“Hakan, müsait misin? Bana gelebilir misin?”
Telefonu kapattığımda titremem hala geçmiş değil. Kafam karışık, ama asıl hissettiğim ise korku.
İstanbul’un trafiği, Hakan’ın tembelliği, benim sabırsızlığım. Hangisidir bilmiyorum ama Hakan’ın kapıyı çalmasına kadar geçen süre sanki bir asırmış gibi geliyor.
“Ne oldu oğlum, gecenin bu saatinde niye gelmemi istedin, yarın kampüste görüşürdük?”
Gözleri yine kan çanağı gibi olmuş. Kim bilir yine hangi barda takılıyordu.
“Anlatacağım.”
Hakan’ın soluklanmasını beklerken aslında kendimde bütün olup bitenleri anlatacak cesareti toplamaya çalışıyorum. İçki rafında duran ve belki iki senedir açılmamış viski şişesine uzanıyorum.
Düzgün viski kadehim bile yok, mutfaktaki dolaptan iki tane ufak su bardağına viski koyuyorum. Hakan şaşırıyor. İçkiyle pek aram olmadığının farkında.
Hakan’la aynı üniversitedeyiz. Daha da önemlisi, amca çocuklarıyız. Okulda herkes bizi kardeş sanıyor, malum soyadlarımızdan ötürü. Ben mühendislik fakültesindeyim, Hakan’ın ise matematikle fizikle ilgisi hiç iyi olmamıştır. O ise tam bir sosyal bilim uzmanıdır. Bir gökkuşağının iki farklı tarafı gibiyizdir. O ayrı renktedir, ben ayrı. Ama senelerdir hep birbirimizi tamamlamışızdır.
“Anlatsana oğlum, ne oldu yahu?”
Gözlerimi kapatıyorum ve geçirdiğim şu son birkaç gün geliyor aklıma.
“Babaannemi hatırlıyor musun?”
Hakan’ın yüzündeki soru dolu bakışları seziyorum. Gecenin bu vaktinde burada olmasının babaannesiyle ilgisini düşünüyor. Sorularla, cevaplarla zaman kaybetmek niyetinde değilim aslında. Sorduğum soruya cevap beklemeden devam ediyorum. Ediyorum ki içimdekileri dökebileyim, yüreğimdeki yangını söndürebileyim.
Babaannemle konuşmalarımızı hatırlıyorum. Seneler önceydi, ikimiz de ufacık çocuktuk. Yaz tatillerinde babam onu memleketten getirir ve birkaç ay bizde, birkaç ay da Hakan’larda kalırdı. Yaşlıydı, kendimi bildim bileli de yaşlıydı babaannem. Hep anlatırdı, hikayeler, masallar. Bizim için her anlattığı bir hazine gibiydi. Onu konuşturmak için elimizden geleni yapardık. Anlamamız gerekmez, sadece anlattıklarının büyüsüne kapılmak bize yeterdi. Ama hikayeleri dönüp dolaşıp tek bir noktaya odaklanırdı.
“Evet, büyük dedem ile ilgili hikayeler anlatırdı hep.” dedi Hakan.
Babaannem bizim hiç görmediğimiz babası hakkında konuşurdu çoğunlukla. Anlatırken bazen gözlerinin içi gülerdi, bazen de yanaklarından gözyaşlarının süzüldüğünü görürdük.
Anlattıklarını birkaç kez babama sormuştum o zamanlar. Babamın yüzü kararmış endişesi kelimelerine yansımış, babaannemizin çok yaşlı olduğunu ve çok aldırış etmememizi söylemişti.
1974 yılının yaz aylarındaydık. Eve her gün bir gazete alınırdı o zamanlar. Gözleri gazetedeki yazıları okuyamadığından hep bize okuturdu gazeteyi. O günü çok iyi hatırlıyorum. Türkiye’nin Kıbrıs Harekatı’na başladığı tarihlerdi. Gazete, Kıbrıs’a gönderilen askerler, çatışmalar ve kahramanca savaşan Türk askerlerinden bahsediyordu. Savaş haberleri, politikacılar, askerler ve ülkeler hakkında yazılanlar bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu. Sadece babaanneme yardım etme ve onun için gazeteyi hızlıca okuyup yeniden hikayeler anlatmasını dinleme derdindeydim.
Gazetenin sayfalarından birine şehit olan askerlerin resimleri basılmıştı. Babaannem sayfalara göz ucuyla bakarken birden çığlık atmaya basladı.
Elimden gazeteyi almış avazı çıktığı kadar bağırıyordu. O sırada annemle babamın yanımıza koşturduğunu hatırlıyorum. Ben ise babaannemin haykırışlarından korkmuş, bir köşeye kıvrılıp kulaklarımı tıkamaya çalışıyordum. Ama babaannemin sesi, tıkalı kulaklarıma boğuk bir tonla ulaşıyordu.
“Babam!” diye bağırıyordu.
Bu olaydan sonra babaannemi alıp bir yere götürdüler. Babam bir şey söylemiyordu. Annem geçiştiriyordu. O yaz bitmişti, okullar, karneler, heyecanlar, korkular, aşklar yeniden başlamış ve sonra yeniden bitmiş, yeniden yaz gelmişti. Babam sanki bir sene önce hiçbir şey olmamış gibi yeniden babaannemi bize getirmişti. Ama bu sefer biraz farklıydı her şey. Artık anlatmıyordu babaannem. Sadece gözlerini bir noktaya dikip uzun uzun dalıp gidiyordu. Bazen gözlerinden yaşlar damlıyordu ama yine de anlatmıyordu. Artık gazete de okumuyorduk ona, babam yasaklamıştı.
Bir kaç yazımızı yine bu şekilde geçirdik ve sonra babaannem vefat etti. Çok üzülmüştüm, benim için ilkti çünkü. İlk kez sevdiğim bir insanı kaybetmiştim, ama aslında onu bir kaç yaz önce kaybetmiştim.
Çocuktuk, derdimiz başkaydı. Tasamız başka. Ama babaannemin anlattığı hikayeler ve 74 yazındaki o olay aklımdan hiç çıkmadı. Cevaplanamamış sorular kaldı, küçük dertleriyle uğraşan küçük aklımda.
Zaman ise arkasına yapışmış çocukları sürükleyen bir at arabası gibiydi, bizi alıp çekip götürdü bütün o sorulardan. Yeni sorular ve yeni cevaplar yarattı. Okullar, üniversiteler, evlilikler. Ve babaannem geçmişte kaldı. Ta ki birkaç gün öncesine kadar.
“Ne oldu ki birkaç gün önce?” dedi Hakan. Bardağındaki viski bitmiş yenisini dolduruyordu. Ben de bardağımı uzattım. Oldukça sertti ama zihnimi ve dilimdeki düğümü biraz olsun çözmüştü.
Bir konuşma sırasında babam 74 yazındaki olaydan bahsetmeye başladı. Sonra daha da öncesinden. İşte o zaman eski defterler yeniden açılmıştı benim için.
“İznik’teki eski evi hatırlarsın, babalarımızın doğduğu ev. Biz de arada sırada gider gelirdik oralara. Yüzlerce yıllık tarih akardı her köşesinden. Hala da öyledir.”
Çiftçilik yaparmış dedelerimiz, yettiği kadar harcar, artanı biriktirirmiş ama zenginlik Hak getire.
İznik’in toprağı bereketli ama toprağın altı da bereketli diye kulaktan kulağa hikayeler dönermiş eskiden. Rivayet şu ki babaannemizin babası, büyük dedemiz Rasim, aklını define aramakla bozmuş zamanında. İznik’in her tarafını gezer tozar olmuş. Yetmemiş bütün gölün etrafını sırtında kazma ve kürekle dolaşmaya başlamış. Çalışıp eve ekmek getirmek varken bu işlere merak salması pek takdir edilmese de, ninem, babaannem ve iki kardeşi tarlalarda çalışıp büyük dedemiz Rasim’e muhtaç kalmadan yaşayabiliyorlarmış.
Rasim dede akşamları eve gelir bir tas çorba içer, sabah da birkaç zeytin ve bir dilim ekmek alıp yola koyulurmuş. Bu böyle aylarca devam etmiş.
Ama bir gün Rasim dede eve dönmemiş. Tam sekiz gün boyunca ne gören olmuş ne de duyan.
Sekizinci günün sonunda babaannemin dayısı onu göl kenarında otururken bulmuş.
Hiçbir şey söylememiş Rasim dedemiz. Hiçbir şey anlatmamış. Sadece büyük dayımıza bir torba dolusu Osmanlı sikkesi bırakıp eline de bir kağıt tutuşturmuş.
“Ne yazıyormuş kağıtta?”
Hakan gözlerini açmış bana bakıyordu.
“Şu satırlar yazılıymış.”
Hakan’a dosyalarımın arasından bir kağıt çıkarıp uzattım.
Ben ol dost bahçesinin bülbülüyüm
İlahi bülbülü gülden ayırma
Balığın canını suda dediler
İlahi balığı gölden ayırma
Orijinal hali Osmanlı’caydı ama Tarih bölümünden Süleyman hoca sayesinde eski yazıdan bu hale çevirebildik.
“Nasıl yani? Rasim dedenin dayıma bıraktığı kağıt sende mi?”
Bir başka dosyanın içerisinden bu sefer plastik bir koruyucunun içerisinde duran, yılların, hatta yüzyılların etkisiyle sararmış ve yıpranmış orijinal kağıt parçasını gösterdim. Hakan dosyadaki kağıdı dikkatlice inceledi. Kağıtta yazanlarla bendeki çevirisini karşılaştırdı. Hakan’ın ilgisini ve Osmanlıca’daki becerisini gördükçe bütün bu olan biteni ona daha önce anlatmadığım için pişmanlık duymaya başlıyordum. Sonunda dosyayı elinden bırakıp bana baktı. Tatmin olmuş gibi görünüyor ama şaşkınlığını da gizleyemiyordu.
“Eşrefoğlu Rumi isimli İznik’te yaşamış bir şairin eseriymiş. Bir tasavvuf eseri ve 14. yüzyılda yazılmış olmalı. Büyük ihtimalle Rasim dedemiz aradığı defineyi bulmuş ama aradığından da fazlasıyla karşılaşmış. Osmanlı sikkeleriyle birlikte ona bu satırlar da ulaşmış olmalı. Belki bir küpün içinden, belki bir mezardan, kesin olarak bilmek mümkün değil. Hele ki üstünden onlarca yıl geçmişken. Ama Rasim dede bu satırlardan çok etkilenmiş olmalı.
Büyük dayım o zaman kağıtta yazanlarla ilgilenmemiş. Rasim dedeye ne söylese etki etmemiş ve onu orada İznik gölünün kenarında bırakıp eve dönmüş. Bir daha da onu ömrü hayatında hiç görmemiş.
Ama babam hikayenin burada bitmediğini söylüyor. İznik ve Bursa’nın çeşitli yörelerine yerleşmiş bütün eş ve dosta haber göndermişler. Arada sırada bir akrabamız Rasim dedeyi gördüğünü iddia eder, ninemler de büyük dayımı apar topar Rasim dedeyi bulmak için gönderirlermiş, ama nafile. Rasim dede birden buhar olur ortadan kaybolur ve her seferinde dayım eve eli boş dönermiş.”
“Bütün bunlar hangi sene yaşanmış?”
“Babamın anlattığına göre 1910’lu yıllar olmalı. Babaannem henüz yedi sekiz yaşlarındaymış. Rasim dede ise o zaman kırklı yaşlarında olmalı.”
Birinci Dünya savaşı yılları, eli silah tutan bir çok erkek cephede savaşıyor. Kimin nerede olduğunu bilmek, birini aramak ya da bulmak mümkün değil o yıllarda.
Mümkün değil ama Rasim dedenin akıbeti ile ilgili hikayeler devam ediyor. Çanakkale savaşı sırasında 57. piyade alayına sevk edilen askerler arasında görüldüğüne dair bir haber geliyor. Ama sonra bu piyade alayındaki tüm askerlerin şehit düştüğü söyleniyor. Babaannem ve ev ahalisi artık ümitlerini iyice yitiriyorlar. Fakat sene 1921 olduğunda Rasim dedeyi bu sefer Sakarya muharebesi sırasında süvari birliğinde at üzerinde taarruz ederken görüyorlar.
Hakan’ın yüzündeki şaşkınlık iyice artıyor ama bozuntuya vermemeye çalışıyordu. Anlattıklarımın ona da tutarsız geldiğini anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu. Babamla yaptığımız konuşmalarda benim yaşadığım duyguların aynısını yaşıyor olmalı, farkındayım. O da kendi aklında anlattıklarımı sorgulamaya, mantık çerçevesine oturtmaya çalışıyor.
“Bütün bunlara rağmen bizim dedeyi bulabilen, tekrar karşılaşabilen yok.
Sonra uzun süre yeni bir haber ya da rivayet gelmiyor. Babaannem artık genç kız olmuş, Rasim dededen de ümitler iyice kesilmiş.”
Yıllar yeniden birbirini kovalıyor. 1951 yılının yaz aylarında Kore savaşından dönen gazileri karşılama haberleri gazete sayfalarını dolduruyor. Büyük dayım fotoğraflardan birinde Rasim dedeye benzeyen birini gördüğünü söylüyor. Babaannem kardeşleri arasında en büyüğü, Rasim dedeyi de hatırlayan tek çocuk. Gazeteyi gösterdiklerinde gözyaşlarına boğuluyor.”
“Rasim dedeyi yaşlanmış haliyle bile tanıyabilmiş yani.”
“İlginç olan da burası, fotoğraftaki kişi yaşlı değil. Hafif sakalı ve ince yüzüyle dikkat çeken kırklı yaşlarında birisi. Babaannem bu kişinin babası olduğundan o kadar emin ki, söylenen hiçbir şeyi kabullenmek ya da kimseyi dinlemek niyetinde değil. Gazeteye, fotoğrafı çeken muhabire ulaşmaya çalışıyorlar. Ama sonuç yine hüsran. Babam bu zamanları hayal meyal hatırladığını anlattı. O zaman dokuz yaşındaymış. Evde tek konuşulan konu bu olmuş, uzun bir süre. O zamanlar İzmit’te yaşıyorlar ama bu haberi duyduktan sonra defalarca İstanbul’a ve Ankara’ya seyahat etmişler. Maksat Rasim dedenin izini bulmak. Babaannemizden başka kimse inanmak istemiyor bu duruma. Bir ucunda akla ve mantığa sığmayan bir hikaye, diğer tarafta bu hikayeye inanan ve inandığından taviz vermeyen bir kadın. Bu arayışlar da çok ulu orta açıklanmıyor. Malum babaannemin akıl sağlığından endişe edilir diye korkuyorlar. Ailecek eşin dostun diline düşmek istemiyorlar. Onca arayış yine sonuçsuz kalıyor.”
“Artık 1974 yazına gelme vakti. Babam o yaz yaşananları anlattığında babaannemin çığlıkları yeniden kulaklarımda yankılanıyor.
“Babam!” diye bağırıyordu o gazete sayfasını gördüğünde. Yılların hasreti babaannemin haykırışlarında vücut bulmuştu. Babam ne yapacağını şaşırmış o zaman. Annemin hastanedeki doktor arkadaşları babaannemi bir psikiyatristin incelemesini önermişler, o yüzden önce bir süre müşahede altında tutulduktan sonra akıl hastanesine yatırılmış, fakat bir gariplik tespit edememişler. Babam bu durumdan ötürü vicdan azabı içerisinde olduğunu söyledi. Annesinin ümitlerine ve babasına kavuşma tutkusuna ihanet ettiğini düşünmüş uzun süre.”
Sessizlik. Hakan, elindeki bardağı tavandaki cılız ışığa doğru çevirmiş içinde sağa sola hareket eden iki buz parçasına bakıyordu. Aklından bir şeylerin geçtiği belliydi.
“Kamikaze” dedi birden.
Bir şey söylememe gerek duymadan yüzümdeki ifadeden kafamın karıştığını anlamıştı.
“Hadi zaman kavramını tamamen es geçelim. 1910’larda başlayıp 1974 yılına kadar aynı insanı, aynı fiziksel haliyle gördüklerini iddia ediyorlar. Ne kadar saçma olduğunun farkındasın herhalde, ama dediğim gibi hadi bunu es geçelim. Adam bu bahsettiğim tarih aralığında gerçekleşmiş tüm savaşlara sanki canını feda etmek için, tıpkı bir kamikaze pilotu gibi katılmış gözüküyor. Sanki amacı ölmek, amacı bir daha geri dönmemek, dönememek. Ama her defasında dönüyor.”
Hakan’ın söylediğini şimdi anlayabiliyordum. Gözlerini bardaktaki buzlardan ayırmadan devam etti.
“Anadolu kültürü efsanelerle doludur. Doğusundan batısına hangi yöreyi gezsen, hangi köy kahvesinde otursan sana bir eren efsanesi anlatırlar. Anlatılanlara saygısızlık etmek olmaz. Herbirini oturur dinlersin. İki arada kalır, ne safsata dersin ne de körü körüne inanırsın ama aklında hep bir soru işareti kalır. Bu da o efsanelerden birine benziyor, tek farklı tarafı bizim de bir ucundan buna dahil olmamız. Her ne kadar doğru olmasını istesem de, kafamda bunu bir mantık çizgisine oturtamıyorum ne yazık ki.”
Ona hak verdiğimi göstermek için başımı salladım. Merakını dizginlemeye çalışmadan, sorgulamaya devam etti.
“Peki babandan başka ne öğrenebildin bu konuda, örneğin 74 yılındaki gazete haberini ve babaannemizin gördüğü fotoğrafı bulabilir miyiz?”
“Benim tek hatırladığım koca bir sayfa dolusu insan yüzüydü ama babam o gazete sayfasını kesip saklamış.”
Bir başka dosyanın içerisinden yine sararmış ama nispeten iyi durumda bir gazete sayfasını çıkarıp Hakan’ın önüne açtım. Sonra da gözlerimi yüzüne dikip beklemeye başladım.
Hakan gazete sayfasındaki yüzleri teker teker inceliyor. Bir fotoğrafa geldiğinde ise yüzünün renginin solduğunu görüyorum. Şaşkınlıkla ağzı açık fotoğrafa sabit gözlerle bakıyor. Bir süre sonra kafasını kaldırınca göz göze geliyoruz.
Sesi dudaklarının arasından cılız bir şekilde çıkıyor.
“Bu, bu …”
“Evet, bu bizim Mehmet ağabey!”
Hakan da üniversitenin kütüphane görevlisini tanımıştı. Öğrencilik yıllarımızdan beri tanıyorduk Mehmet ağabeyi. Nereden baksan en az on senedir kütüphanede görürdük. İki katlı kütüphanenin her köşesini avucunun içi gibi bilirdi. Bir kitap bulmak gerektiğinde önce ona giderdik. Hiç konuşmazdı, kitabın ismini bir kağıda yazar eline tutuştururduk. Kağıdı inceler ve kitap tam olarak hangi kat, hangi koridor, hangi raf, hangi sırada ise yazar verirdi. İlk başlarda tesadüf olduğunu düşünürken, sonraları onu sınamak için kütüphanede bir kitap seçer yerini sorardık. Her defasında doğru yeri yazardı uzattığımız kağıda.
“Fotoğrafı ilk gördüğümde önce bir benzerlik olabileceğini düşündüm. Ama sonra onunla ilk karşılaştığım zaman aklıma geldi. Üniversiteye yeni başlamıştım, kütüphaneye henüz ilk kez giriyordum. Vizelere hazırlanmak için birkaç kitap bulmam gerekiyordu ama koca kütüphanede nereden başlayacağımı bile bilmiyordum. Yanına gidip kendimi tanıtmış ama hiçbir karşılık alamamıştım. Hatta ifadesinde bile bir değişiklik olmamıştı. Yardıma muhtaç olduğum için sesimi de çıkaramıyordum. Elimdeki kağıtta yazan kitap listesini gösterdim. Kağıdı aldı, listedeki kitapların yanına bir şeyler karalayıp verdi. Kitapları bulduğumda rahatlamıştım. O günkü donuk yüz ifadesini hala hatırlıyorum. Aslında hatırlamama da gerek yok. Son birkaç gündür her gün kütüphaneye uğruyorum ve yeni bir kitap soruyorum Mehmet ağabeye. Aynı donuk ifade ile ve hatta on yıl önceki aynı saçlarla, aynı gözlerle, aynı kirli sakalıyla uzattığım kağıda kitapların yerini yazıp geri veriyor bana. Yüzünde bir tane bile kırışıklık ya da yaşlılık belirtisi yok.
Dün de bütün günümü kütüphanede geçirdim, her yarım saatte bir yeni bir kitap sormak için yanına gidip sorarken gözlerinin içine, yüzünün her kıvrımına dikkatlice baktım. Ama yine de tatmin olmuş değildim. Akşam kütüphanenin kapanmasından hemen sonra dışarıda bekleyip gizlice peşine takıldım.”
Hakan, bir elinde gazete sayfası kaşlarını kaldırmış beni dinliyordu. Yarıda bırakmak niyetinde değildim, gözlerinin içine bakmaya devam ederek anlattım.
“Kampüsten çıktıktan sonra ağır adımlarla Sultanahmet tarafına doğru yürümeye başladı. Bir otobüse ya da minibüse bineceğini düşünürken birden adımlarını hızlandırıp yolun karşısına geçti. Kendimi belli etmemek için on beş metre kadar geriden yürüsem de sanki varlığımı hissetmiş gibi birden durdu ve geriye dönüp tam gözlerimin içine bakmaya başladı. Donup kalmıştım. O saatte işinden çıkmış insanlar ve okuldan yeni dağılmış çocuklar sağımdan solumdan geçip giderken Mehmet ağabeyin gözlerinde kaybolmuştum sanki. Kıpırdayamıyordum bile. Neden sonra gözlerini benden ayırıp caddenin karşısındaki bir sokağa girip gözden kayboldu. Dizlerimin bağı çözülmüş gibiydi. Kendimi bir yere atıp yarım saat oturmam gerekti. Sonra bir taksiye atlayıp eve geldim.
Sabah uyandığımda ne yapmam gerektiğini düşünerek okula geri döndüm. Akşama kadar olup bitenleri ve bütün o geçmiş hikayeleri düşündüm ama işin içinden çıkamıyordum. Gidip konuşmam, sormam gerekiyordu. O gerçekten Mehmet ağabey mi, yoksa yüz yıl önce ortadan kaybolan, babaannemizin biricik babası Rasim dede miydi? Akşam mesai bitmeden kütüphaneye gitmeye karar verdim. Okuma alanındaki öğrencilerin sayısı iyice azalmış, tek tük kalan birkaç tanesi de önlerindeki kitapları toparlamaya başlamışlardı. Tüm cesaretimi toplayıp Mehmet ağabeyin devamlı bulunduğu odaya doğru ilerledim. Tam odaya girmek üzereyken farkettim onu. Sanki ona gittiğimi anlamıştı, sert bakışlarıyla içimi delercesine bakarak bana doğru hızlı adımlarla ilerleyip tam önümde durdu. Elimdeki kağıtlardan birisini alıp cebinden çıkardığı kalemle kağıda bir şeyler karaladı. Kağıdı bana uzatıp arkasını dönüp uzaklaştı.”
“Ne yazıyordu kağıtta?”
Hakan’ın meraklı gözleri yırtıcı bir hayvan gibi bana dikilmişti. Cebimde duran ve üzerinde eski yazıyla yazılmış kağıdı çıkarıp Hakan’a uzattım. Hakan, kağıtta yazanı yüksek sesle okudu, daha sonra da nispeten kısık bir sesle tercümesini okudu.
“Artık peşimi bırakın, evlat…”
Merhabalar.
Öykünüz ve atmosferi çok güzeldi.
Diyalogların gerçekçilik açısından çok kuru olduğunu düşünüyorum.
Seçkideki ilk öykünüz; hoş geldiniz. Ama yazdığınız ilk öykü değildir muhtemelen; gayet başarılıydı. Finali de çok güzeldi.
Ellerinize sağlık. Gelecek seçkilerde de görüşebilme umuduyla.
Merhaba,
Öncelikle teşekkür ederim, beğendiğinize sevindim.
Olayların ve tarihlerin akışını bağlamaya çalışırken diyaloglara çok özen gösterememişim dediğiniz gibi.
Siteyi ve öyküleri yeni keşfetmiş olmanın tadını çıkarıyorum şu anda. Gelecek seçkilerde de paylaşımda bulunabilmek için çalışacağım.
Görüşmek üzere.