Öykü

Eski Sahipler

Bir şey arıyorduk daima, bitmek bilmez bir sancıyla… Göklerde olmadığını anlayınca yerin derinliklerine çevirdik gözlerimizi. Kazdık, bizi ileri götürür umuduyla; hiç beklemediğimiz bir kapıyla karşılaşıncaya dek…

Yerin derinliklerinden dönen kaşiflerimiz şöyle bildirdi: “Dünya’nın eski sahipleri, zeminin altında yaşıyorlar ve zihnimize kazıdıkları üzere, rahatsız edilmek istemiyorlar. Sözsüz bir iletişim yöntemi kullanarak bize bazı görüntüler ilettiler… Dünya’nın oluşmaya başladığı zamandan beri buradaydılar… Onlar, çok uzaklardan gelen bir türün geriye kalan son üyeleri; sekiz kollu uzay fatihleri… Yıldızlararası seyahatleri sırasında Güneş’e çarpıp ondan bir parça kopardılar ve böylece üzerinde yaşadığımız gezegen oluştu. İlk adımlarımızı atarken buradaydılar; bize yardım ettiler ve bir yol çizdiler… Fakat sonrasında bizi terk etmelerine sebep olan bir olay yaşandı… Bunun ne olduğunu söylemediler ama artık bizi görmek istemiyorlar. Sözleri kesindi, tekrar dönersek bunu bir saldırı kabul edecekler.”

O vakitler bu denli perişan durumda değildik; oksijen cihazlarımız olmadan nefes alabiliyorduk, yeryüzünün belirli kısımlarında bitkiler yetişiyordu ve Güneş, az da olsa, ışıldıyordu. Evet, işaretler ortaya çıkmaya başlamıştı, ama gelecek uzak görünüyordu… Hep öyle değil midir zaten? Umut vardı, çünkü kurtuluş için başka yollar olacağına inanıyorduk… Yaşayacak başka gezegenler ya da mahvettiklerimizi geri getirecek mucizevi çözümler… Aceleye gerek yoktu henüz, bu sebeple Dünya’nın eski sahiplerini rahat bıraktık ve varlıkları bir sır olarak kaldı.

Aradan öyle uzun zaman geçti ki tarih bile unuttu onları…

* * *

“Efendim, istediğinizi getirdim.”

İkinci kumandan; koyu renkli, avuca sığabilecek küçüklükte bir kutuyu masama bıraktı. Parlak siyah yüzeyi bir miktar aşınmış olan, kenarına ufak bir ahtapot sembolü kazınmış kutu hafif bir çevirmeyle açıldı. Çok eski bir zamanın havasını taşıyordu içinde, bir de üzerine koordinatlar işlenmiş bir plaka…

“Biliyorsun, değil mi? Bu son çaremiz… Aksi takdirde asırlar süren bir yemini bozmazdık. Eski sahipler unutulmak istediler ve biz bunu anlayışla karşıladık. Sırlarını mezarlarımızda sakladık; ama bu sırrı kendisinden saklayacağımız kimse kalmadı şimdi… İnsanlığın yok oluşunu izlemeyi daha ne kadar sürdürebiliriz? Yardıma ihtiyacımız var; yoksa açlık veya susuzluk, belki de çılgınlık ve paslı metal yığınları, bunlardan biri bizim de sonumuz olacak…”

“Haklısınız efendim. Eski sahipler bilgilerini bizimle paylaşmak zorundalar. Onların ilmiyle bu tükenişi tersine çevirebiliriz.”

“Rızalarıyla veya zorla, başka seçeneğimiz yok.”

Soğuk metal plakada yazan koordinatları sisteme girdim…

* * *

Efsanelerden işittiğimiz kadarıyla biliyoruz sadece… Gökler delindikten sonra, dünyadaki tüm gözler tek bir noktaya odaklanmış; yeni evimiz demeye cüret ettiğimiz uzak bir gezegene… Yolculuğun asırlar süreceği söylenmiş. Dünya Kurtuluş Komitesi, insanlığın devamı için, isteyen herkesi bu yeni gezegene doğru yola çıkan filoya kabul etmiş…

Yalnızca en gerekli eşyaları almışlar yanlarına; büyük bir hazineninse geride bırakıldığı söylenir, söz konusu hayatta kalmak olunca diğer her şeyden kolaylıkla vazgeçmişler. Küçük gemilerden oluşan dev bir zincir halinde yol aldıklarını tahmin ediyoruz, bütün insanlığı tek bir gemide toplamak riskli olurdu.

Belki günümüzdeki kadar verimli değil ama yıldızların enerjisini kullanarak yol almış olmalılar, aksi takdirde buraya kadar sürüklenmemiz olası değildi… Bu hiçliğin ortasına…

Muhtemelen Güneş’ten arta kalanları yanlarında götürdüler… Yeni bir ev umuduyla eskisinin güç kaynağını söktüler… Yüzlerce nesil sonra varacaklardı oraya, tabii ulaşılacak bir yer olsaydı gerçekten…

Kim bilir ne zaman fark ettiler, yalanlara inanıp da sonu olmayan bir yolculuğa atıldıklarını? Belki de büyük bir savaş patlak verdi anladıklarında ve bu yüzden elimizdekilerin çoğunu yitirdik, zaten öyle az şey kalmıştı ki…

Kim bilir hangi gemilerin enkazından inşa edildi içinde bulunduğum şu kumanda odası?

* * *

Değişmekte olan sayılar yaklaştığımızı belirtiyor. Ekranda soluk kahverengi bir gezegen gözükmekte… Seyrederken hüzünleniyor, daha önce hiç hissetmediğim usul bir yağmurun hayalini kuruyorum…

Yörüngeye yerleşip keşif aracına geçtik. Plakadaki koordinatların son kısmını, Dünya üzerinde bir yer belirten basamakları, bu aracın bilgisayarına giriyorum. Giriş kapısı hâlâ duruyor olmalı. Ağır silahlarla donanmış yedi kişilik ekibim sessizce bekliyor, gözleri endişeyle bakıyor…

“Emrim olmadan kimse ateş etmeyecek. Unutmayın, önceliğimiz barış.”

Kavgaya yeterince doymuş olmamız lazım… Buradaki hayat bizim yüzümüzden sönmüştü. Havadaki zehirli gazları engelleyen kasklarımızı takıp volkanik kayaçlara ayak bastık. Uzak yıldızların ışığı kurak topraktaki harabeleri aydınlatıyordu. İlginç şekillere bürünmüş yüksek binalar birbirinin içine geçmişti… Sanki başka binalara tutunarak göğe uzanmaya çalışıyor ama bocalıyorlardı…

“Kumandanım, şu tarafa bakın, koordinatlar ilerideki tepeyi işaret ediyor.”

Sıradan görünüyordu, yanından geçen kimsenin tekrar bakmayacağı biçimde…

“Kazıcıyı getirin, zemine iniyoruz.”

Göç sırasında teknolojimizin çoğunu koruyup geliştirmiştik. Barışçıl icatlar yapmıştık, gittiğimizi sandığımız yerde bir tehdit beklemiyorduk… Umutsuzluğun ve çaresizliğin birleşip çılgınlığa dönüşeceğini öngörememiştik… Aramızdan bazıları, diğerlerini katletmek adına, ellerindeki bütün malzemeyi yıkım cihazlarına çevirdi… Bu ayrılıkçı gruba karşı gelenler de silahlanmak zorunda kaldı ve günümüze kadar uzanan savaşlar başladı. Öldürdüler ve ganimetlerle yeni savaş araçları yaptılar.

Sanıyorum ki işlerin çığırından çıkması robotlara insan öldürme yetkisinin verilmesiyle oldu. Taraflardan biri bir düğmeye bastı ve ortalık karıştı… Uzayın dört yanında insan avlayan, kontrolden çıkmış acımasız metal yığınları var şimdi… Tarafların yok olduğu, sadece bir avuç kaldığımız şu günlerde bile peşimizdeler… Hiçbir yer yeterince güvenli değil…

İnsan öldürmeyen, daha eski teknoloji ile yapılmış (faydasından çok zararını gördüğümüz bazı teknikleri kullanmamak üzere ortak bir karar almıştık) robotlar da var tabii. Bu tarz robotlar bazen aksasalar da gecenin bir yarısı gelip bizi buharlaştırmaya çalışmıyorlar. Kazıcı da bu türden işte; üç metre boyunda, dört bacağının dışındaki burgularla kayaları parçalarken hiçbir insana kasıtlı zarar vermeyeceğini bildiğimiz bir yol arkadaşı…

Kazı iki saat sürdü, sonunda acı bir metal gıcırtısı yükseldi. Halatlarla aşağı indiğimizde kazıcı görünürde yoktu. Yerin derinliklerinden sızan zehirli gazları mor renkte aydınlatan fenerlerimiz gizemli şekillerle kaplı bir duvarı ortaya çıkardı. Analiz cihazım duvarın yapı taşlarını tanımlayamadı, ancak oldukça ince olduğunu fark ettim.

“Ne yapmalıyız kumandanım?”

“Biz medeni insanlarız, elbette kapıyı çalacağız.”

Duvarı iki kez yumrukladıktan sonra sessizlik içinde bekledik. Kasklarımız birbirimizin telsizlerine ek olarak dışarıdan aldığı sesleri de yansıtabiliyordu. Uzayın derin bir sessizliği vardır, fakat gezegenlerin üzerinde az da olsa küçük titreşimler işitirsiniz. Dünya’nın tınısı güçlükle son nefesini veren bir devi andırıyordu…

Bekledik…

Bir hareket sesi miydi o?

Belki de yeterince güçlü çalmamıştık…

Kuvvet çekici yardımıyla güçlü bir darbe indirdik duvara. Sert metalin çarptığı yüzey bir kristal gibi parladı. Işıltılar birbiri içine geçen şekilleri takip ederek yayıldı ve ardından karanlığa karıştı… Sanırım bu sefer zili çalmayı başarmıştık. Tekrar beklemeye başladık…

“Belki de evde değildirler, duvarı aşmayı deneyelim mi efendim?”

“Hayır, henüz değil. Yanlış anlaşılmak istemeyiz.”

Bunca yolu geldikten sonra yeterince sabredemediğimiz için her şeyi mahvetmek istemezdik…

Bekledik… Çok uzun gelen bir süre daha…

* * *

“Bir tıkırtı mı o?”

Küçük narin ayakların sert zemin üzerinde sürünüşünü andıran sesler işittik. Sesler yaklaştıkça duvardaki semboller hareketlendi ve duvar sıvı bir hale geçti. Akışkan yapının arkasındaki karanlığı gördük; siyah parlak gözleri, karanlığın içinden ruhumuzu okuyan bir derinlikle bakmaktaydı…

Buraya gelmemeliydiniz… Bulacaklarınız tarifsiz bir yıkımdan başkası değil…

Sözler doğrudan zihnimize yansıdı. Ekip arkadaşlarıma baktım, ufak bir baş hareketiyle duyduklarını onayladılar.

“Biz… Buraya son çare olarak geldik. Yardıma ihtiyacımız var. Her şeyi kaybettik, hep onlar yüzünden…”

Yanılıyorsun. Sizin için “onlar” diye bir şey hiçbir zaman olmadı. Diğerlerini sizden hep uzak tuttuk… Birbirinizi yok eden sadece kendinizdiniz… Kendi seçtiğiniz yolun sonucuna katlanmak zorundasınız…

“Anlamıyorsunuz… Hepimiz aynı değiliz…”

Ama aynısınız işte… Bir tür olarak, bu sizsiniz… Değişmenizi bekledik ancak nafile… Saygımızdan ötürü müdahale etmedik, kendi kendinize yok olmanızı bekledik…

“Üzgünüm… Ama halkım yok oluşun eşiğinde… Bize yardım etmek zorundasınız. Yaşamın sırrını bizimle paylaşın. Besinimiz ve oksijenimiz tükenmek üzere…”

Oysa bir zamanlar ikisinden de yeteri kadar vardı…

Yaşamımız için gerekli olanı üretmeye çalışıyorduk elbette, ancak yetersiz seviyede ve günbegün azalan miktarda… Göç sırasında yanımıza aldığımız bitkiler uzay şartları altında evrilip verimsiz türlere dönüşmüştü. Yıldızların çevresine kurduğumuz dev tarlalarda çalı çırpı yetişiyordu sadece… Ama bir gezegeni yaşanabilir hale getirebilirsek, onların yaptığı gibi…

Ne için? Bir süre sonra onu da yok etmek için mi? Anlamadığınız çok şey var. Kendinizi hayatın merkezinde zannediyorsunuz, çok önemli olduğunuzu zannediyorsunuz; ama değilsiniz.

“Peki bu yüzden ölmek zorunda mıyız?”

Ekibimin foton silahlarını hazır konuma getirişini izledim. Bu gerekli olacak mıydı? Derileri ne tür bir maddeden olursa olsun, karanlığı evleri bellemiş bu yaratıklar yoğunlaştırılmış ışığa dayanamazdı. Hepsini öldürmek pahasına mı hayatta kalacaktık? Neden ilk temasımızda daha iyi ilişkiler kurmamış ve varlıklarını gizlemiştik ki?

Suçu yine bir başkasına attığını zannediyorsun, öyle değil mi?

“Son kez söylüyorum, bize yardım etmek zorundasınız; yoksa içimizdeki bu yaşama güdüsü hayata tutunabilmek için elinden geleni yapacak…”

Yaşamak için öldürmek, öyle mi? Ne kadar eski bir yalan bu…

“Yaşam olan diğer gezegenleri biliyorsunuz… Bize en azından onları gösterin… Kimseye zararımız olmadan yaşar gideriz.”

Deliliğinizi onlara da bulaştırmanız için mi? Yaşam olan bir gezegende yaşıyordunuz zaten.

“Bitkiler… Elinizdeki orijinal örneklerden bir parça verin sadece…”

Ana üssü terk ederken kızımın gözlerine bakarak verdiğim sözü hatırladım. Bu sefer bir çare bulacağımı söylemiştim… Biz yola çıkarken erzak gemisinin dibindeki kırıntılarla idare ediyorlardı… Şimdiden çok geç kalmış olabilirdik, zira uzun yolculuklarda zaman farklı işliyordu…

Silahımı, akıp giden duvarın arkasından bakan gözlerden en öndekine doğrulttum.

“Vermezseniz biz alacağız…”

Karanlığı yarıp da yaklaşan gözler, ahtapotu andıran ayakların taşıdığı dokunaçlarla kaplı bir vücuttan uzanmaktaydı. Korkumu hissetmiş gibi düşünceleriyle gülümsedi…

Unutma, bunu kendiniz istediniz…

Emrimle birlikte silahlarımızı arka arkaya ateşledik. Işınlar, akışkan duvarda anlık delikler açtıkça etrafı yoğun bir sis tabakası kapladı. Kısa süre içinde hiçbir şey göremez hale geldik ama yine de ateş etmeyi kesmedik. Giysilerimizdeki donanım sayesinde, silahlarımızın bizden birine doğrultulması engelleniyordu. Bugün burada ölen yalnızca “onlar” olacaktı.

Artık geri dönüş yok…

Bu son düşünce zihnimde asılı kaldı. Ne yaptığımı anımsamaz oldum aniden. Bir rüyaydı sanki hepsi ve buradaydım sadece, sebepsiz yere…

Onlar kimdi? Ben kimdim? Neden uğraşıp duruyordum böylesine?

Yaşamak bu kadar önemli miydi benim için? Benden saydıklarımın yaşaması için bir başkasının ölmesi mi gerekiyordu?

Neden bu şekilde zor olmak zorundaydı ki yaşamak? Bize yardım etmeyi kabul etmiş olsalardı…

* * *

Sis dağılıp da boş mağarayı gözler önüne serdiği vakit, çok uzun bir zaman geçmişti sanki aradan… Hareket etmeye çalışınca uzay elbisemin eklem noktalarının zorlandığını fark ettim; paslanmış gibi, bu mümkün müydü? Ekibim yarasız şekilde karşımdaydı, ama bir gariplik vardı. “İyi misiniz?” diye sordum, ama kimse duymadı, telsizlerimiz çalışmıyordu. Hasarı kontrol etmek isterken üzerimdeki yardımcı sistemlerin hiçbirinin çalışmadığını gördüm, buna oksijen destek ünitesi de dahildi. Analog basınç göstergesindeki sayılara bakacak olursak hiç oksijenim kalmamıştı…

Bir zamanlar bize yuva olmuş bu yabancı gezegende yapmayı hiç planlamadığım bir şey yaptım… Kaskımı çıkardım.

Hava toksik değildi, çok rahat bir şekilde nefes…

Nefes!

Bir süredir nefes almıyordum, vücudum buna ihtiyaç olmadığına karar vermiş gibiydi. Panikledim, çırpındım, derin bir nefes alarak ona kadar saydım… Soluduğum şey hava değildi elbette… Ama nasıl?

Bir sıkıntı olmadığını gören arkadaşlarım da kasklarını çıkardı.

“Ne oldu? Onları hakladık mı? Cesetleri nerede?”

“Mağaranın derinliklerine kaçmış olabilirler…”

“O değil de şu an nasıl oksijensiz bir gezegende nefes alıyoruz?”

“Nefes alıyor muyuz ki?”

“Demek istediğimi anladın, neden şimdiye kadar ölmediğimizi soruyorum.”

Bilinmeyen yaşamsal anomali… Bu fenomeni şimdilik böyle isimlendirmiştik. İşimiz bitmemişti. Mağaranın derinliklerine doğru ilerleyip eski sahipleri ve arkalarında bıraktıkları en ufak bir izin kırıntısını aradık…

Yoktu… Varlıkları silinmişti adeta…

“Belki de doğal bir duvar örmüşlerdir, mağaranın yüzeyinden ayırt edemediğimiz için göremiyor olabiliriz. O sinsi gözleriyle bizi izleyip gülüyorlardır… Burada bir şeyler olmak zorunda…”

Kazıcı görünürde yoktu, dijital ekipmanlarımızın hiçbiri çalışmıyordu…

Tırnaklarımızla kazdık…

Zaman kavramını yitirmiştik.

* * *

İkinci kumandanın bağırışıyla kendime geldim.

“Buraya gelirken açtığımız tünel yok olmuş, onu hiçbir yerde bulamıyorum!”

“Buraya gelirken mi?”

“Unuttun mu? Kazıcının açtığı tünel…”

Buraya neden gelmiştik ki? Şu an neden kazıyorduk? Unutmamak için bunu sık sık tekrar etmemiz gerekecekti, zira unutuyor insan kolaylıkla…

* * *

Karanlık tünellerde hızla ilerliyorum, sert kayaları eritip kendime yol açıyorum. Bir miktar lityum, eski teknoloji ama işe yarar.

“Bilgisayarı bununla çalıştırabiliriz.”

Nasıl işlediğini bilsen de her şeyi sıfırdan yapmak zor… Uzun yıllar alıyor…

“Eve dönmemiz gerek…”

Yaptığım her şeyin arkasındaki düşünce bu, eve dönmek… Dönecek bir ev kaldıysa tabii… Yolu bulabilirsek… Tek istediğim bu…

* * *

Yemiyoruz, içmiyoruz, uyumuyoruz… Bize bir şey oldu… Onlar mı yaptı emin değiliz… Onlar kim? Eski sahipler, giderken arkalarında bunu bırakmış olmalılar… Bir kurtuluş? Sanmıyorum, daha çok bir lanete benziyor… Kendilerinden bir parça mı?

Efendim, Dünya dışı seyahat aracımız hazır.

Güzel, artık dönebiliriz.

Karmaşık tünelleri aşıp yüzeye geri çıkmayı başardığımızda, bu gezegene gelirken kullandığımız geminin bıraktığımız yerde olmadığını fark etmiştik… Buraya gelmiş miydik? Burada doğmadık yani? Yenisini inşa etmek çok uzun zaman aldı… Zaman? Artık saymıyoruz…

Yeni araca binip harekete geçiyoruz… Beş kişi miydik buraya gelirken de? Değilse diğerlerine ne oldu?

Gezegenlerin konumları değişmiş… Hatırladığımız gibi değiller… Evi bulamıyoruz…

Kaybolduk…

* * *

Ev yok… Yörüngeyi bulduk… Yalnızca kalıntılar var… Biz bakmıyorken neler oldu? Hepsini tersine çevirmek mümkün mü?

* * *

Zaman… Ne kadar göreceli?

Tüpteki bir karışıma bir parça daha yer çekimi ekliyorum… Geçmişe iz bırakmak mümkün, ama yeterli değil… Hepsini değiştirebilirim… Bu yüzden ölmüyorum, değil mi? Değiştirebilmek için…

Arkadaşım da deniyor…

Aynaya bakıyorum, karanlığın içinde bir çift siyah göz parlıyor…

* * *

Zamanı geri almaya ihtiyacım yok, hem riskli hem de çok uğraş gerektiriyor. İleri alıp baştan başlayacağız… Büyük çöküş için enerji topluyoruz. Bazı hayat formları yok olacak ama tekrar oluşabilirler, sorun değil… Tek bir noktadan yine hayat doğacak… Garantisi var mı? İnsanlar tekrar geldiği zaman aynı hataları yapmalarına engel olmak için burada bekliyor olacağım… Sonunda eve dönüp onu kurtaracağım… Kimi? Ancak bilincimi hiçliğin ortasında diri tutacak bir yol bulmalıyım… Çöküş sırasında başka bir evrende var olabilir miyim? Daha da önemlisi, zamanı gelince geri dönebilir miyim?

* * *

Hikâyeler geçiyor gözlerimin önünden, bazısına takılıp kalıyorum; bizimkinden daha ilginç olanlar da var…

Bir yandan hazırlıklarım sürüyor… Yaptıklarıma anlam veremiyorlar, ama bir görevim var… Zamanı gelince geri döneceğim ve her şey daha güzel olacak… Bir görevim var, bunu unutmamalıyım; tek bir sebep için bütün varlığım… Her şeyi bitirip tekrar başlatacağım ve sonrasında…

Sonrasında…

Sonrasında o Güneş’e asla çarpmadığımızdan emin olacağım…

Bir şey zihnimi ele geçiriyor sanki, kollarıyla onu sarıp bulandırıyor. Bu değildi amacım, bu ses bana ait değil…

Hayır, sensin, benim… Yabancı yok aramızda…

Yalan söylüyorsun, bu ben değilim. Bu sensin… Neden bu nefret bize karşı?

Size değil, yalnızca nefretin kendisine karşı… Sizler kutsal olan her şeyi mahvettiniz, kendinizden olanları öldürmekte hiç tereddüt etmediniz… O halde öldürün dedik, sizden geriye hiçbir şey kalmayıncaya kadar öldürün… Geriye bir tek sen kaldın zaten… Bilincinin son kırıntıları da yokluğa karıştıktan sonra evren rahat edecek…

Korkma, düşüncelerin uçup gittikten sonra bedenin huzurlu bir hayat yaşayacak…

Ah şu düşünceler, onlar olmasa insan ne güzel bir canlıydı…

Cana kıyan düşünceler…

Sinan Sonlu

Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum, şu an yine aynı üniversitede bilgisayar mühendisliği üzerine doktora yapmaktayım. Kitaplar hayatımda daima önemli bir yere sahip olmuştur. Okunacak yazılar yazabilmek, dinlenecek sözler söyleyebilmenin yanında, en büyük hayallerimdendir.