İnsanın şu hayatta şahit olmaması ya da görmemesi gereken şeyler olduğuna inanıyorum artık. Lakin kastım hayatlarımızı kedere boğan, acı, feryat, figan dolu anılar değil. Onları görmememiz için tanrının bizi ta doğuştan uygun şekilde programladığı şeylerden bahsediyorum. Şimdiye değin tüm bildiklerimizin, ya da bildiğimizi sandıklarımızın ötesinde var olan, bu dünyaya ait olmayan şeyler. Bu gibi şeyler kısıtlı varoluşumuza temas ettiği zaman öyle dehşetli, öyle kapanmaz izler bırakıyorlar ki tanrının yaratım sürecimizde neden böyle bir karar aldığı sorusu da hemen cevabını buluyor. Biliyorum, çünkü bu “görmemen” gereken şeylerden birini, hatta fazlasını görme şansına eriştim. Lakin buna şans demek ne kadar doğru olur, işte onu bilemiyorum.
Size bu nasihati verme cüretinde bulunan kişiye de bakın bir hele! Utanmadan size tam tersini tembihlesem de ben de görebilmek için direndim hep. Ne de olsa insanoğlu bir şey ne kadar yasaksa o kadar şehvete kapılır. İşte benim de çocuk saflığıyla süslü cehaletimi sonsuza değin değiştiren şey de 9-10 yaşlarında edindiğim, o korku dolu olduğu kadar açlığımı da uyandıran tecrübe oldu. Hoş bir yaz akşamında annemle beraber bütün gece hayranlık içinde izlediğimiz, gökteki o parlak kızıl noktanın basit bir yıldız olmadığını en başından beri biliyordum. Bir anda tarifi imkânsız bir hızla sola doğru kayıp ortadan kaybolduğunda gene basit bir yıldız kaymasını olmadığını da. O an bütün varlığımla emin olmuştum ki bu kesinlikle görmemem gereken bir şeydi. Zira annem benim aksime büyük bir olgunluk göstererek bu işin ardını derhal bırakmıştı.
Ama ben ne de olsa bir çocuktum ve ne yazık ki bilmek istiyordum. İnsanı ileriki yıllarında o çok özlediği saflığından uzaklaştıran da bu kahrolasıca öğrenme arzusu değil midir zaten? Sonuçta bir yaşlı gibi kalan ömrümü doğru farz ettiğim gerçeklerin bir gün yerinden oynayacağı korkusu ve kesin bir inkârla geçiremezdim. Nitekim merak denen zehir kanıma işlemişti bir kere. Panzehirimi ancak kitaplar ve umutla dolu bakışlar sarf ettiğim gökyüzünde arıyor, görebildiklerimizin, daha doğrusu duyu ve algılarımızın ötesindeki varlıklar, dünyalar, konular hakkında ne bulursam mideye indiriyordum iflah olmaz bir açlıkla. Artık yaşadığımız dünyanın bilinenlerinden zevk almaktansa bilinmeyenlerinin, hatta belki de asla bilinmeyecek olanlarının peşinden koşmak çok daha cazip geliyordu bana. Evet, bu aslında çok büyük bir kumardı ve ben tereddüt etmeden rest çekmiştim.
Ne var ki ikinci işareti görebilmem için 15 koca yıl beklemem gerekti. Bitip tükenmek bilmeyen bir umutla gökyüzünü seyrettiğim kahrolası bir 15 yıl! Nitekim benimle beraber şahit olan tüm insanların nefesini kesen gökteki o büyük kırmızı noktayı, o havada uzun süre asılı durduktan sonra gene sola doğru ama bu sefer usul usul seyreden büyük kırmızı “şeyi” tekrar gördüğümde artık deli bir doktora dönmüştüm. Modern bilim tarafından reddedilmiş tüm tuhaf teorilerimi ispatlamama rağmen bunu bir dur işareti olarak almaktansa tanrının otoritesini sorgulamak için bir fırsat olarak görüyor, aslında görmemem gereken o şeyi daha da iyi görmek, anlayabilmek ve en önemlisi de bilebilmek için peşinden koşturuyordum. Bütün benliğimle gene rest çekiyordum anlayacağınız, zira insan meydan okuyabildiği şeyden de korkmamalı. Lakin bırakın bu büyülü olayı takip etmeyi, korku içinde bir köşeye sinen diğer insanların da blöf yapmadığı kesindi takdir edersiniz. Gerçi onları bu olaya bulaştırmak istemezdim ama anlattığım şeylerin gerçekliğinden şüphe duymamanız için zihinleri “normal çalışan” başka insanların şahitliğine ihtiyaç duyacağınız düşünülürse buna ikiyüzlülük de denemez.
Şimdiyse bu olayın üzerinden 2 yıl geçti (neyse ki bir 15 yıl daha gerekmedi, ama sanırım beklerdim de) ve daha birkaç dakika önce gökte gördüğüm, daha doğrusu görmemen gereken o şeylerden biri gecenin kör bir yarısı pencereme inmeme rağmen bakamıyorum. Görebilmek için ne kadar çabalarsam çabalayayım lanet olsun ki o sarı-turuncu, mum ışığı gibi titreşen saydam varlık kapımın girişinde belirdiğinden beri kıpırdayamıyorum, çünkü boynumdan aşağısına hiç anlayamadığım bir felç inmiş durumda ve vücudumun işleyen tek kısmı ise tuhaf biçimde ayak bileklerim! Onların da aslında ne kadar işe yaramaz eklemler olduğunu an itibariyle idrak etmiş durumdayım, gerçekten de öğrenmenin yaşı yokmuş. Ağzım ise eğer görebilseydiniz benden çok sizi dehşete düşürebilecek şekilde çarpılmış durumda ve sarkık alt çenem gırtlağımdan çıkan hırpani seslere eşlik eder biçimde titreyerek seyrediyor. Ne kadar direnirsem direneyim vücut pozisyonum sadece o varlığı görebilecek şekilde adeta sabitlenmiş durumda ve benim de açıkçası onu kırmaya pek niyetim yok. Şimdi müsaadenizle olanlara burada ara vereceğim, zira daha en başta bu hayatta şahit olmamanız gereken şeyler olduğunu özellikle belirtmiştim. O yüzden başıma gelenleri bilmeseniz sizin için çok daha iyi olur. Sanırım benim için de…
- Dijital Duygu - 15 Şubat 2019
- Fazla Sevgi Adamı Öldürür - 15 Aralık 2015
- Korkusuz – Bölüm II (The Man Without Fear – Part II) - 15 Mayıs 2014
- Korkusuz – Bölüm 1 (The Man Without Fear – Part I) - 15 Şubat 2014
- Beyaz Duvar - 15 Ağustos 2013
Nasıl yani? Peki nedir o? Ben de rest çekiyorum. Bilmek istiyorum! 🙂
Bence bilmesen senin için daha iyi olur Ceyhun 🙂