“Zaman hiç kaybolmaz, kaybolan biziz,” diye fısıldıyor bileğinde mavi kelebek dövmesi olan adam. Sesi tanıdık geliyor. Kopkoyu bir karanlığa uyanıyorum. Lambanın gazı bitmiş olmalı. Korkmuyorum, hayret! Kafamın içindeki aylak bilgiler durmaksızın dönüp duruyor. Burada günlerdir yaptığım şey, işime yaramayanları eleyip, kalanlarla ne yapacağıma karar vermek.
Şu anda bana güven veren tek şey, kapının arkasına dik dayamayı başarabildiğimden beri orada öylece duran tuhaf alet. Başlarda ikide bir kayarak yere düşüyor; bir türlü sabitlenmiyordu. İnsan tek başına olunca böyle şeyleri takıntı haline getiriyormuş meğer. Epey uğraştıktan sonra ağır bir maşa ile sert betonu kırarak, yerde küçük de olsa bir çukur oluşturmayı başardım. Mızrağın ahşap sapını oraya yerleştirince, keskin kısım duvara sabitlenebiliyor. Böylece üstte kalan metal, akşamları gaz lambasının yansımasıyla ışıldıyor. O ışıltıya bakarak uyumayı huy haline getirmemeli, gazı boşa harcamamayı öğrenmeliydim fakat karanlıktan korktuğumu sanıyordum.
Bizi ayıran nehir, filmin adı. Brad Pitt var. İki gün önce balık avlamak için belime kadar suya batmama gerek kalmadı. Sinek oltam yoksa da kıyıya yakın yüzen, aptal balıklar mızrakla avlanabiliyor. Avcılığa kabiliyetim olduğunu öğrendim, güzel. Burada üstesinden gelmem gereken şeylerin önem sırası her gün değişse de ilk madde hep aynı, beslenecek bir şeyler bulmak. Aç kalmamalıyım.
Öncesini hatırlıyorum. Duvardaki çentiklere bakılırsa sekiz gün önce olmalı, köşedeki paslanmış eviye ile kapaklarının çoğu kırık, yer yer çürümüş ahşap dolaptan müteşekkil tam takır mutfakta bulduğum avcı bıçağı. İçi toprak dolu galvaniz kovanın içinden çekip çıkarttığım küreğin sapını ayırmak için gün boyunca ter dökmem. Başaramayıp, sapı baltayla kesmeyi akıl ettiğimde tattığım zafer duygusunun damağımda bıraktığı şeker tadının yerini, sapla bıçağı bir türlü birleştiremediğim için midemden ağzıma yürüyen ekşi suyun tadına bırakması. Sıkıştığı için zorlukla açılan çekmecede bulduğum bakır tel. Umutla başladığım telle bağlama denemelerimin, bıçağın durup dururken saptan koparak yere düşmesiyle hayal kırıklığıyla sonuçlanması. Tel tutmuyor, anlaşıldı. Sonrasında bahçedeki kör kuyunun kovasının urganını keşfedişim. Urganı bıçakla kesip, tel tel ayırdıktan sonra bıçağı kürek sapına itinayla sabitleyişim.
“Ara sıra da olsa egonu bir kenara bırakabilsen özgürleşeceksin aslında. Her ikimiz de hafifleyeceğiz,” diyor adam bu sefer. Bileğindeki kelebek kanatlanıp, arkasında ışık huzmesi bırakarak uçuşuyor. Bakıyorum, bu kez de ay ışığı mızrağın bıçağına yansımış, etrafta gölgeler… Freud’un sözüyle ego şahlanmış bir at üzerindeki şövalye gibidir. İd ile süper egonun isteklerini uzlaştırmaya çalışan hakemdir. İd, ego ve süper ego insan zihninin katmanlarıdır. Bu katmanlar birlikte yer almalarına karşın farklı düzlemlerde fonksiyon görürler.Egomun baskın olmasının şu an bana faydası var mı? Yok. Zihnimin katmanları arasına saklanan anıları bulup, çıkartmam daha kritik.
Jack London’un “Ateş Yakmak” adlı kısa öyküsü Alaska’da buz ve kar ile kaplı bölgede kamp yapmaya giden bir adamın ateş yakma çabasını anlatır. “Benim öykülerim zalimse, yaşamın kendisi de zalim demektir,” demiş Jack London. Bana biraz abartılı geliyor. Çakmağın gazı tükenince düşüncelerim değişir mi? Çakmağım olduğuna göre sigara içiyor muyum? Etraf yavaştan aydınlanıyor. Böylece mızrağın gövdesini de görebiliyorum yattığım yerden. İyi, biri bana zarar vermeye çalışırsa bununla kendimi pek güzel savunurum.
Bununla öğleden sonra nehre gidip, bir iki aptal balık avlamak da çocuk oyuncağı. Balık, zihni açarak hafıza kaybı ve unutkanlığı önler. Kim bilir, belki o zaman kim olduğumu, buraya neden geldiğimi de hatırlarım. “Kadın başına bu saatte sokakta ne işin var,” diyor kafamın içindeki baskın erkek sesi. Kim acaba? “Kadın gezginler listesinde yer alan Türk ve Dünya genelinde cesaretle gezen kadınlarımızı tebrik ediyoruz,” diyor bir diğeri.
Hoh, dediğimde ağzımdan duman çıktığına göre içerisi epey soğumuş olmalı. İki gece önce yatağı yakınına taşımayı akıl ettiğim, şömine demek için fazla iptidai ateş yakma yerindeki közler sönmüş. Bedenimi ısıtma işi kıvrılarak yatmazsam örtünemediğim, tiftiklenmiş sefil battaniyeye kalmış. Evimde şömine var mıydı acaba? Nasıl bir yerde yaşıyordum? Burayı epey yadırgadığıma göre daha konforlu bir hayatım olmalı. Bu düşünce içimi ısıtır gibi olsa da kafamın içinde beynimi kemiren, ivedilikle cevaplanması gereken sorular…
Uçuşarak cama çarpan, bazısı eriyip yol yol aksa da bir kısmı beyaz bir tortu halinde manzaramı filtreleyen tanelere bakılırsa dışarıda kar başlamış olmalı. Oysaki sahilde, yakıcı bir güneşin altında uzanıyormuşçasına baygınlık ve uyuşma halindeyim. Uykuya teslim olurken, kelebek dövmeliyle el ele dalgaları seyrediyoruz. “Hipotermiye giriyorsun, ateş yakmalısın,” diye fısıldıyor kulağıma. “Üşümüyorum ki ateş yakayım,” diye cevap veriyorum. “Hep kafanın dikine git sen,” diyor. Tam da o sırada kapı gürültüyle açılıyor. Arkasındaki mızrak yere düşüyor.
Beni sedyeyle dışarı çıkarırlarken, çırpınışlarıma tepkisiz kalamayan bir adam ağzıma taktıkları oksijen maskesini çıkarıyor. “Mızrağımı unutmayın,” diyorum kapıyı işaret ederek. Şaşırıyor. Kar taneleri yüzüme düşse de üstüme örttükleri battaniye sıcacık. Oh, mızrağım da yanımda.
- Çiftlikteki Sır - 1 Ekim 2020
- Adanmış Esaret, Özgür Zürafa ve Ölüm - 1 Temmuz 2020
- Bir Elliliğin Güncesi - 1 Mayıs 2020
- Femirüs - 1 Nisan 2020
- Ağırlık - 1 Mart 2020
Merhaba @Sitaresan. Keyifle okudum öykünüzü. Tebrik ederim. Kaleminiz daim olsun. Selam.
Teşekkürler Ziya Bey, beğendiğinize sevindim. iyi dileklerimle.