Öykü

Gölgesi Olan

Uzun, geniş cadde tıklım tıklımdı. Caddenin iki yanını da saran binalar gökyüzüne alabildiğine uzuyor ve aşağıdan göğün mavi ve beyaz alacasında bir şerit hâlinde gözükmesine sebep oluyorlardı. Binaların alt taraflarındaki camekânlı dükkânlardan birileri girip çıkıyor, tek düze bir müzik sesiyle beraber kafelerin kaldırımlara taşan masalarında oturanlardan etrafa hem hararetli hem neşeli konuşma sesleri yayılıyordu.

Havaya ılık bir kış soğuğu hâkimdi. Serin havaya güneşin sıcaklığı eşlik ediyordu. Parlak gökyüzünde rastgele dağılmış beyaz, kabarık bulutlar geziniyordu. Caddenin kalabalığında ise havaya doğru yükselen küçük buhar bulutları oluşuyor, bir var olup bir yok oluyorlardı. Şehrin bu hıncahınç dolu damarına binaların aralıklarındaki dar yollardan sürekli insan yığınları katılıyordu. Çoğunun suratında ciddi, somurtkan bir ifade vardı. Telaşla attıkları her adım sonrasında gözleri daha da ileriye kilitleniyor, bakışları çevrelerine bir an dönmüyordu.

Güneş, caddenin tam tepesinde asılı hâlde her yeri aydınlatmaya başlamıştı. Soluk renkli eski binalar da gövdelerine vuran ışıkla capcanlı dikiliyorlardı. Gökyüzünün berrak çehresi caddede tek bir karanlık yer bırakmıyordu. Binaların, sokak direklerinin de gölgesi yoktu. İnsanların bile.

Caddenin bir yanında, iki binanın arasından caddeye doğru inen bir merdiven vardı. Merdivenin iki yanında yer yer yamuk korkuluklar duruyordu. Onların da üstünde birbirine bitişik binaların yan duvarlarındaki yangın merdivenleri asılıydı. Şehrin üst kısmına tırmanan ve bir süredir ayak basılmayan bu merdivenin başında çok sıska olmayan, biraz yapılı genç bir adamın silueti belirdi. Sağ elinde bir evrak çantası, diğer elinde ise büyük, kartondan bir kahve bardağı tutuyordu.

Adam, hızlı adımlarla merdivenleri inmeye başladı. Caddenin bir sel gibi aktığını görünce içini bir telaş bürüdü. Kahvesini dökmemek için sol elini temkinli bir şekilde yukarıda tutuyor ve arada sırada sol eli bardakla beraber dudaklarına yöneliyordu. Bir düzine kadar merdiven basamağını indikten sonra merdivenin ilk sahanlığına ayağını indirdi. Adımlarının şiddetini o anda fark edip durdu. Zira ayakları sahanlıktaki küçük su birikintisine girmişti. Siyah, deri ayakkabılarının tabanlarını kaplayan birikintiye baktı ve dudaklarından sinirli bir mırıltı çıktı. Su birikintisinin üzerindeki dalgalar durulunca yüzeyinde kendini gördü. Dalgalı saçları ortadan ikiye ayrıktı. Omzuna dökülen saçları ensesinde kıvrılarak bitiyordu. Pürüzsüz yanaklarındaki hafif grimsi rengin üzerinde kırışıklar belirmeye başlamıştı. Gözlerinin altındaki mor torbalar bugün daha da çıkıntılıydı. Kalın kaşlarının üstünde üç uzun, ince çizgi vardı. Ortadaki çizgi daha uzundu ve şakaklarına kadar en yakın o sayılırdı.

Kendini bir anlığına istemsizce süzdü. Ayaklarını henüz suyun içinden çıkarmamıştı. Birikintideki dalgalar iyice durulmuş, bütün yansımasını daha iyi görür olmuştu. Ceketi üzerine bol geliyordu. İçindeki gömleği aceleyle ütüleyip çıkmıştı ve üzerindeki buruşukluklar hâlâ duruyordu. Yakasındaki kravatı da bağlamasını becerememişti. Kravatının yakasıyla arasındaki boşluğu görünce sıkmaya yeltendi. Kahve bardağı olan elini kravatının üzerine bastırdı ve çantasını da tuttuğu elinin bileğine geçirdi. Kravatını sıkmaya çalışırken kahve bardağı elinden kayıp yere düştü. Yarısı dolu kahve bardağı birikintinin içine düşerek etrafa saçıldı.

Adam yerinden zıplayarak sahanlığın kenarına çekildi. Yüksek sesle bir küfür savurdu. Ayakkabıları ve pantolonun paçaları suyla karışık kahveye bulanmıştı. Paçalarındaki kahve lekelerini temizlemeye koyuldu. Bunu yaparken merdivenlerin bitimindeki caddeye göz atıp duruyordu. Merdiven aralığına gelen giden yoktu. Cadde tüm hızıyla akmaya devam etmekteydi. Caddeden gelen ayak sesleri ve konuşmalar yukarıda birbirine karışıyordu.

Paçasındaki lekelerin daha da berbat hâle geldiğini görünce eğildiği yerde derin bir iç çekti. Aniden bir hışımla elindeki çantayı merdivenlerden aşağı fırlattı. Dudakları sürekli hareket ediyor, bazen anlamsız bazen sövgü dolu cümleler sarf ediyordu. Bir ara birikintiye doğru boş bir tekme savurdu. İrili ufaklı su damlacıkları karşı demir korkuluklara sıçradı. Zorlukla sıktığı kravatını bıkkınla gevşetti. Olduğu yere çöktü. Korkuluklara sırtını verdi. Bir yukarı bir aşağı baktı. Merdivene ayak dahi basan yoktu. Bakışlarını caddeye çevirdi. İçinde korku dolu bir burukluk vardı. Gözlerinin yaşardığını hissetti. Birikintiye döndü ve tekrar durulan su yüzeyinde bir parlaklık gördü. Bir bulut yumağının arasından geçen güneş tepeyi terk ediyor, aşağı süzülmeye başlıyordu.

Adam yaşlı gözlerini elleriyle silip birikintiye tekrar yakınlaştı. Başının tam üstünde ışıldayan yuvarlağa baktı. Emekleyerek geri çekildikten sonra ayağa kalkmaya çalıştı. Pantolonu kahve lekelerinin yanında bir de tozlanmıştı. Umursamadan bitkin gözlerini göğe çevirdi. Göz bebekleri ışıldamıştı. Masmavi, saf gökyüzü kahverengi gözlerine doluyordu. Dudakları birbirinden ayrıldı. Yüzünü esrik bir gülümseme kapladı. Hemen sonra yüzünün neşesi söndü. Kaşları yukarı kalktı. Çenesi ve dudakları titremeye başladı. Gözünde tutunan bir damla yaş süzülüp birikintiye düştü. Düşük omuzlarıyla öylece gökyüzüne bakıyordu.

Ansızın merdivenlerin başında bir ayak sesi duyuldu. Ayak sesi, büyük bir kahkahayı takip etti. Gözlerini aşağı indiren adam çevik bir hareketle arkasını döndü. Sesin geldiği yöne baktı. Merdivenin yukarı öte ucunda ince bir siluet iki elini beline koymuş, onu seyrediyordu. Siluet yeniden bir kahkaha attıktan sonra gözü yaşlı adama tok sesiyle bağırdı.

‘’Gölgen güzelmiş!’’

Ve ardından küçük bir kahkaha daha geldi. Kahkahanın ardından adam hızlıca kendi etrafında döndü. Şaşkınlıktan gözleri pörtlemişti. Ayaklarından birkaç merdiven basamağının aşağısına kadar kendi cüssesi gibi fakat biraz daha uzun bir karaltı vardı. Basamakları yavaşça geri geri çıkarak karaltıyı izledi. O ne yaparsa karaltı da ona eşlik ediyordu. Anlamsızca kollarını havaya kaldırıp indirdi. Ayaklarını oynattı, kollarını bir açıp bir kapattı. Aynılarını yerdeki karaltı da yapıyordu.

Dehşet dolu gözleriyle önündeki kara lekeyi izledi. Adım atmayı bırakmıştı. Sahanlığın birkaç basamak üstündeydi. Birden aklına kahkaha atan adam geldi. Sırtını bir daha döndü. Merdivenin başında kimse yoktu. Aynı şekilde caddeden de gelen yoktu. Merdiveni tırmanmaya koyuldu. İlk adımlarda yalpalayıp basamaklara kapaklandı. Burnunu çekelemesinin arasından acı inlemeler yayıldı. Attığı her adımda kafası geriye, yere dönüyor, azılı bir düşmandan kaçarcasına koşuyordu.

Hızlı adımların neticesinde adam hemen merdivenin başına geldi. Merdivenler üç büyük binanın arasında kalan bir dar sokağa çıkıyordu. Adam iki yanına da bakındı. Görünürde kimse yoktu. Sadece ara sokağın çıktığı sokaklardan tek tük insan geçtiği oluyordu. Tekrar yukarı baktı. Güneş gitgide aşağı kayıyordu. Dar sokağın yarısı karanlığa gömülmekteydi.

Karaltı, ayak diplerine hâlâ yapışık duruyor, ileriye doğru uzuyordu. Göz ucuyla dahi bakmak istemiyordu artık. Vakit kaybetmeden sokağın gölgelik kısmına yürüdü. Duvara yapışık hâlde ilerliyordu. Gölgelik alana geçince karaltı da peşini bıraktı. Hıçkırıklara boğulmuştu. Gözlerine dolan yaşlardan önünü göremiyordu. Sokağın sol yanındaki açıklığa geldiğinde büyük bir çöp konteynerinin yanına çöktü. Duvara dayalı konteynerin içi de etrafı da iri, siyah çöp poşetleriyle doluydu. Kafasını duvar dibindeki bir poşete yasladı. Günün bitmesini bekleyip karanlıkta evine gitmeyi planlıyordu. Kan çanağına dönen gözleri kapandı kapanacaktı. Yüzündeki buruk ifadeyle uyuklamaya başladığı sırada bir şeyler mırıldanmaya devam ediyordu.

Uyandığında üstünde hantal bir kedi geziniyordu. Ani bir hareketle yerinden doğrulduğunda kedi cıyaklayarak üstünden atladı ve sokağın karanlığında kayboldu. Yüzündeki yaşlar kurumuş, vücuduna keskin bir ağrı saplanmıştı. Gölgesi olduğunu hatırlayınca o korku dolu sancı da içine bir daha nüksetti. Kafasını kollarının arasına alıp bir süre öyle durdu. Sokağın yanındaki açıklıktan sesler duyunca kendine geldi. Derin bir nefes aldı ve sokağı terk edebilmek için konteynerin arkasından çıktı. Bu sırada ceketinin yırtılmış olduğunu fark etti. Aceleyle ceketi çıkartıp çöp poşetlerinin üzerine fırlattı.

Beyaz gömleği ve siyah kravatıyla ara sokaktan başını dışarı çıkardı. Karşıda büyük eski bir bina vardı. Büyük araziyi tek başına kaplıyor ve iki yana uzanıyordu. Kapı girişinin önünde karşı karşıya iki adet aslan figürü yerleştirilmişti. Binanın sağ tarafındaki yol ileri doğru kıvrılarak aşağı caddeye iniyordu. Saatin kaç olduğundan haberi yoktu ama caddeye inen bu yol hâlâ kalabalık, kısa sokak lambalarının zayıf, beyaz ışıklarıyla ve dükkânların loş sarı ışıklarıyla apaydınlıktı. Sol yana uzanan yolda sadece sokak lambaları yanıyordu. Binaların çoğu apartmandı ve giriş katlarında dükkânlar bulunmuyordu.

Seri bir şekilde sol yana saptı. Apartman duvarlarına sürünerek gidiyordu ve biraz da eğilerek. Kaldırımlarda kimse gözükmüyordu. Bu yüzden fevri adımlarla hızlandı. Bu durumdayken bile gölgesine bakmadan edemiyordu. Sokak lambalarının ışıklarında soluk bir karaltı duvarlarda cirit atıyordu.

Sokağın sakinliğinden faydalanarak epey yol kat etmişti. Yol şimdi sağa dönüyordu. Temkinle köşeyi döndü. İleride bir doğa parkının ağaçlıklı tepesi görünüyordu. Sokağın sağ yanında eski binanın duvar ve demirlerle örülü otoparkı vardı. Otoparkın içerisindeki uzun direklerden güçlü, beyaz bir ışık yayılıyordu. Yürüdüğü kaldırımın devamında sarı bir ışık yere vuruyor ve yolun belli bir hizasını aydınlatıyordu.

Karşısına kimsenin çıkmamasını dileyerek yürümeyi sürdürdü. Sarı, loş ışığın yayıldığı yere yaklaştı. Kapısı kapalıydı. Camlarından içeri bakmaya çalıştı. Yarı karanlık mekânın masalarında oturan yoktu. Koşar adımlarla atıldı. Arkasına uzunca bir karaltının yayıldığını fark edebiliyordu. Adımını atar atmaz mekânın kapısı gıcırdayarak aralandı. İlkin küçük bir çocuk çıktı. Onun arkasından da bir adam ve bir kadın. Kız çocuğu gölgeli adamı görür görmez aniden duraksadı. Birbirleriyle konuşan anne ve babasına doğru yürüyüp babasının bacağına sarıldı. Gözlerini adamın üzerinden alamamıştı.

Gölgeli, gülümseye çalıştı. Bu sırada adım atmaya da devam ediyordu. Onu takip eden karaltıya utançla bakarak yavaşladı ve karşısındaki aileyi süzdü. Hiçbirisinin gölgesi yoktu. Sadece bedenleri vardı. Onları her hareketlerinde lekeleyen bir şey yoktu.

Anne, kızının babasına sarılıp gözlerini diktiği adamı görünce kızını kucağına aldı. Adam karısını ve kızını arkasına çekti.

‘’Yaklaşma bize!’’ dedi nefretle bağırarak. ‘’Gitsene! Ne bakıp duruyorsun!’’ diyerek adamın üzerine yürüdü. Gölgesine iğrentiyle bakıyordu.

Gölge yerinden kıpırdadı. Adam çaresiz bir hâlde yürümeye koyuldu. Gözleri yine yaşla dolmuştu. Kafasını eğerek ağlamaya başladı. Yolun karşısına geçmek için kaldırımdan indi. Bakışlarını yukarı kaldırmaksızın omuzları düşük, sarsak adımlarla yolun ortasına değin yürüdü.

Yolun ortasında birden gürültülü bir fren sesi duyuldu. Göz alıcı iki ışık yolu aydınlatıyordu ve yine upuzun bir karaltı yolu boydan boya kaplıyordu. Adam irkilerek kendine geldi. Biraz yalpaladı ve sonra adımlarını sağlamlaştırdı. Yüzünü gözünü sildi. Arabanın içinden bir adamın el işaretleriyle ona bir şeyler bağırdığını işitti ama anlayamadı.

Yolun karşısında yeşil bir tepe uzanıyor ve taşlarla örülü bir patika, parkın girişinden yukarıya doğru gidiyordu. Girişteki lambaların altından hızla geçti. Geri kalan kısım gölgelikti ve parkın aydınlatmaları sık sık döşenmemişti. Özenle döşenmiş taşlardan oluşturulan patikayı tırmandı. Tepeden aşağıya baktı. Parkın sol tarafında büyük, yapay bir göl vardı. Beyaz noktalarla bezeli, lacivert gökyüzü temiz suyun yüzeyine inmişti. Gölün etrafıysa sararmaya yüz tutmuş ağaç yapraklarıyla örtülmüştü. Parkın her yanını dolanan kıvrımlı patikalarda zaman zaman birkaç insan silueti belirip kayboluyordu.

Tepenin biraz aşağısında kuytu bir açıklık gördü. Hemen oraya yöneldi. Üşümüştü. Kollarını önünde birleştirerek yürüyordu. Ortalık oldukça sessizdi. Sadece şehrin sokaklarından yükselen gürültüler belli belirsiz duyuluyordu. Ne ki tepenin eğimli kısmında yavaşça ilerlerken birkaç sert adımın duyulmasıyla ayağına gelen bir darbenin onu sendeletmesi ve yüz üstü yere düşmesi bir oldu.

İki genç, adamın üzerine çullandı. Biri göğsüne çıkmış, suratını yumrukluyor, diğeriyse ayağıyla adamın vücuduna gelişigüzel tekmeler atıyordu.

‘’Senin gibiler yüzünden kardeşim de ruh hastasının teki oldu lan!’’ diyordu göğsüne oturmuş olan vurmaya devam ederken ince sesiyle.

Diğeri de küfürler savurup daha da sert tekmeler atmaya çalışıyordu. İki arkadaş, adamın ağlamalarını, yalvarışlarını dinlemiyordu bile. Nihayetinde bir süre daha yumruklar, tekmeler savurduktan sonra adamı yuvarlandığı çimenlerin üzerinde bıraktılar.

Adam, yüzü gözü morluklar ve kanlar içerisinde yerinde süründü. Dağınık saçları suratının önüne düşüyor, dolanıyordu. Beyaz gömleğine kanlar sıçramıştı. Bu hâlde gözüne kestirdiği açıklığa doğru süründü. Açıklığın ortasında koca bir ağaç vardı. Kalın köklerinin üstüne kendini çekip sırtını ağaca dayadı.

Ağacın biraz aşağısında siyah, dalgalı saçları sırtının çıplak kısmına dökülen bir kadın gördü. Sırtı pürüzsüz ve neredeyse parlıyor gibiydi. Beyaz elbisesi sırtından aşağıya narince toplanmıştı. Elbisesinin ip askıları ince omuzlarından aşağı iniyordu. Kadın, adamın varlığından haberdarmış gibi yerinden kalkıp ona doğru yürümeye başladı. Saçları, koyu kahverengi bir okyanus gibi yürüdükçe hareketleniyor, dalga dalga saç buklelerinde ay ışığı yeniden can buluyordu. İnce, yay gibi kaşlarının altındaki iri, çekik gözlerinde bir ışıltı vardı. Adama sevecenlikle bakıyor, canlı, pembe dudaklarının arasından sırayla ve özenle dizilmiş gibi tüm parıltısıyla gözüken inci tanesi dişleriyle gülümsüyordu.

Kadın, dizlerinin biraz üstüne kadar inen elbisesiyle dizlerini kıvırıp adamın yanına oturdu. Adam hem biraz tereddütle hem de şaşkınlıkla kadını süzdü.

‘’Gölgem var.’’ dedi adam acıyla.

Kadının sıcak tebessümü yüzünde yer etmişti. Gülümseyerek adamın gözlerinin içine bakıyordu.

‘’N’olmuş yani! Benim de var.’’ dedi elini oynatarak ve karşısındaki karaltıyı gösterdi. ‘’Bak!’’

Adamın dudakları zorlukla iki yana uzadı. Gülümsemeye çalıştı. Sonra bütün olanlar tekrar aklına geldi.

‘’Bir gölgeye sahip olmanın böyle şeylere neden olacağını hiç düşünmemiştim. Bütün insanlık el ele vermiş de beni yok etmeye çalışıyor sanki.’’ diyerek kesik bir şekilde iç çekti. Başını kadının omzuna dayadı. ‘’Artık… Nasıl yaşayabilirim ki! Hayatımın katili bana yapışık geziyor. Yaşamım bu sabah bir merdivende can verdi.’’

‘’Katil o değil.’’ dedi kadın, adamın saçlarını okşarken. ‘’Hem… Onlar da öğrenecekler. Öğrenmek zorundalar.’’

Adam yerinden doğrularak kadına anlamsızca baktı.

‘’Neyi öğrenecekler?’’

‘’Bir şeyleri.’’ deyip ufak bir kahkaha attı. Dudaklarının bitiminden elmacık kemiklerine kadar iki yanağında da gamzeler belirmişti.

Adam bir şeyler söylemeye yeltenmişti ki kadın işaret parmağını adamın dudaklarına götürüp konuşmasına izin vermedi. Adamın kulağına doğru yaklaştı.

‘’Aydınlığın olmadığı yerde karanlık da nedir bilinmez.’’ dedi yumuşak sesiyle fısıldayarak.

Parmağını adamın dudaklarından çekti ve adamın dudaklarını kendi dudaklarıyla birleştirdi. Kadının yüzünde bir parıldama oldu. Adam kendini bir ışık huzmesinin içinde gibi hissetti.

Gözlerini açtığında ay, duru gövdesiyle karşısında asılı duruyordu. Çevresine toplanmış yıldızlarla göğe gün gibi ışıldıyordu. Yerden güç aldı ve inleyerek ayağa kalktı. Bacaklarına yediği tekmeler yüzünden her adım ona bir ağrı veriyordu. Hava akşamki hâlinden çok daha soğuktu ve keskin bir rüzgâr vardı.

Akşam gördüğü siluetler şimdi yoktu. Park bomboş gözüküyordu. Topallayarak parkın patikalarını aştı. Parkın diğer tarafındaki çıkışı buldu ve çevreyi yeniden kolaçan ederek karşıdaki sokağa daldı.

Tenha bir sokaktı. Sokağın lambaları çalışmıyordu ve böylece karanlığın içinde süzülmeye başladı. Kollarını göğsünde birleştirmiş, uzun adımlarla koşarcasına sokağı arşınlıyordu. Kaldırımın yarısına geldiği an üstünde bir aydınlık belirdiğini fark etti. Bir cızırtı sesi vardı. Ses birden çoğalıp tek düze bir hâl aldı ve üstündeki sokak lambası tüm beyaz ışığını üzerine bıraktı. Kapkara gölge yere uzadı.

‘’Ooo!’’ diye ahenkle bağırdı genç bir ses. Sesinde bir kinaye vardı. ‘’Gölgeli!’’

Adam dehşetle yanında dikilen siluete baktı. Kaldırımın yanında çıkmaz bir dar sokağa açılan aralıkta duvara yaslanmış, gözlerini üzerine dikmişti. Sağ eli karnının üzerinde duruyor, elinde bir şey tutuyordu. Ağzından bir şey yediği anlaşılan bir ses çıkarıyordu. Siluet yavaşça durduğu yerden çıktı. Üzerinde eski, kahverengi bir takım elbise vardı. İçindeki gömlek ise koyu yeşil renkteydi. Gömleğinin önündeki birkaç düğme açıktı ve geniş yakalı gömleğin yakaları da olabildiğince geniş tutulmuştu. Adamın yüzünde tek bir sakal tanesi yoktu. Pürüzsüz yüzünden buğday tenli olduğu anlaşılıyordu. Düz saçları koyu sarıydı ve birkaç kalın tel alnına düşüyordu.

Yerdeki gölge hareketlendi. Gölgeli adam tam dönüp gidecekti ki siluet seslendi.

‘’Dur, dur! Ne bu acele?’’ dedi ve eli ağzına gitti. Elinde bir elma vardı ve bir yanından koca iki ısırık almıştı. Koca elma ısırığını çiğnerken konuşmaya devam etti.

‘’Bugün…’’ deyip yutkundu. ‘’Göğe bakarken ne düşünüyordun?’’

Adam şaşkınlıkla kaşlarını çattı.

‘’Bugün bana gülüp duran sen miydin yoksa?’’

‘’Ta kendisiyim!’’ dedi sanki bir seyirci topluluğunun önünde selam veriyormuşçasına eğilerek. ‘’Bir de…’’ diye duraksadı. ‘’Sorumun cevabını alabilme şerefine erişebilecek miyim acaba?’’

Adam karşısındakinin hareketlerini dikkatle izlerken onun da gölgesinin olmadığını fark etti. Kendini bir iki adım geri çekti.

‘’Bilmiyorum…’’ dedi düşünceli hâlde. ‘’Hatırlamıyorum. Alelade, öylesine bir soruydu.’’

‘’Aha, işte! Evreka!’’ diye bağırdı rol yapar gibi. Gözlerini bir anlığına yukarı çevirmişti. ‘’Bazen ufacık bir soru bile büyük sorunlara veya daha başka asil sorunlara yol açabiliyor.’’ Bunu söylerken adamın kan içindeki kıyafetlerini eliyle işaret etti ve gülümsedi. ‘’Ama…’’ dedi kararlı bakışlarla adamın suratına bakarak. ‘’Kendini çok üzmeye lüzum yok. Herkes gibi sen de alışacaksın. Merak etme.’’

‘’Herkes gibi?’’ diyerek çatık kaşlarıyla adamın üzerine yürüdü. ‘’Nasıl herkes gibi? Sabahtan beri başıma gelmeyen…’’ aniden sözü kesildi.

‘’Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!’’ diye bağırdı elindeki yarısı ısırılmış kırmızı elmayı teatral bir tavırla uzatarak. ‘’Artık…’’ dedi, ‘’Sen de olanlardan sayılırsın.’’ Karşısındakinin anlamsız bakışlarını görünce gülümseyerek devam etti. ‘’Yani… gölgesi olanlardan.’’

‘’Bu zamana kadar kendi gölgemden başka bir tek gölge görmedim. Sadece’’ dedi ve başına gelenleri yine hatırlayarak duraksadı. ‘’Anlatılanları duydum. Ama kimse de bana gelip gölgesi olduğunu söylemedi. Ya herkes bir şeyler saklıyor ya da gerçekten şu an benden başka kimsenin gölgesi yok.’’ En sonunda yineledi. ‘’Veya ben görmedim.’’

Karşısındaki ellerini arkasında birleştirdi ve göğsünü gererek kaldırımda bir sağa bir sola gidip gelmeye başladı.

‘’Sineye çekeriz alışık olduğumuz dertleri

Hiçbir bilgimiz olmayan belâlara atılmaktansa.

İşte bu bilinç, korkağa çeviriyor hepimizi;

Kaygıdan düşen gölgeler hasta edip solduruyor

İradenin yürekten kopup gelen canlı rengini

Ve yüce önem taşıyan, umut dolu atılımlar

Hep bu düşünceye kapılıp ters yönlere giderek

Eylem adına lâyık olmuyorlar artık.’’

‘’Shakespeare…’’ diye mırıldandı gölgeli.

‘’Ya, bak!’’ diyerek volta atmayı bıraktı. Gözlerinde bir neşe filizlenmişti. ‘’Sen de biliyorsun. Böyle şeyleri bilenlerden iyi gölgeler çıkar.’’ Arkadaş canlısı bir edayla adamın koluna hafifçe vurdu.

‘’İyi gölge dediğin şey bugün beni öldürüyordu. Belki eve gitmeden ölmüş olacağım. Kim bilir! Benim gibi gölgesi olanlar varsa bile şimdi ne hâldedirler! Keşke bu sabah o birikintinin üzerine basmasaydım. Ne olduysa orada oldu.’’ dedi adam hem öfkeyle hem de kederle.

‘’Boş konuşmalarla zamanımızı harcamayalım!’’ Yine aynı tavırla aniden yüksek sesle konuşmaya başladı. ‘’Fırsat varken bir şeyler yapalım! Her gün birilerinin bize ihtiyacı olmuyor. Aslında özellikle bize ihtiyaç duymuyorlar. Başkaları da daha iyi olmasa bile, aynı derecede bizim yaptıklarımızı yapabilirlerdi. Kulaklarımızda çınlayan şu yardım çığlıkları bütün insanlığa yöneltilmiş! Ama burada, zamanın bu anında, istesek de istemesek de bütün insanlık biziz. Çok geç olmadan bundan yararlanalım! Zalimce bir alın yazısının bize layık gördüğü iğrenç güruhu hakkıyla temsil edelim! Ne dersin? Kollarımızı kavuşturup yardım etmenin iyi ve kötü yanlarını hesaplarken cinsimize kötülük etmediğimiz doğru. Kaplan hiç düşünmeden hemcinsinin yardımına koşar ya da çalılıkların kuytularına siner. Ama sorun bu değil. Sorun burada ne yaptığımız. Ve cevabı bildiğimiz için mutluyuz.’’

‘’Benim cevap falan bildiğim yok ama. Şu an ek istediğim evime gitmek.’’ Kararsız bir ifade takındı. ‘’Gölgeyi yok etmek de olabilir.’’ diyebildi en sonunda yerdeki lekeyi süzerek.

‘’Ne yapabiliriz? Yaşamak gerek!’’ Bir an konuşmayı bırakıp umut dolu gözlerle adama baktı. Elindeki yarım ısırık alınmış elmayı arkasındaki karanlık, dar sokağa doğru fırlattı. Tok bir ses duyuldu. ‘’Yaşayacağız. Çok uzun günler, boğucu akşamlar geçireceğiz. Alınyazımızın bütün sınavlarına sabırla katlanacağız. Bugün de yaşlılığımızda da dinlenmek bilmeden başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel saati gelip çatınca da uysalca öleceğiz ve orada, mezarın ötesinde, çok acı çektik, gözyaşı döktük, çok acı şeyler yaşadık diyeceğiz… Ve Tanrı acıyacak bize ve biz parlak, güzel, sevimli bir hayata kavuşacağız ve buradaki mutsuzluklarımıza sevecenlikle, hoşgörüyle gülümseyeceğiz ve dinleneceğiz… İnanıyorum buna, bütün kalbimle, tutkuyla inanıyorum…’’ Adamın önünde diz çöktü ve başını adamın kirli avuçlarına dayadı. Sesinden bitkinlik seziliyordu. ‘’Dinleneceğiz! Dinleneceğiz! Melekleri dinleyeceğiz, elmaslar gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştan başa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve hayatımız bir okşayış gibi dingin, yumuşak, tatlı olacak. İnanıyorum, inanıyorum buna. Hayatında mutluluğu tadamadın, ama bekle, bekle… Dinleneceğiz… Ayağa kalktı. Adamı kucaklayacak gibi oldu ama kanlı gömleğini tekrar görünce çevik bir hareketle aşağı indi. Onun yerine iki eliyle iki kolunu da tutarak sıktı. ‘’Dinleneceğiz! Dinleneceğiz!’’

Gölgeli kısa bir saniyeliğine yerde iki gölge görür gibi oldu ama emin olamadı. İki gölge de tıpkı ikisinin ayakta durduğu gibi duruyor, uzuyordu. Sözlerini bitiren adam ellerini indirir indirmez tepelerindeki lamba yavaşça söndü. Bir cızırtıyla tekrar yanan ışığın altında şimdi sadece gölgeli duruyordu. Öteki, dar sokağa doğru yol almıştı.

‘’Kimsin sen? Ne böyle bu sözler! Az önce gölgeni gördüm.’’ Sokağa doğru bir iki adım attı. ‘’Gördüğümü sanmış da olabilirim. Bilmiyorum.’’ dedi ve adamın karanlığa büründüğünü görünce daha şiddetli seslendi. ‘’Kimsin sen!’’

Sesi boş sokakta yankılandı. Karanlığa gömülen adamın sesi ona karşılık verdi.

‘’…dinleyin! Ne kadar düşkündü ölümlüler,

Ve ben bu ağızsız, dilsiz çocuksu varlıklara

Nasıl verdim aklı, düşünceyi,

Anlatayım bunu, insanları küçültmek için değil,

Onlara ne büyük iyilikler ettiğimi göstermek için.

Önceleri insanlar görmeden bakıyor,

Dinlediklerini anlamıyorlardı,

Uzun ömürleri boyunca düş görüntüleri gibi

Düzensiz, gelişigüzel yaşıyorlardı.

…’’

Genç adamın nağmeli sesi bir kapının kapanmasıyla son buldu. Boğuk bir ses birkaç saniye daha dışarı yayıldı. Nihayetinde o da bitti. Adam topallayarak sokağa girmeye niyetlendi. Fakat vazgeçti. Onu alıkoyan sokağın öbür tarafından gelen gençlerin şamatalarıydı. Tedirginliğin verdiği kararsızlıkla yoluna devam etti. Sokağın köşesini döndü. Kafasını çevresinden döndüğü binaya kaldırdı. Bir tiyatro binasıydı. Binanın girişindeki büyük tabelada bir isim yazıyordu.

‘’Zamansız Tiyatro’’

Mekânı aklına kazıdı ve sızlayan bacakları, üşüyen bedeniyle hızlanmaya çalıştı. Kaldırımın ilerisinde iki beden gördü. Çok yakınlarından geçmemek için kaldırımın aşağısına indi. Yapacak bir şeyi yoktu. Kaldırımın öte yanında da bir sokak lambası vardı. Çaresizdi. İki siluet yaklaşınca adama yakın olan, diğerini kollayarak kalkan olmaya çalıştı. Lambanın altına geldiklerinde adama yakın olanın bir erkek, diğerinin ise bir kadın olduğunu gördü.

Adam artık neredeyse zıplayarak ilerlemeye çalışır hâle gelmişti. Zararsız olduğunu anlamaları için de uzaktan gidiyordu. Kafası eğik ilerlerken gözüne kendi karaltısından başka bir siyahlık çarptı. İki bedenin arkasında kaldığını anladığı gibi arkasını döndü. Erkek olan tekrar kadının koluna girmiş, sakince ilerlemeye başlamışlardı. Ancak, kadın endişeli gözleriyle omzunun üstünden ona bakıyordu. Kadının ayaklarının dibinden adamın üzerine doğru, sokak ışığının altında solgun, uzun bir karaltı bir anlığına belirip yok oldu. Kadın bir yanındakine bir de gölgesinin uzadığı yere bakıp gözlerini tekrar ileriye çevirdi. Böylece yan yana iki beden karanlığın içinde uzaklaştılar.

Adam kadının arkasından bir müddet bakakaldı. Bir kendi gölgesine bir de karanlığa bakıp durdu. En sonunda başını çevirip tekrar yürümeye koyuldu. Yüzünü buruk bir tebessüm aldı. Sokağın ilerisindeki köşeden döndükten sonra o da karanlıkta kayboldu.

*Hamlet, William Shakespeare, Talât Sait Halman

*Godot’yu Beklerken, Samuel Beckett, Tuncay Birkan

*Vanya Dayı, Anton Çehov, Ataol Behramoğlu

*Zincire Vurulmuş Prometheus, Aiskhylos, Sabahattin Eyüboğlu

Semih Berber

1999 yılında Bilecik’te doğdu. Karşılaştırmalı Edebiyat bölümü son sınıf öğrencisi. Ayrıca antropolojiye büyük bir ilgisi var. Yazmak işine lisede şiir ile başladı. Son zamanlarda da kendi çapında öyküler kaleme alıyor, öğrendiği, okuduğu şeyleri öykülerine yansıtmaktan büyük bir keyif duyuyor. Yazmaya çabaladığı bir bilimkurgu novellası ve bir fantastik romanı var. Bunlar haricinde evde vakit geçirmekten ve okumaktan başka bir şey yaptığı yok. Keşfedilmeyi beklerken keşfedilmeye çalışıyor.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Sametay Sametay says:

    Betimlemeler o kadar ayrıntılı ki hikayeyi tam olarak okuyamadım

  2. Evet, maalesef… Yazdıktan çok sonra bir iki defa okuduğum zaman ben de bunu fark ettim. Bu öyküyü her ne kadar severek yazsam da içime sinmedi hiç. Ne yazık ki yazdıktan sonra hemen tekrar üzerine okuma yapınca gözüme çarpmadı o kadar. Fakat şimdi bakınca betimlemelerin ayrıntılarının boğucu olduğunu ben de fark ediyorum. Bu öykü üzerine tekrar düzeltmeler, çıkarmalar yapacağım daha sonra. Okuduğunuz için ve yorumunuz için teşekkür ederim :raising_hand_man:.

  3. Betimlemeleri boğucu bulmayan iki kişiden birisiniz şu an benim için :smiley:. Sevindim o yüzden. Gerçekten öykülerde artık dediğiniz gibi betimlemelere pek yer verilmiyor. Konuya hemen geçebilmek için ya diyalogların üstüne düşülüyor ya da betimlemeler kısaltılıyor. Ben de bunu biraz aşabilmek için betimlemeleri -biraz da benim sevdiğim tarz olduğu için :p- biraz uzun tutmaya çalışıyordum. Dozu tutturacağım ama inanıyorum :smiley:. Ayrıca ısırılmış elma detayını fark etmenize çok mutlu olduğumu söylemem lazım. Zira çevremdeki birkaç arkadaşıma okuttuğumda onlardan bu detaya dair bir yorum alamadım. Fark etmedilerse demek ki :joy:. Ona dikkat etmeniz çok güzel. Öyküyü -umuyorum- kısa bir zaman sonra tekrar gözden geçireceğim. O zaman dediğiniz gibi bana da durgun gelen diyaloglarda biraz daha hareketlendirme yapabilirim. Önümüzdeki temada bu iki sorunu da halletmiş bir öyküm olacak diye ümit ediyorum.

    Güzel yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Ayrıca da okuduğunuz için. Beğenmenize çok sevindim :slightly_smiling_face:.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

1 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for Saralondes Avatar for Sametay Avatar for Kurulumcuu

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *