Bazen sabah kalkıp işe gittiğim rüyalar görüyordum. Bıkkınca uyanıyordum bunun da rüya olmamasını dileyerek. Bazense hoş bir kızın beni dudaklarımdan öptüğünü görüyordum. Bu, bir körün rüyasında renkleri görmesinin eşdeğeriydi benim için. Hayatımda hiç yapmadığım için tadını sadece tahmin edebiliyordum. O kız genelde Ahu oluyordu. Her gün aynı gökdelenin havasını soluduğumuz Ahu.
* * *
Kendimden, bedenimden, kişiliğimden hep nefret ettim. Bu şekilde dünyaya geldiğim için binlerce kez lanet ettim. Çirkinliğim, kendime güvensizliğim yetmiyormuş gibi, birkaç sene önce ansızın ortaya çıkıveren kokum tüm mutluluk hayallerimi yerle bir etmişti.
Sürekli beraber yaşadığım için hissetmiyordum ama kötü bir koku olduğunu biliyordum. Bana bir metreden yakın duran herkes hissediyordu. Ter kokusu değil, idrar kokusu değil, insanoğlunun aşikâr olduğu hiçbir koku değildi. Belki leş kokusudur diye düşündüm defalarca, içimde ölmüş başka bir ben’in kokusu. Ama gittiğim doktorlardan biri biliyormuş leş kokusunu, bu o değil.
Sürekli deodorant kullanıyordum ama yetmiyordu. Bana çok yaklaşanlar hemen yüzlerini ekşitiyordu. Bedenimi çevreleyen bir aura gibi. Doktorlar nedenini çözemedi; hacılar hocalar çare olamadı; hiçbir bitki özü fayda etmedi; en güçlü parfümler bu kokunun karşısında el pençe divan durdu.
Sırf o tiksinti ifadesini görmemek için insanları kendimden uzak tuttum. Üniversitede ihtiyaç dışı tek arkadaşım olmadı, askerde badisi olmayan tek askerdim, işyerinde masamın çevresine benden başka kimse yaklaşmadı, gideceğim yere her zaman motosikletimle tek başıma ulaştım, asansör yerine hep merdiven kullandım. İşyerim hariç. Bir plazanın otuz üçüncü katındayken merdiven kullanamazdım.
Böyle sürüp gidecek diye düşünürken ofiste bir kıza âşık oldum ve her şey değişti. Kalbimi söküp aldı, beni ölmeden mezara gömdü. Ahu… O olmasa, insanlığın en sönük hayatlarından birini yaşayarak memnuniyetle seksenimde yatağımda ölebilirdim. Ama ben yirmi beşimde destansı bir yok oluş seçtim.
* * *
Abim, otuz üç yaşında bir narkotik komiseriydi. Bekâr olduğu ve yeni işyerime yakın oturduğu için geçici bir süreliğine onun yanına taşınmıştım. Bu sürenin ne kadar geçici olacağı, çalkantılı bir ilişki yaşadığı kız arkadaşıyla evlilik kararı alıp almayacağına bağlıydı. Yılların kardeşi olduğum için kokuma alışkındı ama yine de mecbur kalmadıkça bir adımdan daha yakınıma gelmezdi.
Sıradan hayatımın son gününe onun evinde uyandım. Rüyada olmadığımdan emin olunca gidip tuvalette elimi yüzümü yıkadım. Yan odadan abimin hafif horlamalarını duyuyordum. Sabahın yedi buçuğuydu, daha en az bir saat uyurdu ve o saat gelmeden top atsam uyanmazdı.
Tıraş olmadım. Aylardır ilk defa hafta içi bir gün tıraş olmuyordum. Takım elbisemi giydim ama. İlk dakikadan gol yemek istemiyordum. Abimin odasına girdim, komodinin üzerinde duran silahını aldım, mermileri çabucak kontrol ettim, belime sıkıştırdım.
Beş dakika sonra motorumun üzerinde sakince ilerliyordum. Sekizi beş geçe plazanın kapısındaydım. Mesai dokuzda başlayacak olmasına rağmen insan akını başlamıştı. İçeri girerken kimliğimi göstermem yeterliydi. Sadece kimliksizlerin üstü aranıyordu o aşamada. Plazanın restoranlar bulunan katına geçtim, en pahalısından şahane bir kahvaltı yaptım. Üç büyük fincan çay içtim, bol bahşiş bırakıp kalktım. Sonuçta son kahvaltımı yapıyordum.
İnsanların suratlarına bakarak gezindim biraz. Belki ölmeden önce bir iki tespitte bulunurdum. Plaza insanlarının soğukluğuna, mutsuzluğuna, korkaklığını dair vs. Hiçbir şey bulamadım. Bazıları gülüyordu, bazıları düşünceliydi, uykusunu alamamış insanlar kadar gayet dinç olanlar da vardı. Memnuniyetsizlik fışkıran gözler de gördüm, mutlu olanlar da. Kimi kısa boyluydu, kimi uzun, kimi gözlüklüydü, kimi gözlüksüz, kimi beyaz tenli, kimi koyu, kimi yalnızdı, kimi evli. Kokumu düşünmeden insanların yanından geçtim ilk kez. Bazıları o esnada nefes almıyordu, kokuyu hissedenlerden kimisi benden geldiğini anladı, kimisi bağlantıyı çözemedi. Çözenler de birkaç saniye sonra unutup gitti. Zaten hep birkaç saniyede unutulan bir insan oldum. Ömrüm öyle olmaya çalışmakla geçti.
Saat dokuza beş vardı. İş katlarına geçişteki güvenlik noktasının önünde kuyruk olmuştu her zamanki gibi. İnsanlar ofise son dakikada gitmek için bu kuyruğu göze alıyorlardı.
Önümdeki ve arkamdaki insanlar benden biraz ötede durmaya çalışıyorlardı, içten içe güldüm. Görünmez bir koruma kalkanım varmış gibi hissettim. Ön tarafımdakine yaklaşıp sıkıştırsam ne yapardı acaba? Denemedim.
Biraz sonra cep telefonumu çıkarıp X-ray cihazının yanındaki kutuya koydum ve çerçevenin içinden geçtim. Kırmızı ışıklar eşliğinde benim metal içeren bir şeyler taşıdığımı ispiyonladı adi alet. İstifimi bozmadan telefonumu aldım. İki adım ötemdeki güvenlik görevlilerinden biri yaklaşıp özür dileyerek elindeki çubuğu üzerimde gezdirmeye başladı. Acele ediyordu çünkü daha yüzlerce kişi geçecekti önünden. “Oha, şu fıstığa bak,” diye yanındakini dürtükleyeceği güzellikte kızlar, “tipe bak çay demle,” diye alay edeceği benim gibi herifler ve daha niceleri. Tabii bir de gözeneklerimden sızan kokuyu bir an önce def etmek niyetindeydi.
Çubuk bel hizamda öterken bile kendimden beklemediğim kadar sakindim. Oysa öyle bir noktadaydım ki, her an her şey olabilirdi.
En kötüsü oldu, adam göz açıp kapayıncaya kadar eliyle yoklayıp silahı fark etti. Hayatında ilk kez silahla oradan geçmeye çalışan biriyle karşılaşıyor olmalı ki şaşaladı. Sağına döndü ama az önce orada olan diğer güvenlik görevlisi başka birinin üzerini taramakla meşguldü. Tekrar bana baktı. “Üzerinizde silah mı var?” diye sordu.
“Evet,” diye cevapladım. Nedense gülümsüyordum.
Meslektaşına seslendi: “İlkay Bey, beyefendide silah varmış.”
“Polis misiniz beyefendi?” diye yaklaştı İlkay denen adam. Ciddi bir herifti, işini pek de seviyor gibi görünmüyordu.
“Hayır, değilim,” dedim.
“Silah taşımaya yetkiniz var mı?”
“Hayır, yok.”
“Öyleyse sizi bu şekilde içeri almamıza imkân yok. Tabii polise de haber vermek durumundayım.” Gerçi silah taşımaya yetkim olsaydı bence yine almayacaktı, ama en azından polise haber vermesi gerekmeyecekti.
Silahı çıkardım. Teslim edeceğimi sanmış olmalı ki herhangi bir hamle yapmadı. Genç olan biraz tedirgin oldu ama elini ne kadar silahına yakın tutsa da İlkay’ın çatışma durumunda ondan çok daha atik davranacağından emindim.
Bu yüzden önce İlkay’ı vurdum. İki el: Önce karnından, sonra göğsünden. Zaman kaybetmeden silahı diğer görevliye çevirdim. Mermi boğazını delip geçti. Üçüncü bir görevli -ki kendisi güzellik abidesi, iri yarı, sarışın, Vikinglere yaraşır bir hatundu- az ötede olayı fark etmiş, silahını çekmişti. Yarım saniye sonra güzel yüzü dağıldı.
Etrafımdaki çığlıklar kulak zarlarımı patlatmadan oradan uzaklaştım. Turnikeye kartımı okutup içeri girdim. Kapısı kapanmak üzere olan asansöre yetiştim. Az önceki sesleri duyan ve elimdeki silahı gören herkes kaçıştı. Çok komik bir görüntüydü.
Asansörün içindeki “33” yazan buton parmağımın baskısına maruz kalınca kırmızı kırmızı ışıldadı. Kapı kapandı, asansör ivmelendi. Uzun zamandır buradaki asansörde yalnız kalmamıştım. Değişik bir duyguydu. Aynanın arkasında kamera var mıdır acaba diye düşündüm, düşünür düşünmez bir el hareketi çektim. O an izleyen yoksa bile eğer bir kamera varsa elbet sonradan inceleyeceklerdi. Olayı iyice aydınlatmak babında falan…
Asansör, karnımdaki küçük karıncalanmalar eşliğinde yavaşladı, durdu ve beni dışarı kustu.
* * *
Kendimi hem çok güçlü, hem de çok çaresiz hissediyordum. İkisinin zıt duygular olmayabileceğini ilk kez o an fark ettim. Asansörün kapısının hemen dışında koşuşturan, birbirleriyle hızlı hızlı konuşan insanlar vardı. Tiz ve sinir bozucu bir alarm sesi tüm binayı titretiyordu. “Yangın” sözcüğü ağızlardan kulaklara sıçrıyordu. İnsanlar amacıma ulaşmadan galeyana gelmesin diye silahı belime soktum. Kartımı kapının yan tarafındaki cihaza okutup kübiklerin olduğu kısma geçtiğimde Ahu’nun, masasındaki çantayı omzuna atmakla meşgul olduğunu fark ettim. Kıza sürekli sulanmasıyla, kafamdaki cehennemin başköşesine çoktan yerleşmiş olan Tugay isimli şerefsiz, sabırsızca onu bekliyordu. “Hadi be kızım, çıkalım artık,” diye bağırıyordu.
Silah elimde olsaydı o an beynini patlatmıştım ama böylesi daha iyi olacaktı. Çabucak ölsün istemiyordum. Önümdeki kübiğin üzerinden yaptığım insanüstü bir sıçrayışla yanına vardım. Yumruğum sağ elmacık kemiğini buldu. Başı savruldu, tükürük kan karışımı bir şey sıçradı Ahu’nun bilgisayarının ekranına.
Sağ tarafımdan gelen “Aaa, ne oluyor yaa?” şeklindeki dişi ses beni durdurmadı tabii. Adam doğrulamadan dizkapağına tekme attım, iğrenç bir çıtırtı yükseldi. Adam öküz gibi böğürüyordu. O kadar sinir bozucu bir sesti ki dayanamayıp silahı çıkardım ve kafasına sıkıp işkenceyi sona erdirdim.
İş arkadaşlarımın çoğu ortadan kaybolmuştu bile. Kimi kaçmış, kimi masaların altına gizlenmiş olmalıydı. Birkaç babayiğit uzaktan uzaktan bakıyor, kahramanlık yapmak için bir fırsat arıyorlardı belki. Ahu ise karşımda donakalmış, elindeki çantayı düşürmüştü. Bir bana, bir Tugay’a bakıyordu. Birkaç sene boyunca göreceği kâbuslar hep bu sahneyi içerecekti. Üzüldüm. Olmamalıydı bu. Ama olmalıydı da.
Sırtım kaşındı. Garip, ani bir kaşıntıyla. Hayatımda annemden başka, sırtımı kaşıyacak kimsenin olmadığını düşündüm. O sırada “Sen ne yaptın?” diye inledi Ahu. Elini şakağına götürdü, gözlerinden süzülen yaş siyahtı.
Ceketimi çıkardım, terden yapış yapış olmuştum. İnsanlar benden bir söz bekliyordu. “Hepiniz rehinemsiniz,” gibi, “Herkes yere yatsın ve kıpırdamasın,” gibi “Hepinizi sikicem, orospu çocukları,” gibi. Hiçbir şey söylemedim.
Sevdiğim kıza döndüm. “Senden hoşlanıyordum,” dedim, artık şimdiki zaman kipi yoktu. Belki onlarca kez söylenmiştir ona bunun şimdiki zaman hali.
Sırtım kaşınıyordu, öfkeliydim, âşıktım ve hem güçlü, hem de çaresizdim. Kravatımı çözdüm, boğulacak gibi olmuştum. Gözlerim plazanın camına kaydı. O an anladım ne yapacağımı. Baştan beri belliydi ama ben yeni anlamıştım sanki.
Kızı kucakladım. Bunun herhangi bir cinsel yönü yoktu. Sadece taşıma maksadıyla sol kolumu beline doladım ve sürükledim.
Tiz çığlıklarına, minik yumruklarına katlandım. Silahımı pencereye yönelttim, ateş ettim. Çatladı ama kırılmadı. Tekrar tekrar ateş ettim. Şarjör bittiğinde nihayet cam parçalanmıştı. Kızla beraber kırık cama doğru koşuyordum. Bu kadar güçlü olduğumdan haberim yoktu. Elli kiloluk yükle koşabilmek, ölümden hemen önceki ana mahsustu belki de. Bir şey bacağıma saplandı. Güvenlik görevlileri ya da polislerin silahından çıkan bir kurşun. Ama çok geçti, artık durdurulamazdım.
Kızla beraber aşağı atladım. Sırtım çok kaşınıyordu.
* * *
Vurulan bacağımda binlerce karınca dolaşıyor ve sırayla ete dişlerini geçiriyordu. Aşağı düşerken Ahu -sanki bana tutunursa ölmezmiş gibi- öyle sıkıyordu ki bedenimi, neredeyse onu yanıma aldığıma pişman olacaktım.
Şehre baktım. Kızın saçları ara sıra manzaramı kesse de son anlarım o kadar uzundu ki, doya doya baktım İstanbul’un son on yılda türemiş gökdelenlerine. Betona çakılacağımı, öleceğimi falan düşünmedim. Âşık olduğum kızla uçuyordum işte. O, her ne kadar aşkla değil, ölümün boş gözleriyle bakıyor olsa da.
Hayatımda ilk kez bana bu kadar yakın olan biri kokumla ilgilenmiyordu. Sırf bunun için mutlu olabilirdim ama sırtım o kadar çok kaşınıyordu ki, gökdelenden sırtüstü kayarak düşüyor olmayı istedim. Yolun muhtemelen yarısına gelmiştik ve birdenbire sebepsizce gömleğim yırtıldı. Ve yine sebepsizce yavaşladık. Direk aşağı değil, ileriye doğru süzülmeye başladık. Arkamdaki bir şey gölge yapıyordu. Başımı çevirince küt, yuvarlak bir kanat gördüm. Diğer tarafa baktım, orada da vardı. Melek kanadı, kuş kanadı veya yarasa kanadı değildi bu. Bir güvenin kanadı gibi kahverengi ve soluktu. Üzerinde deri parçacıkları vardı. Soyulmuş sırt derim.
Üstelik çırpabiliyordum. Kürek kemiklerimi kıpırdatır gibi yaptığımda kanatlarım hareket ediyor, düşüşüm yavaşlıyordu. Herhalde çoktan düşmüş ve ölmüştüm. Beni cennete ya da cehenneme götürmek için de bu kanatlar takılmıştı sırtıma. Kabullendim ve uçmaya çalıştım. Ahu hâlâ kucağımdaydı ve onun kanadı yoktu. Anlam veremedim.
Kanat çırptıkça yükseldim. Önce beceriksizce, sonra daha kontrollü bir şekilde. Binalar çok yüksekti. Çarpmamak için etraflarından dolaştım. Nereye gitmem gerekiyordu acaba? Şimdi bir melek belirip yol gösterecek miydi?
Ellerimin derisine çarptı gözüm. Bir kısmı soyulmuştu ve altından kahverengimsi parlak bir tabaka belirmişti. Böceklerdeki kitin tabakası gibi. Kocaman bir böceğe dönüşmekte olduğum dank etti kafama. Yıllardır yayılan kokum bundandı demek. Belki vücudum bu maddeyi sürekli üretiyor ama sert bir tabakaya dönüştürmek yerine ter gözeneklerimi kullanarak dışarı atıyordu.
Uçmaya devam ettim beceriksizce. Ahu, ölmediğini ve ölmeyeceğini çok geç fark etti. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Tüm hayatı bir fotoğraf şeridi gibi gözünün önünden geçiyor olmalıydı.
Gökdelenlerden birinin tepesini gözüme kestirdim ve yavaşlamak için elimden geleni yaparak yaklaştım. Sert bir iniş oldu, neredeyse diğer taraftan tekrar düşecektim. Ahu’yu mümkün olduğunca korumaya çalışsam da birkaç takla attıktan sonra düşürmüştüm. Her tarafı sıyrık içindeydi, belki birkaç ufak kırığı çıkığı da vardı. Beni ise derimin altındaki kitin tabakası korumuştu. Ama biçimi değişmiş ellerim, sökülmüş tırnaklarım, sırtımdan sarkan kanatlarıma bakarken yaralanıp yaralanmamak son düşüneceğim şeydi. Durup dururken bir böcek, bir yaratık olmuştum. Belki de dönüşümümün tamamlanması için böyle travmatik bir duruma ihtiyacım vardı yıllardır.
* * *
O günün üzerinden seneler geçmişken düşünüyorum da Ahu’dan hoşlanmam tamamen duygusal boşluğumu doldurma isteğimdenmiş. Etrafımda hoşlanma kriterlerime uygun sadece o vardı. Yarı güve de olsam, insani bir ihtiyaç olarak dişilere ilgi duymak zorundaydım. Benimki bir aşk hikâyesi değil yani. Onun hayatımdaki tek rolü gerçek beni dışarı çıkarmaya vesile olmak oldu. Her ne kadar bedeli çok büyük olsa da. Güvenlik görevlileri ve Tugay’ın öldüğünü ertesi gün öğrendim. Televizyonlar cinnet geçiren ofis çalışanı haberini yüzlerce kez anlattılar. Ama beni hayrete düşüren şey ne kadar kolay yalan söyleyebildikleri oldu. Medyaya göre camdan tek başıma atlamış ve ölmüştüm. Üstelik ismimi de farklı göstermişlerdi. Hiç var olmayan bir adam yapmıştı her şeyi. Cesedinin görüntüleri bile vardı ama yüzü düştüğünde parçalanmış, tanınmaz hale gelmişti. İnternete baktım, uçan bir adamla ilgili en ufak bir söylenti yoktu. Kimse beni görmemiş olamazdı oysa. En olmadı, Ahu biliyordu her şeyi. Herkesi nasıl susturduklarını, her şeyi nasıl hasıraltı ettiklerini hep merak ettim.
Polis hiçbir zaman resmi olarak peşime düşmedi. Ahu’yu o gökdelenin tepesinde bırakıp bir kez daha uçmaya çalışırken, hayatımın bir daha asla yoluna girmeyeceğini, peşimin asla bırakılmayacağını düşünüyordum ama bir süre gizlendikten sonra hayatıma geri döndüm. Kısmen… Çünkü beni tanıyan iş arkadaşlarım vardı. Her ne kadar suskunlarsa da onlarla karşılaşmak istemiyordum.
Sadece abime anlattım her şeyi. Çok sarsılsa da durumu kabullenmeyi başardı. Onun da desteğiyle buraya, İzmir’e taşındım. Çeşitli işlere girip çıkarak bir şekilde idare ettim işte. Hâlâ da ediyorum. Sırtımdaki çıkıntıları açıklamak pek kolay olmuyor, evet. Fizyolojik bir problem olduğunu söylüyorum. Ellerimdeki eldivenleri de sedef hastalığıyla açıklıyorum.
İşte böyle. Pek de destansı bir hikâyem yok. Şimdi sen anlat bakalım, nasıl keşfettin yeteneğini? Veyahut ucubeliğini? Sen nasıl diyorsan.
Ama önce güzel bir dalış yapalım mı Ege semalarında? İnsanlar batan güneşin önünde bizi görsünler. Kocaman bir güve ve rengârenk kanatlı güzel mi güzel bir kelebek. Çığlıklar atarak düşüyormuş gibi yapalım, sonra yukarı doğru çırpalım kanatlarımızı uzun uzun. Saçma ve çocukça bir fikir mi bu? Ama hikâyemden anlamışsındır zaten ne kadar saçma bir insan olduğumu. Hem belki dönüşte bir yorgunluk kahvesi içeriz beraber. Olmaz mı?
SON
- On Birinci Cilt: Ebediyet - 18 Eylül 2023
- Resim Falı - 1 Temmuz 2020
- Unutulma Cezası - 1 Temmuz 2019
- Yaratma Eylemine Dair - 15 Haziran 2018
- Yaşamayı Beklerken - 15 Haziran 2017