği iddia edilen zümrütleri gizlice satmak için ta İstanbul’a kapalı çarşıya kadar gitmiş, sahte olduğunu öğrendiği zümrütleri satıp komisyondan yolunu bulmayı geç bir güzel de dolandırılıp dönmüştü köye.

Kuyunun dibine yanaştıklarında korku içinde taşları oynarken gevşek bir taşı çektiğinde içinde oluşan heyecan onu bugün burada tutan şeydi aslında. Gerçekten bir açıklık vardı orada, heyecan içinde hızlıca Süleyman! Süleyman! Diyerek kekelemiş eli ayağına dolanmış şekilde taşları birer birer sökmüştü. Tam Süleyman’ın olması gerektiğini söylediği yerde, bir kuyunun içinde olmaması gereken bir küçük oda vardı. Bir metre kadar içe doğru açılan 4-5 kilit taşı sökülünce açıkça görülen küçük gizli bir kasaydı burası. Taşları da adeta değerli birer kristal gibi özenle alıp çektiler. Karanlığın içinde fener tutulunca ilk hayal kırıklığı yüzüne çarpmıştı. Yok! Hiçbir şey yok! Gizli bir kasa var, bir şeyler koyulduğu belli ama yok hiçbir şey yok. Malı alınmış demişti Süleyman yukarı çıkınca sigara yakarken. İyice kontrol ettiniz mi diye sordu Seyit ama tüm gövdesiyle küçük odaya giren, eliyle nemli toprağı yarım saat aralayan Süleyman, hafif bir küfür savurup susturmuştu onu.

İşte o gün kaptırmıştı kendini bu sevdaya. 2 yıldır altından ve hazineden başka şey düşünemez hale gelmişti. Basit bir para hırsı değildi yaşadığı, ciddi bir iş yapmak, karın tokluğuna amelelik yaparak ömür geçirmemiş birinin kolay anlayamayacağı bir “ben de yaşıyorum bu dünyada ben de varım” demek isteği. Yaşadığı hayat çok basit gelmeye başlamıştı o günden sonra, hiçbir ciddi heyecan hissetmeden, her gün aynı sefilliği çekip her akşam kahveye gidip pişpirik oynayıp her gece aynı yorgun ve dinlendirmeyen uykuya yatmak. O güne kadar mutlu olarak nitelendirebileceği hayatından tümüyle kopmuştu. Geç kalmış bir saat huzursuzluğuyla yaşıyordu artık. Olması gereken yaşaması gereken hayat bu hayat değildi. Kendini harcıyordu bu topraklarda. Bu çimento harcını karması gereken o değildi, kahvede pişpirik oynamak değildi yapması gereken, bu sıvasız bu pencereleri her sene macunlanması gereken aksi halde kışın sabahlara kadar esen kara yeli ensesinde hissettiği köy evinde bitmemeliydi ömrü. Hanımı ya yakalanırsan ya başına bir şey gelirse ben ne yaparım diyordu. Ama suç işlemek, yakalanmak, göçük altında kalmak korkutmuyordu artık onu, aksine hiç suç işlememek, hiçbir sıradışılık olmadan bitecek bir ömür daha çok korkutuyordu artık. Her gece -en ağır hamallıkları yaptığı geceler dahil- uyku tutmamaya başlayınca, sıkıntıdan sigara üstüne sigara içip kuyunun dibinde yaşadığı o büyük heyecana olan özlemi dayanılmaz olduğunda gitti amcaoğlunun yanına. “Gidelim dedi anlattığın yerlere, bir hazine bulana kadar devam edeceğiz. Bu hayat böyle geçmez.”

Evet, eski hayatından bıkmıştı ama bu yeni maceraların tadı da çok geçmeden kaçmıştı. Elde avuçta ne varsa bitmiş, borçları paçadan akıyordu. Ne kadar çok insan görmüştü bu işlerini içinde. Başlangıçta anlatılan hikâyeler tatlıydı; “jandarmaya kaptırılan altın heykeller, boş çıkan lahitler, – ki nerede boş bir mezar varsa hepsinin daha evvel bulunup içindeki hazinenin alındığı düşünülürdü- Roma döneminden kalma bir küp altın bulup İstanbul’a yerleşip kendine villa ve son model araba almış uzak çok uzak tanıdıklar…” Bu hikâyeleri duymak bir süre heyecanını kamçılamış umudunu artırmıştı ancak zaman geçtikçe anlatılan hikâyelerin benzerliği, aynı efsanenin farklı versiyonlarının kulaktan kulağa dolaştığını anlamasını sağlamıştı. Giderek içindeki heves azalmış bu iş artık bir mecburiyete, başarısızlığı kabullenmek istememeye dönmüştü.

Köyüne dönüp bir işe girse insanların arkasından konuşacaklarını düşünmek bile istemiyordu. “Zaten bir işi de beceremezdi bir de gitti bi hayalin peşine kendini de şu gül gibi kızı da rezil etti” derlerdi. Kesin derlerdi aynen böyle derlerdi, milletin ağzı torba değildi ki belki daha ağırlarını derlerdi. Şimdiden diyorlardır ya hiç umursamamıştı bunu. Çünkü hazineyi bulup İstanbul’a yerleştikten sonra son model arabasıyla yazın köye geldiğinde arkasından konuşanların ona nasıl yaltaklık yapacağını hayal etmişti. Hayalleri öyle canlıydı ki emindi bunların yaşanacağından. Arkasından konuşanların hoş geldin ziyaretine geldiğinde hepsine getirdiği pahalı hediyeleri verirken –ne kadar çok parası olduğunu göstermek için alacaktı o hediyeleri -yüzlerine acıyarak ve keyifle bakacağı anların bir günü vardı ve o günün gelmesini bekliyordu yalnızca, yaşanacağı işte öyle kesin ve şüphesizdi. Ne var ki giderek bu hayalleri soluklaşmaya, korkuları ve pişmanlıkları artmaya başlamıştı. Hele çocuk doğduktan sonra hanımını bırakıp gitmek iyiden iyiye bozmuştu kafasını.

Bu dağ başındaki gergin ve korkulu bekleyişi bu düşüncelerle daha zor hale getirmişti. Midesinin bulanmaya başladığını hissetti, açlık ve saatlerdir içilen sigaraların sayısı bu stresle birleşince midesi allak bullak olmuştu. Korku ve karamsarlık zihnini ele geçirmiş, her tıkırtıya kulaklarını kabartıp gözleri hızla dönerek bir yerden çıkıverecek ecinniye karşı hazırlıklı olmaya çalışıyordu. Aşağılardan gelen sesler savaşta gece nöbeti tutan bir askerin tedirginliğini veriyordu. Elinde bir silahı olsa şüphesiz karanlığa doğru birkaç el ateş ederdi. Çevresindekilere baktı ama ondan başka gözlerini açıp sağa sola bakan yoktu. Birini uyarmak istese de “korkak” denmesini istemediği için bir şey diyemedi. Duyduğu seslerin beyninin kendisine saatlerdir oynadığı oyunlardan biri mi yoksa gerçek mi olduğunu anlamaya çalışıyor, huzursuzlukla oturduğu yerde debeleniyordu. Koşarak kaçmak istiyordu bu yerden, biri kalbini eline almış sıkıyor, kaçıp gitmediği her an cezalandırmak ister gibi dozu artırıyordu. Ciğerindeki havanın kendisine yetmediğini hissetmeye başladı. Daha derin ve daha sık nefesler aldıkça kalbinin çarpıntısı da sıkışması da artıyordu. Geldikleri yöne doğru çevirdi başını. 2 insan gölgesi görür gibi oldu. Daha dikkatli bakmak için ayağa kalkmak istedi. Kulağında müthiş bir uğultu başlamıştı şimdi, kulak kabarttığı sesleri artık duyamıyor hiçbir şeyi algılayamıyordu. Kafasından geçen son düşünce cinler tarafından çarpıldığıydı ve toprağa doğru yüz üstü kapandı. Son hissettiği toprağın serinliği son gördüğü şeyse sağa sola koşan insanların ayaklarıydı…

Gözünü açtığında ne olduğunu anlaması uzun sürmedi. Karakolda bir sedyenin üzerine sırt üstü yatırılmış sağ elinden kelepçe ile başucundaki kalorifer peteğine bağlanmıştı. Başında bir erin beklediğini gördü. Gözlerini açınca asker “Nasılsın” diye sordu hafif gülerek. “İyiyim” diyebildi sessizce, “Varsa biraz su verir misin asker ağa?” Asker bir bardak suyu demir bardağa doldurup uzattı. Suyun boğazından midesine doğru inişi sırasında bayılmadan evvelki kalp sıkışmasını, nefes darlığını, mide bulantısını hatırladı. Hepsi geçmişti. Bir epilepsi krizinden sonra rahatlayan hasta gibi bir boşalma vardı vücudunda. Asker: “İyiysen ifadeni alacağız, arkadaşların nezarette.”

İfade odasına geçerken kelepçesini çıkardılar. Jandarma karakolu komutanı gerekli prosedürleri bitirip kurtulmak istiyordu bu acemi define avcılarından. Gece gelen bir ihbar üzerine yol kenarına bırakılmış 3 arabayı görüp daha önce 4-5 kez farklı grupların yakalandığı yeri eliyle koymuş gibi bulmuştu. O bölgede 3-4 bin yıl önceden kalan birkaç işaret, bir büyük mağara oyuğu ve oluşumu diğerlerinden farklı, yer yer kızıla çalan rengiyle bu bölgede pek görülemeyen riyolit taşları ve bazı büyük kayalar, geçmişten beri ilgisini çekmişti civar köylüsü gençlerin. Hepsi farklı bir yerini kazıyor, hazine bulma umuduyla dağı köstebek gibi deşiyorlardı. Bayılanın ayıldığını fark edince hemen ifadesinin alınıp savcılığa haber verilmesini istedi askerinden. Kendisi bir sigara içmek için telefonuyla oynayarak kapının önüne doğru yöneldi, ayakları iyi ağrımıştı bugün.

İfadesi alınırken yakalanmanın üzüntüsünden çok, büyük bir felaketin eşiğinden dönmüş olmanın verdiği rahatlama vardı üzerinde. Bu rezilliğin bir an evvel bitmesi gerektiğinden emindi. Evine dönüp ne olursa bir işe girip, eski güzel hayatına dönecek, karısıyla ve yakışıklı oğluyla geçirecekti akşamlarını. İnşallah çok tutmazlar cezaevinde diye düşünüyordu. Hem ne yapmışız canım gömü bulmayı bırak tek kazma vurmadım yere. Bu işin erbabından duyduğuna göre zaten çok bir cezası da yoktu hazine aramanın, memlekette adam vuran 2 sene kalıyor içeride bize de müebbet verecek halleri yok ya.

İfadesi bitip nezarete götürüldüğünde arkadaşları onun aksine korkulu ve mahzundu. İyi misin sorularına hızlıca cevap verip oturdu bir köşeye. Kafasında şimdi canlandırdığı tek hayal evine dönüp oğlunu kucağına aldığı andı ve bu anın hayali onu en az hazineyi bulduğunda yapacaklarının hayali kadar mutlu ediyordu. Yanında dizlerini hızlı hızlı sallayan ve hiç konuşmayan Süleyman’a baktı. Gözlerini boşluğa doğru diken amcaoğlunun yüzünden sıkıntısı açıkça anlaşılıyordu. Adı konulmaz bir kırgınlıkla üzgündü bu adam. Kendilerini aç bırakıp açlıktan ölenlerle doyan bu kara toprağa, hayallerinin asla gerçek olmayacağını bilerek kendine bu hayalleri kurduran aklına, çoğu zaman yalan olduğunu bile bile inandığı efsanelere, hazinenin peşini bırakmayan cinlere, kendini cinlerden korumayan Allah’a, gece vakti sanki başka işleri yokmuş gibi dağ başında onları arayan jandarmalara… Hemen her şeye kırgındı. İçindeki hırs ve öfke bastırıyordu bu kırgınlığını o kadar. Bu öfke olmasa, bu kendisini inandırdığı zenginliğin hırsı olmasa, kırgınlıklarını düşünmeye başladığı anda öyle bir kırılacaktı ki orta yerinden… Can dayanmazdı böyle bir kırığa. Bu yüzden içindeki öfkeyi harlamayı bir şeylere kızmayı, bir düşmanla -yani felekle yani hayatın kendisiyle- durmadan kavgayı tercih ediyordu. Bağırması uygun düşse elbet bağırırdı ama kapıdaki nöbetçi erden azar işitmemek için sessizce konuştu; “şerefsiz mahlukat, hazineyi bize kaptırmamak için önce yerini değiştirdi, biz hocayla gelip almaya çalışınca bir şekilde Jandarmayı çekti buraya, her yol var bu cinlerde her yol var ama ben bu işin peşini bırakmam görürsün bak alacağım o hazineyi oradan …”

Emrah Kınaç