Igor Letuçayamış’ın barakası, patika yoldan giderken ağaçların yapraklarını dökmeye başladıkları sapaktan sağa doğru saptıktan sonra üç kilometre daha içerideydi. Sapaktan içeri girerken, öncesinde heybeti ile yolun üzerine yeni tahtına oturmuş bir kral gibi çöken ağaçlar, sonrasında Ortaçağ dilencisini aratmayacak zayıflıkta yapraklarını yollara döke döke yolcuyu yolunda ilerletiyorlardı. Yolun kenarlarındaki toprak parçalarının üzerinde hazır kıta bekleyen ayçiçekleri, boyunlarını gökyüzüne değil de her zaman yeryüzüne çevirmiş bir halde, hangi yönden estiği belli olmayan rüzgârın kararsızlığında, ilk konserine gitmiş bir ergen gibi her yöne kafalarını sallıyorlardı. Barakaya yaklaştıkça karanlık, bu manzarayı doğuran, sütünü esirgemeyen bir anne gibi kolunu kanadını her bir yana geriyordu.
Tahta baraka gri dumanını tüküre tüküre olduğu yerde dururken, Igor kapıdan dışarı alelacele fırladı. Bahçesinin verimsiz toprağına ayaklarını bastığında, hafifçe dalgalanan toprağa büyük bir tiksinti ile bakarak, yer yer dökülmüş, kafasına tek elle asılmış tecrübesiz dağcılar gibi duran saçlarını topladı ve çürük dişlerinin arasından bir tıslama duyuldu. Her gün yaptığı gibi bu karanlık diyarın içinde küreğini yeryüzüne batırıp, doldurduğu toprağı sağına soluna fırlatıyordu. Daha beşinci kürek darbesinde hava ile temas eden elmaslar arsız arsız Igor’a sırıtıyorlardı. Bu görüntü karşısında, ciğerlerinden bir isyan çığlığı, bir yangın sireni, bir kuyruğuna basılmış köpek ciyaklaması gökyüzüne sökün etti. Dizleri üzerine kapanıp, tüm organlarını toprağa gömmek istercesine ağladı ve ağladı. Sesi karanlık tarafından emildi ve mideye indirildi. Kendini bu lanet dünyanın bağırsaklarında sindirilen, ağladıkça zifiri karanlığı besleyen bir böcek gibi hissediyordu. Küreğini fırlatabildiği kadar uzağa fırlatıp, kapıyı çarpıp içeri girdi.
Bu dünyada hiç aydınlık olmayacak mıydı? Ya bu ayna, aynaya ne olacaktı? Unutması mümkün değildi; her şey o gün başlamamış mıydı? Bir gece yatağına yatmıştı ve huzursuz bir uykuya dalmıştı. Rüyasında kendisini yatakta uyurken gördü. Aniden gözlerini açıyor ve kendi suretinde ve boyunda, kanatları sonuna kadar açık bir yarasa, onun vücuduna paralel bir şekilde ona yaklaşıyordu. Uyanmak istiyor uyanamıyor, bağırmak istiyor ancak boğazını hissedemiyordu; hiç ses çıkartamıyordu. Ona benzeyen bu yarasa, yaklaştıkça dişlerini ve dudaklarını titretiyor, Igor’a kavuşmak için sabırsızlanıyordu. En son burun buruna geldiklerinde kaçışın olmadığını anladı. Yarasanın vücudu ile bir olurken, her ikisi de birbirlerinin boyunlarına dişlerini yavaş yavaş geçiriyorlardı. Kanatlar, bedenine tamamen sarıldığında, bir rahatlama bir kabulleniş hissetti. Bir süre bu şekilde durduktan sonra aniden havalandılar ve odanın tavanında baş aşağı asılı kaldılar. Gözlerini açtığında vücudu sırılsıklamdı ve titriyordu. Aniden yataktan fırlamış, yüzüne dalga dalga su çarpmıştı. Zor nefes alıyor, dizlerinin titremesine hâkim olamıyordu. İşte o an kafasını lavabodan yavaşça kaldırmış ve aynada gördüğü sureti karşında donakalmıştı. Görüntüyü görmesi ile yere yığılıp bayılması bir olmuştu. Aynadaki görüntüsü tersti.
O sefil günden sonra artık eskisi gibi değildi. Saçları seyrelmiş, dişleri çürüklerle dolmuş, tıslaya tıslaya kendisi ile konuşan bir ucubeye dönüşmüştü. Aynadaki ters görüntüsünü görmeye tahammül edemediği için, kalın bir bez ile üzerini örtmüştü. Böylece kendisi ile yüzleşmiyordu. Devamlı toprağı kazıyor, dünyanın merkezine ulaşıp orada yok olmak istiyordu. Kazdıkça yerden elmas fışkırıyor ve bu onu deli etmeye yetiyordu. Elmas; insanoğlunun dini, toprağın bitmeyen salyası, karanlık dünyanın göbek bağındaki akıntıydı. Igor’un amacına ulaşmasındaki ayak bağı, yılık bir ergenin arkadaşının ensesine patlattığı tokattı. Küreğini kemiren fare, toprağa girmesine izin vermeyen gardiyandı. Bir köstebek gibi toprağa kulaç ata ata, elmasları kıra kıra hedefine ulaşmak istiyordu.
Barakanın arka tarafı eskiden doğu yönüydü ve hâkim olduğu araziyi yutarcasına yükselen iki dağın arasından güneş doğardı. Eskiden bu dağlara “Mızraklar” denirdi ama bunu artık hiç kimse bilmiyordu. Mızraklar kendi isimlerini bile unutmuşlar ama yine eskiden olduğu gibi toprağa sıkı sıkı tutunmuşlardı. Tam olarak bu iki dağın arasından gelmişlerdi. Bulutları eze eze, yeşili ürküte ürküte, havayı tüketip toprağı büküp, bilinci eme eme gelmişlerdi. Atmosfere girmeleri ile beraber, yeryüzündeki her biri insan, hayvan ve bitki evladı derin ve huzursuz bir uykuya dalmıştı. Sağdan sola dönmeye mecali olmayan dünya canlıları, neyin yaklaşmakta olduğunu ve neye dönüşeceklerini bilmiyorlardı. Gerçi bilseler bile yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Evren medeniyetleri merdivenin sisli ilk basamağını bile henüz görememiş dünya canlıları, kendi iç evrenlerinde değişime uğratılmış, her birine kendi dünyalarının denizinde kulaç atmaya çalışacakları dev dalgalar verilmişti. Tüm bunlar herkes uykudayken olmuştu. Dünya uyandığında güneş doğmamış, hava aydınlanmamıştı ancak dünya canlıları güneşin doğduğu, havanın temiz olduğu o günleri zaten artık hatırlamıyorlardı bile. O gün uyandıklarından beri kendilerini milyon yıllardır bu karanlık ve sefil dünyada yaşadıklarını sanıyorlardı. Kimisi olanların farkında bile değildi; onlar için hayat hep böyleydi ve böyle sürüp bitecekti. Igor gibi bazıları ise, bir şeylerin farklı olduğunu, olanın bu şekilde olmaması gerektiğini iliklerine kadar hissediyor ancak anlam veremiyorlardı. Hepsinin hatırladığı tek şey, aynaların eskiden imgeyi düz gösterdiği idi. Ancak, o ilk şok atlatıldıktan sonra buna da alışmışlardı. Onlara göre dünya hep böyleydi, ha aynalar düz yansıtmış ha ters; ne fark ederdi ki? Igor için fark ederdi. Kendisinin zincire vurulmuş bir at gibi hissediyor, şaha kalkıp zincirleri kıramadıkça daha çok sinirleniyordu. Kaçış topraktaydı hissediyordu. Elmaslar izin verse daha derine kazabilecek ve kaybettiği benliğini, hatırlamadığı geçmişi ve unuttuğu, dans ederek doğan ve batan güneşi bulabilecekti.
Rutin kazı çalışmalarına devam ettikçe ve elmasları küreği ile parçaladıkça kendine güveni daha da artıyor, dünyanın merkezindeki kurtuluşa ulaşabileceğine dair inancı körükleniyordu. O gün hiç kazamadığı kadar kazdı. İki adam genişliğinde ve neredeyse kendi boyundaki çukurun kucağına, her geçen dakika daha da giriyordu. Yükseklik boynunun hizasına geldiğinde, bahçenin çitlerine gözü takıldı, bunları ne zaman siyaha boyadığını hatırlayamadı. Küreğin sopasının ucuna çenesini dayayıp, hafif hafif sağa sola sallanmaya başladı. Gözleri çitlere takıldıkça görüntü bulanıklaştı; patika yol, ağaçlar ve çitler birbirlerinin içine geçiştiler ve unutulan tüm renkler bu manzaranın içinden yavaş yavaş doğmaya başladılar. Renkler sicim gibi, manzaranın içindeki tüm nesnelerden yavaş yavaş havaya nüfuz ediyor ve kollarını Igor’a doğru uzatmaya çalışıyorlardı. Sessizce bekledi; renkler o kadar yavaş hareket ediyorlardı ki, sanki dünyada yaşamış tüm insanların ömürlerinin toplamı boyunca bir kol mesafesi ilerleyebiliyorlardı. Sessizce bekledi; kendi adı “Yavaş” olsa, daha hızlı ilerlerdi. Sessizce bekledi; beklemek onun dini, tutunduğu daldı. Renkler ile arasında artık bir adam boyu mesafe ya vardı ya yoktu ve Igor olduğu yerde hala sağa ve sola sallanıyordu. Renkler aniden bir yılanbaşı gibi şaha kalktılar ve çukurun içine ayaklarının dibine daldılar. Ne olduğunu anlayamadan, çukur yüzyıllardır kapalı olan bir mahzen kapağı gibi çatırdadı ve Igor’un ayakları yerlerinden kesildi. Düşüyordu. Bilinmez bir bilmecenin içine, önceden bildiği renklerin eşliğinde düşüyordu. Düştükçe zihninde, o gece rüyasında gördüğü kendi suretindeki yarasanın yüzü deniz feneri gibi çakıyordu. Sanki rüyası kaldığı yerden devam ediyor, yarasa kanatlarını asılı kaldığı tavan kirişinde açıp kapıyordu. Kanatları açıldıkça kendisini görüyordu. Kendisini gördükçe zihninde şimşekler çakıyor, gittikçe içi boşalıyordu. Bir ömür boyu düştü, tutunacağı ne bir toprak parçası, ne bir dal, ne de bir ip vardı. Sadece renkler ona eşlik ettiler. Igor düşerken çevresinde dolanıyorlar, tüm bedenini sarıp tekrar bırakıyorlardı. İçinde ne bir korku, ne de bir endişe olmadığı halde renklere sarıldı; yeşil annesi, mavi babası gibiydi. Kırmızı, bir zamanlar sevdiği kadın, sarı çocuklarının suretindeydi. En yakın dostu lacivertti ve hepsi birbirleri ile iç içe geçip yeni yeni renkler ile sarılıyordu çelimsiz bedenine. Artık ne korku vardı ne de endişe, bir son olacaksa bu en güzeliydi. Mızrakları belki artık görmeyecekti, güneş onun selamlarcasına doğmayacak, batarken öpüp öpüp bırakmayacaktı yüzünü. Bunları düşünürken, yavaşladı. Renkler koluna girdiler ve onu yere indirdiler. Bir kadın bağırıyordu dışarıda avazı çıktığı kadar, öyle bir kadın ki sesi kendi sesi, soluğu kendi soluğu gibiydi. Diz çöktü ve elleriyle toprağı kazmaya başladı. Elmaslar yok olmuş, toprak sanki onun çıkmasını istermiş gibi ona yol açıyordu. Günışığını görmeye başladığında gözleri, bin yıldır hapiste tutulan bir mahkûm gibi kamaştı. Ellerini ışığa doğru uzattı, dışarıda iki kadın ve bir adam endişeli ama mutlu gözlerle ona bakıyorlardı. Üzeri vıcık vıcık bir sıvı ile kaplanmış ve ağlıyordu. İlk defa ışığı gören bir insan gibi çığlıklar atıyordu. Ayaktaki kadının kucağında, yataktaki kadın ile göz göze geldi. Kadının gözlerinde bir yıldız, etrafında gezegenler dönmekteydi. Şimdi yataktaki kadının kucağında, etrafı süzüyordu sessizce. Ayaktaki adam, yüzündeki bin güneş ile yanlarına yaklaştı ve onu kucağına aldı. Onu hafif hafif sallayarak, aynanın karşısına geçti. Aynadaki düz görüntüsünü gören Igor etrafa gülücükler saçmaya başladı. Salyası, kucağında yattığı adamın kollarına aktı. Adam, tahta barakanın kapısını açarak dışarı çıktı. Çevresini saran üç kız çocuğu, adamın çevresinde halkalar çizerek zıplıyor ve kardeşlerini selamlıyorlardı. Adam, ayakları taze çimenlere basa basa birkaç adım ilerledi ve barakaya doğru yüzünü döndü. Güçlü kolları ile havaya kaldırılan Igor, o an masmavi bir gökyüzü, Mızraklar ve onların arasından yeni doğmaya başlayan Güneş ile göz göze geldi. Güneş bebeğin yüzünü aydınlatıyor, içini ısıtıyordu. Adam, oğlu kollarında ve havada, gözleri dolu dolu Güneş’e doğru bağırdı;
-“Hayata hoş geldin Igor, aramıza hoş geldin oğlum!”.
Kız kardeşleri, babalarının çevrelerinde zıplayarak tekrarladılar;
-“Hayata hoş geldin Igor, aramıza hoş geldin Igor!”.
beğendim ben bu öyküyü
Teşekkür ederim sağ olun.
“İlk konserine gitmiş bir ergen gibi her yöne kafalarını sallıyorlardı” 🙂
Çok başarılı bir alegori, çok güzel bir anlatım. Başka ne diyebilirim ki…
Tebrikler.
Evet, ben de yazarken çok zevk aldım. Beğenmenize sevindim. 🙂
Öyküyü okurken Igor’la beraber ben de kazdım dünyanın merkezine doğru. Harika betimlemelerle dolu etkileyici bir kurgu. Tebrik ederim, eline sağlık…
O zaman dünyanın merkezinde görüşmek üzere 🙂 Teşekkür ederim.
Merhaba,
Öncelikle anlatımınızı kuvvetli bulduğumu ifade etmek isterim. Betimlemeleriniz ve kullandığınız kelimeler çok başarılı ve yer yer olağanüstü. Bununla beraber beni metinden koparan bir kaç şeyi sizinle paylaşmak istiyorum.
“Sapaktan içeri girerken, öncesinde heybeti ile yolun üzerine yeni tahtına oturmuş bir kral gibi çöken ağaçlar, sonrasında Ortaçağ dilencisini aratmayacak zayıflıkta yapraklarını yollara döke döke yolcuyu yolunda ilerletiyorlardı. Yolun kenarlarındaki toprak parçalarının üzerinde hazır kıta bekleyen ayçiçekleri, boyunlarını gökyüzüne değil de her zaman yeryüzüne çevirmiş bir halde, hangi yönden estiği belli olmayan rüzgârın kararsızlığında, ilk konserine gitmiş bir ergen gibi her yöne kafalarını sallıyorlardı.” Bu paragraf etkili bir giriş sunuyor biz okuyanlara. Ancak betimlenen mekan ve kullanılan kelimelerin oluşturduğu atmosfere “Ergen” ve “Konser” kelimelerinin içerisinde geçtiği cümle biraz tezat oluşturuyor. Okurken bütünlüğü bozduğunu düşündüm.
Bir diğer husus Igor’un rüyasını anlattığı bölüm. Yüklemlerdeki zaman uyumuzlukları akan bir metin içinde okuyanı tırmalıyor.
Son olarak finale geleceğim. Müthiş bir fikir, güzel bir alegori. Ancak hikayenin başından sonuna kadar bizim anlayamayacağımız şekilde elbette tüm unsurlar finale hizmet etmeli idi diye düşünüyorum. Belki de benim eksikliğimdir; Igor için resmettiğiniz dünya ve verdiğiniz detayları aana karnındaki dünya ile eşleştirmeye çalıştım, başarısız oldum.
Öykünüzde çok beğendiğim bir bölüm ile bitireyim yorumumu.
“Elmas; insanoğlunun dini, toprağın bitmeyen salyası, karanlık dünyanın göbek bağındaki akıntıydı. Igor’un amacına ulaşmasındaki ayak bağı, yılık bir ergenin arkadaşının ensesine patlattığı tokattı. Küreğini kemiren fare, toprağa girmesine izin vermeyen gardiyandı. Bir köstebek gibi toprağa kulaç ata ata, elmasları kıra kıra hedefine ulaşmak istiyordu.” Gerçekten muazzam. Okurken kıskandım diyebilirim. Diğer seçkilerde görüşmek üzere…
Merhaba,
Değerli yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Genel olarak beğenmenize sevindim. Diğer seçkilerde görüşmek üzere.
Merhaba,
Öyküdeki fikri beğendim; yaratıcıydı.
“Igor Letuçayamış’ın barakası, patika yoldan giderken ağaçların yapraklarını dökmeye başladıkları sapaktan sağa doğru saptıktan sonra üç kilometre daha içerideydi. Sapaktan içeri girerken, öncesinde heybeti ile yolun üzerine yeni tahtına oturmuş bir kral gibi çöken ağaçlar, sonrasında Ortaçağ dilencisini aratmayacak zayıflıkta yapraklarını yollara döke döke yolcuyu yolunda ilerletiyorlardı.” / Giriş için biraz fazla karışık geldi bana. Daha sade bir giriş olabilirdi sanki.
İgor”a değil ama Letuçayamış’a ısınamadım 🙂
“Tahta baraka gri dumanını tüküre tüküre olduğu yerde dururken, Igor kapıdan dışarı alelacele fırladı. Bahçesinin verimsiz toprağına ayaklarını bastığında, hafifçe dalgalanan toprağa büyük bir tiksinti ile bakarak, yer yer dökülmüş, kafasına tek elle asılmış tecrübesiz dağcılar gibi duran saçlarını topladı ve çürük dişlerinin arasından bir tıslama duyuldu. Her gün yaptığı gibi bu karanlık diyarın içinde küreğini yeryüzüne batırıp, doldurduğu toprağı sağına soluna fırlatıyordu. Daha beşinci kürek darbesinde hava ile temas eden elmaslar arsız arsız Igor’a sırıtıyorlardı. ” / Çok fazla ikileme gelmiş art arda. Yalınlığı bozuyor.
“…kafasına tek elle asılmış tecrübesiz dağcılar gibi duran saçlarını topladı ….” / bu benzetme farklı ve güzel.
Final güzeldi. Renkli sahne hikayeye renk katmış 🙂
Farklı, dikkat çekici, biraz yalınlığa ihtiyacı olan bir öykü. Cem Pala’nın yorumuna katılıyorum bu arada.
Kaleminize kuvvet.
Merhaba,
Değerli yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Letuçayamış kelimesi, Rusça’da Yarasa demek olduğu için hikayede Igor’un soyadı olarak kullanmak istedim 🙂 Gelecek seçkilerde görüşmek üzere…
Merhaba 🙂 Seçkideki ilk öykün sanırım? Hoş geldin.
Genelde okudukça yazarım eleştirilerimi. Böylesinin yazara okuyucunun zihnini an be an görme imkanı verdiğini ve nelerde başarılı olup neleri daha iyi yapması gerektiğini anlatmakta daha etkili olacağını düşünürüm. Ama, nedense bu öyküde öyle bir yöntem tercih etmedim. Bu yüzden, sözlerim biraz dağınık olabilir. Kusura bakma lütfen.
Anlattığı mevzuyu çok beğendim. Şaşırtan, okuyucuyla oynayan öykülerden, gizil referans içeren ve azıcık saksıyı çalıştırarak ulaşılabilen bağlamlardan hoşlanırım. Bu öyküde hepsi vardı. Tebrik ve teşekkür ederim.
Betimlemelerinde kullandığın benzetmeler ve diğer “sanatlı dil” mevzuları tam sınırda olmuş. “abartma, zorlama” ve “düşe kaptırıp mevzuyu başka bir boyuttan da yaşatma”nın sınırı burası. Ben beğendim. Böyleli dilleri çok severim fakat gördüğüm kadarıyla, böyleli bir anlatımın seveni pek olmuyor. Tebrik ederim.
Okurken birkaç noktayı not almıştım, onlardan bahsedeyim:
*”her şey o gün başlamamış mıydı?”
Öykünün hemen her şeyi yeterince özgün. Bu cümle ise -ona çok yaklaşan bir diğerini saymazsak- öyküdeki tek klişe. Bu güzel bir şey. Klişeler anlatımı ve anlaşılmayı kolaylaştırsa da, bence, takdir edilebilirliği bir miktar engelliyorlar.
*”Rüyasında kendisini yatakta uyurken gördü.”
Bu cümle, barındığı paragraftaki zaman kipleriyle çelişiyor gibi geldi bana. Diğer cümleler bileşik zamanlardayken bu öyle değil. Sanırım bir iki yerde daha benzeri bir durum vardı. Emin değilim. Belirtmek istedim sadece.
*” Aynadaki görüntüsü tersti.”
Bu paragrafı okuduğum an zihnimden geçen düşünce süreci şöyle oldu: “Ne bakımdan ters? Sağ-sol? Yukarı-aşağı? bir önceki sahnede tavanda asılıydı ama burada bir hareket sekansı olduğundan, aynadan önce tüm dünya ters olmalı. sağ-sol o halde?”
Bunu yazdım çünkü okuyucunun o ifadeyi nasıl yorumlayabileceğini görmek, gelecek seferde o yorumları da öyküde bir alet olarak kullanabilmeyi sağlar. Açıkçası ben bu cümleyi sorunlu görüyorum fakat o “sorunlu” kısım, bir başka öyküde bir silah olarak da kullanılabilir.
*” yeryüzündeki her biri insan”
Minik bir harf basım hatası 🙂 “her bir” olacak. Pek de önemli bir şey değil.
*birkaç tekrarlı ifade görür gibi oldum ama dert edilecek şeyler değil. Kelime kalıplarını kastediyorum.
Öyküde pek anlayamadığım tek bir yer oldu. O ısırma sekansı. Rüya…
SPOİLER:
Yeni doğmuş bebeklerin buruş buruş tenlerinin onları yarasalara benzetmesi (“zorlama benzetme”den kastım böyleli şeylerdi) çok hoş bir çıkarım. Öyküyü yanlış anlamadıysam karakterin başlangıçta yaşadığı diyar da “cennet” gibi, doğum öncesi bir mekan? Ya da, bir önceki hayatı? Ama, kendisini bir yarasanın ısırması ve dönüşüm geçirmesi?.. O sekansı anlayamadım. Onu ısıran yarasa kim? Ruhunu ısıran, ona nüfuz eden ya da onu içen kendi vücudu mu?
Yanlış anımsamıyorsam “gökten geldiler” gibisinden bir ifade vardı öyküde. Hani, herkesi hafızasız ve yitik kılan bir tür saldırıdan bahsediliyordu ya?.. O “diğer yitikler” de aynı annenin vücudunda bulunan potansiyel çocuklar mı yoksa aynı cenneti paylaşan diğer ruhlar mı? Diğer ruhlar sanırım çünkü onlar da hafızalarını yitiriyorlar?
Karakter bir sahnede insanlığa kızıyordu sanırım elmaslardan bahsederken? O elmaslar nedir? Neye karşılık geliyor?
Ayna ve görüntünün tersine dönmesi konusunu “öte dünyada aynalar düz, bizim dünyamızda aynalar ters gösterir”e bağladığın için kullandın sanırım? O ayrıntı dışında ayna kullanımının bir işlevini göremedim öyküde.
Bu sorularımın cevapları öyküde yer edinmek zorunda değil elbette. Anlatmak ya da anlatmamak yazarın tercihidir ve pekala da okuyucunun zihnine göre kendisine sürüyle cevap bulabilir. Gene de, neler düşünüldüğünü bildirmek, geri dönüşte bulunmak için yazdım.
Güzel tasarlanmış, keyifli bir öyküydü. Yeniden tebrik ederim. Görüşmek dileğiyle 🙂
Ah.. Şey… Imm. Yazmayı unutmuşum, buraya ekleyeyim dedim 🙂
Öykünün anlatımı “karaktrin zihninden” ile “dış anlatıcının görüşünden” arasında gidip geliyor. İlk paragraf dış anlatıcıdan gibi. Bazı kısımlardaysa bu anlatım karakter zihnine geçti.
Her ne kadar dış anlatıcıyla yazılmış olsa da ilk paragraftaki “konserci gençlik” benzetmesi konusunda içim rahat değil. Öykü diyarının geçtiği zamanı bilemiyoruz. Orta çağ da olabilir, ilk çağ da, şimdiki çağ da… Ama, herhangi bir teknolojik ya da kültürel unsur görmediğimiz için “konsercilik” kavramının böyle bir öyküde yer etmesini garipsedim. Başlangıçta sorun olmadı elbette çünkü öykünün zamanını bilmiyordum ama bitirince…
Açıklamalar bir dış anlatıcıya yaptırılıyorsa, özel bir sebep de yoksa tüm öyküdeki ifade tarzının “o dönem”e uygun olmasını tercih edenlerdenim.
Merhaba,
Evet seçkide ilk öyküm, hoş bulduk.
Öyküyü sindirerek okumanıza ve detaylı yorumlarınız için öncelikle çok teşekkür ederim. Okuyucu gözünden bana fazlasıyla ışık tuttuğuna emin olabilirsiniz. Sizin de dediğiniz gibi; anlatmak ya da anlatmamak yazarın tercihidir ancak siz bu kadar ince görmüşken anlatmamanın olmayacağı fikrindeyim 🙂 Dilim döndüğünce sorularınıza biraz cevap vermek isterim.
“Yeni doğmuş bebeklerin buruş buruş tenlerinin onları yarasalara benzetmesi (“zorlama benzetme”den kastım böyleli şeylerdi) çok hoş bir çıkarım. Öyküyü yanlış anlamadıysam karakterin başlangıçta yaşadığı diyar da “cennet” gibi, doğum öncesi bir mekan? Ya da, bir önceki hayatı? Ama, kendisini bir yarasanın ısırması ve dönüşüm geçirmesi?.. O sekansı anlayamadım. Onu ısıran yarasa kim? Ruhunu ısıran, ona nüfuz eden ya da onu içen kendi vücudu mu?” – Şöyle ki; aslında bir cennet-cehennem kavramı yok. Sadece hayatta dibe vuruşlarımız, depresyonlarımız ve içe dönüşlerimizden sonra ulaşmak istediğimiz daha ideal bir hayat çabası var. Kimimiz bunun farkında, kimimiz ise değil. Igor’un farkında olduğunu düşünüyorum; artık başına her ne geldiyse. Kısaca; Yarasa burada hayatta bizi kendisi gibi tepetaklak eden şeyleri temsilen kullanılıyor.
“Yanlış anımsamıyorsam “gökten geldiler” gibisinden bir ifade vardı öyküde. Hani, herkesi hafızasız ve yitik kılan bir tür saldırıdan bahsediliyordu ya?.. O “diğer yitikler” de aynı annenin vücudunda bulunan potansiyel çocuklar mı yoksa aynı cenneti paylaşan diğer ruhlar mı? Diğer ruhlar sanırım çünkü onlar da hafızalarını yitiriyorlar?” – Aynı dünyayı paylaşan diğer varlıklar diyebiliriz. Açıkçası, aynı anne vücudunda bulunan potansiyel çocuklar diye bir çıkarım aklıma gelmemişti 🙂 Aslından Igor’un başlangıçta yaşadığı dünya ve doğduğu dünya başka evrenler veya paralel evrenler diyebiliriz. Öyküyü yazarken bunu hayal etmiştim. Gökten gelenler için ise, Yarasaların (yani insanı tepetaklak eden, buhranlı duyguların) rüyalarında herkese musallat olmasına sebep veren ve önceki duygu durumundan kötüye gidişi başlatan dünyan dışı varlıklar diyebiliriz.
“Karakter bir sahnede insanlığa kızıyordu sanırım elmaslardan bahsederken? O elmaslar nedir? Neye karşılık geliyor?” – Elmaslar, paraya ve paranın engellediğini düşündüğümüz, düşlerimize ulaşamama durumunu temsil ediyor.
“Ayna ve görüntünün tersine dönmesi konusunu “öte dünyada aynalar düz, bizim dünyamızda aynalar ters gösterir”e bağladığın için kullandın sanırım? O ayrıntı dışında ayna kullanımının bir işlevini göremedim öyküde.” – Tepetaklak olan iç dünyaların, dışımızda yansıması ve huzura, ,çsel barışa ulaştıktan sonra aynaların yeniden düz göstermesi.
Beğenmenize ve yukarıda da belirttiğim gibi bu kadar detaylı yorumlamanıza çok sevindim. Teşekkür ederim. Görüşmek üzere 🙂
Ben hiç beğenmedim…
Ben hiç böyle yazamadım çünkü…
Ben hiç böyle göremedim…
Çok ayıp yazan var yazamayan var…
Teşekkürler Gökhan Bey 🙂
Merhaba Mert.
Betimlemeler ve üslup beni benden aldı. Hikayenin fikri ise ayrıca şahane. Finale kadar, yahu ne oluyoruz, ne yapıyor bu adam diye düşünüp durdum. Ancak final gerçekten güzeldi. Ufak tefek sıkıntılar olmuş ancak bunlara da değinilmiş. Kalemine sağlık.
Selam Umut,
Güzel yorumların için teşekkür ederim. 🙂