İşi, yaşamı ve ölümü bir arada; çoğunlukla ölümün sırtına onur ve gurur pelerini takarak resmetmekti. Boş bir duvar, onun ziyaretinden sonra toprağın üstünde kalanların ve onun altına inenlerin buluşmasının hatıra fotoğrafına dönüşürdü. Unvan ve sıfat türetmede mahir birileri, “İkiliğin Ressamı” diye çağırıyordu. Fırçası, palete dokunup gereken renkleri üzerine aldıktan sonra tek taraflı geçiş veren bir yolu bakanların önüne seriyordu.
İşini icra ettiği bir akşamüzeri, yine eserine ve kendisine ilgi duyan birtakım meraklı ellerin ve gözlerin temasına maruz kaldı. Seveni gerçekten çoktu:
“Size hayranım, çizgilerinizde eşsiz bir şey var.”
“Sayenizde resim çizmeye başladım, sağ olun.”
“Adresim burada… Bir şeyler içelim mutlaka.”
“Gelecek nesiller sizinle gurur duyacak, hep böyle örnek olun gençlere!”
Boyaların, fırçaların, türlü makinelerin arasında geçen bir günün sonu, genellikle dağın yamacına kondurulmuş küçük evinin, çizdiği hiçbir resimle kıyaslayamadığı kadar içe işleyen manzarasına bakarak dinlenmekti: Toprağın içinde yukarıya açılmış dev bir elin ayasına oturmuş kentin ışıkları, akşam hakimiyetini ilan ettikten sonra ortaya çıkan gökyüzüyle yarışırcasına parıldıyor; tepelere ve dağlara tırmandıktan sonra yavaşça titreyip sönerek ufuk çizgisine karışıyordu. Büyük cam kuleler bu aşağı indirilmiş gökyüzünün insan yapımı olduğunu hatırlatıyor, kentin dışına kurulmuş istasyonlara inip kalkan roketlerin pırıltıları da bu ışıklara yenilerinin ekleneceğini haber veriyordu.
Tuvalinden holografisine, boyasından makinesine kadar resme çocukluğundan beri tutkundu. İçinde akan ve bir eser meydana getirme tutkusunu diri tutan ilham ve yaratım nehirlerinin kaynağı da bereketi de sonsuz gibiydi. Kimi kolonilerin çoktan unuttuğu, tarih ve arkeoloji uzmanlarının çekmecelerine bırakılmış tekniklerde ısrarcıydı. Bu ısrarını zaman zaman ilham nehirlerine de bağlar, bu yeni karışımla her zamankinden daha coşkulu ve tutkulu biçimde çizerdi. Dünyayı, insanları, eşyaları bir kenara itip resimle kaynaşıp eridiği bu zamanlarda sadece uzaktan bakışlara muhatap olurdu. Kimse o keskinliği bozmaya cesaret edemezdi.
Yine bir duvarın önünde o duvarın üzerine açtığı pencereden karşı tarafa uzanırken, bir el ona dokunma ve ait olduğu dünyaya çekme cüretini gösterdi. Hışımla arkasına döndü:
“Ne var? Ne oluyor?”
“Benim yahu ben, az sakinleş.”
Hiddetini büsbütün bırakmadan ama kızgın köpeğini sakinleştirircesine karşısındakine baktı. Kolundaki pazıbent üst katlardan inip gelmiş bir ulak olduğunu belirtiyordu. Renklerine ve kollarındaki çizgilere bakılırsa yöneticilerin özel ulaklarından birisiydi. “Meşgulüm işte, görüyorsunuz çalışıyorum. Tam zamanını buldunuz!” diye çıkışmadan edemedi.
Ulak henüz tamamlanmamış çizgilerle, şeklin yarısını dolduran boyalara şöyle bir baktı. “İyi iyi işte, sen fazla zorlama yine de. Kasma, biraz sakinleş yahu.”
“Görüyorsunuz.”
“Tamam gördük de sanki resmini bozduk. Ulak ellerini üzerindeki mavi kabanın ceplerine soktu, “Neyse,” dedi. “Sen neden görüşmeleri boşluyorsun ikidir? Atölyeni arıyorum kimse yok, evde zaten uyukluyorsun. Sokakta peşinde koşacak halimiz yok ya. Biraz çekidüzen ver kendine, böyle olmaz.”
Ulakların kimisinin son derece patavatsız olduğu herkesçe bilinir, kabul edilir ve kanıksanırdı. Anlaşılan karşısındaki de arkasında yöneticilerin sonsuz güven ve gücünü hisseden bu söz sakınmaz ulaklardan birisiydi. “Ne istiyorsunuz?” diye sormakla yetindi.
Ulağın durmaya pek niyeti yok gibiydi. “Bu kadar çabaya ne gerek…”
“İki haftada bir iniliyor. Hepsinin ayrı ayrı…”
Sol elini cebinden çıkarıp bir sineği kovuyormuş gibi yaptı: “Ya ne ayrısı? Ayrı da neymiş. İniyorlar, çıkmıyorlar işte…”
Üsteleme ihtiyacı hissetti. “Ne istiyorsunuz benden?”
“Kontrolörler seninle görüşecek. Bir haftadır söyleyemedik, artık gelirsin herhalde.”
“Şimdi mi?”
“Akşama. İyi boyamalar sana.”
“Sizden birini göndereceğiz.”
Başkontrolör için sandalyesinde biraz geriye salınarak ve yüzünde herhangi bir kaygı, tereddüt ya da hoşnutsuzluk ifadesi olmaksızın kolayca çıkartılan bu üç kelime tüm dünyasını alt üst etmişti. O gün ne manzarada ne evinin bir köşesine kurduğu küçük atölyede ne yemek yemekte sükûn buldu. Uyuyunca geçeceğini sandığı bu buhran, sinesine oturan ve kalkmak bilmeyen bir taşın altında ezilmeye benziyordu ve rüyalar alemine geçmek, umduğunun aksine, taşa yenilerini de eklemişti.
“Fedakârlık, tabi, önemli bir şey. Fedakârlık ederek devam ediyoruz yaşamaya. İnenler sayesinde daha yukarılara tırmanıyoruz. Bunu biliyorsunuz zaten, benim söylememe pek gerek yok.”
“Neden bizden birisi?”
“Şöyle açıklayayım: Fedakârlık, makam ve mevki tanımaz. Bugüne kadar, biraz farklı kaygılarla bazı kesimleri, yalan yok, kayırdık. Ama şimdi hepimizin elini taşın altına koyma zamanı.”
“Neden?”
Başkontrolör kır ve seyrek saçlarını geriye yatırıp derin bir nefes aldı, hafifçe öne eğilerek yanıtladı.
“Büyüyoruz, değil mi? Nüfus, şu bu, her şey artıyor. Buna kaynak lazım. Net değil mi? Açık her şey.”
Bir “Neden?” sorusunu daha soracak gücü, cesareti ve isteği kendisinde bulamadı. Yanıtı, yine, kendisinde bulmuştu: “Kader yargıcının kararına itiraz, hayat mahkemesinde olanaksızdır.” Nereden gelmişti bu söz aklına? Bir resminin üzerine mi yazmıştı? Yoksa hayatı olumsuzlamaya pek meraklı sanatçı arkadaş çevrelerinde mi işitmişti? Gençliğe has çalkantılarla, köpürmelerle dolu, coşku ve çöküntünün iç içe geçtiği ucuz gençlik kitaplarından birisini resimlerken mi okumuştu?
“Kimi düşünüyorsunuz?”
“Karar vermedik ama tanıdığınız birisi olacağı kesin. Ha, unutmadan eklemiş olayım: Bu sefer, biraz farklı olacak. Daha görkemli bir iş istiyoruz. Biraz yüreklenmeli insanlar. Ona göre çizmenizi istiyoruz.”
“Memnuniyetle.”
Kapıdan çıktıktan sonra hissettiği son şeydi bu. Uykusunda bile bulamadığı huzuru, ertesi sabah uyandığında halen yitikti. Bugüne kadar o meşhur büyük tünel kapısının önünde yapılan pek çok töreni izlemiş, orada kalabalıkların tezahüratlarıyla aşağıya gönderilen insanları kahramanlar, o güne kadar ismi bile bilinmeyen uyrukları gelecek yüzyıllarda bile yad edilecek fedailer olarak resmetmişti ama hiçbir arkadaşının o aşağıya inenlerin arasında olabileceğini düşünmemişti.
Anavatandan milyonlarca kilometre uzakta olmak, insanın vasıflarını da geride bırakmasına yol açmamıştı. Yüzlerce yıl öncesinin sanatçılarını anlatan bol tasvirli kitaplar, filmler ne diyorsa, kentteki sanatçılar pek farklı yaşamıyordu: Aşırılıklar, aykırılıklar, çeşitlilik ve absürtlüklerle dolu bir çevreydi onlarınki. En alacalı bulacalı kıyafetler, en işitilmemiş müzikler, en acayip takılar, en ipe sapa gelmez fikirler oturdukları koltuklar kadar alışık oldukları şeylerdi. Ama sefere birisinin gideceği haberi, her yaştan insanın bir eser vücuda getirmenin enerjisi ve hazzıyla bir araya geldiği bu renkli ve canlı dünyanın üzerine en şiddetli yağmurları getirdiğini ilan eden bir kara bulut gibi indi. Mesken belledikleri atölyelerde, salonlarda artık kahkahalar, filanca sanat akımına ilişkin münakaşalar, birbirlerinin eserlerine düzdükleri övgüler değil; tünelden aşağı inecek kişinin kim olacağına ilişkin tahmin yarışmalarının soğuk ve kaygılı sesleri duyuluyordu.
“Bence bir heykeltıraşı gönderecekler.”
“Niye, ne alaka?”
“Gerçekten iyi salladın sen de. Kimin nasıl gönderileceğini bilmiyoruz ki!”
“Kurayla değil miydi?”
“Galiba, bilmiyorum ki.”
Her iniş, bilinmezliğin kuşattığı bir hikâyeydi: Bilinen tek şey, kahramanların kim olduğuydu. Neden bu hikâyeye katıldıkları, yazarın kim olduğu, yol boyunca nelerle karşılaşacakları, gözlerin yakalayabildiği mesafelerin ötesinde kalıyordu. Ancak herkes bu hikâyenin neden var olmak zorunda olduğunu çok iyi bilirdi.
Tüm vatandaşlara okutturulan kronikler, gezegene insan eli değişinin tarihini yazmaya, o büyük keşfin hatırlatılmasıyla başlıyordu: Yaşamın özüne ait bir parça, milyarlarca yıldır beklediği toprak altındaki yerinde rahatsız edilmişti. Tanımlanmakta zorlanılan, bilimin hiçbir ölçütüne tam uymayan bu şey, yeni bir dünyanın üzerine inşa edileceği temel olduğu kadar onu yok edebilecek gücü de içinde taşıyordu. Minotor, eski zamanlardan da eski günlerden bir kelime çağırılmıştı. Böyle tarif ediliyordu.
Üzerine dev bir metal, beton ve taş kafesin inşa edildiği Minotor’un ne olduğunu kimse tam olarak tarif edemiyordu. Yüksek kulelerin en geniş odalarından, bunun birtakım cihazlarla kontrol altında tutulan büyük bir enerji kaynağı olduğunun söylenmesiyle yetiniliyordu. Bir element mi bir tür organizma mı yoksa birtakım doğa olayları mı olduğuna dair soruların çıktığı yer, gidenin geri dönemediği tünel kapıları oluyordu: Birilerinin, düzenli olarak yerin beş kilometre altına inerek Minotor’un kuvvetini çekip alarak yemek pişiren ocaklara, roket rampalarını aydınlatan lambalara, inşa edilen yeni kentin gurur kaynağı olan yüksek hızlı jet motorlarının bataryalarına, kısacası bu yeni dünyanın damarlarına aktarmasını sağlayan mekanizmaları kontrol, lazımsa tamir etmesi gerekiyordu.
Robotların da gönderildiği bu yolculuklar, zaman içinde bir vatandaşlık görevine dönüşmüştü. Minotor kontrol altında tutulmadıkça, eskiyen ve bozulan mekanizmalar tamir edilmedikçe yeryüzündeki hayatın sürmesi olanaksızdı. İster çelikten ister etten yapılmış olsun, önemli değildi. Yanına giden birileri olmadıkça, Minotor’un gadrinden korunmak olanaksızdı.
Kentin kalbi atmaya başladığından bu yana “inen”lerin sayısı binlerle sayılırdı. Bunların pek azı geri dönmüş, onlar da sonunda mutlak ölümün olduğu bu yolculuktan bir şekilde sağ çıktıktan sonra fazla yaşamayıp ölmüşlerdi. Hepsinin adını “Büyük Fedailer Anıtı” üzerine yazıyorlar, resimlerini çiziyorlar, arkalarından şarkılar ve marşlar besteliyorlardı.
Bıkkınlık dolu bir haftayı, sadece nefes alıp vererek ve karnının açlığını duyarsa yemek yiyerek geçirdi. Zamanı can sıkıntısının dişlerine ağır ağır parçalatarak, düşen parçaları da ıstırap dolu bir asit kovasına batırıp hızla yok etmeye çalışarak bir sonraki seferin katılımcıları arasında hangi dostunu göreceğini düşünerek yaşadı. Uyumak, böylece kaygının olanca ağırlığı ve saldırganlığıyla üzerine saldıran bir dünyaya sırtını çevirmek, üzerine sıkılan kurşunların karşısında saydamlaşmak istiyor ama başarılı olamıyordu.
Kendi kendine konuşurken ağzından çıkan kelimelerin ışıltısı da sönmeye yüz tutmuştu. Sadece tavana bakarak saatler geçirirken mırıldanma ve sayıklama arasında sözler söylüyordu: “İnsan hayatında… Değer görmüyorum. Yaşamın anlamı nerede? Sahi, hangimiz hayatımızın anlamı üzerine…”
Yaşamını hep değersiz mi saymıştı, bundan da emin değildi. Pek çok sanatçı arkadaşı için varoluş bir bilmeceydi. Pek çoğunun eserlerinde hâkim olan şey, bu bilmeceyi çözemiyor olmanın rahatsızlığının kıvranışı, arayışıydı. Bir defasında “Belki,” demişti. “Uzayın uzak köşesine atılmış gibi hissettiğimiz için bu yurtsuzluğu duyuyoruzdur. İleri gidemiyor, geri dönemiyor, yerimizde de kalamıyoruz. İnsan olması yazgısı diyebilir miyiz? Ne dersiniz?”
Bir haftanın sonunda, kentin tüm meydan ve sokaklarındaki duyuru ekranlarında, Başkontrolör’ün kendinden emin sesi, tünele inecekler arasında onun da adını söylediğinde artık kendinde değildi. Baygınlık geçirmişti ve üç gün boyunca da bir yatakta en ufak kımıltı göstermeden yatacaktı.
İniş günü matem ve sevinci garip biçimde bir araya getiren bir gün olarak geçirilirdi. Büyük tünel kapısının önü, kapının birkaç metre yükseklikte kalacağı geniş bir meydan olarak düzenlenmişti. Oval biçimli bu meydanın iki ucu kalabalıkların adımlayacağı yollara bağlanıyor, kuzeye bakan tarafta duran kapının önünde pırıl pırıl parlayan mermerden yapılmış bir kürsü duruyordu. İniş ekipleri bu kürsüden, meydanda bekleyen ve ağlarken gülenlerin, çılgınca alkış tutanlarla yasına sarılarak olduğu yere çökenlerin bir arada olduğu kalabalıklara nutuklar atar, inecekleri tanıtır ve kapı açma-kapama işlemini gerçekleştirirlerdi.
Her zaman çizdiği sahnelerin parçası olarak nasıl ve ne hissettiğini tarif edemiyordu. Başkontrolör ve diğerleri, karşılarında duran kalabalığa, yine, bir şeyler anlatıyordu ama o dinlemiyordu. Kafasının içinde bir boşluk, bu boşluğun içinde de birbiriyle zıtlaşan, çarpışan düşüncelerin gümbürtüsü ve bu gümbürtülerin altında ezilen sağduyusunun cılız sesi vardı.
“Onları, aslında, çok yüce bir amaca doğru uğurluyoruz. Bugün hem bizlerin hem onların gurur günüdür!”
Başkontrolörün bu sözü epey alkış kopardı. Uğultular kafasının içindeki serseri fikir hareketini biraz olsun hizaya sokmuştu. Bir maske ve miğferin kafasını iki taraftan da kapattığını o zaman fark etti. Kollarını hafifçe kımıldatmaya çalıştı ama istediği ölçüde hareket etmeyen kolları, vücudunun da bir zırha sokulmuş olduğunu anladı. Maskenin camı içinden başını çevirebildiği ve eğebildiği kadar kollarına baktığında sadece zırhı değil, aynı zamanda bileklerini saran kelepçe benzeri bir şeyleri de gördü. Neler oluyordu? Çizimlerinde bunların hiçbirisine yer vermemişti.
“Kendi yolculuğunun resmini çizen bu dostumu da kutluyorum. Ölümsüzleşecek bir yolculuk olacak onun için!”
Bir kolu havaya kalktı, birkaç saniye kaldıktan sonra hışımla eski haline döndü. Sonra kendi istemediği halde hareket etmeye başladı. Yürüyor, daha doğrusu bir yandan yürürken bir yandan sürükleniyordu. Altındaki zeminin değiştiğini ve gökyüzünden gelen sıcak ve sarı huzmelerin ortadan kaybolduğunu hissetti. Keskin ve katı bir karanlığın içine girmişti.
“Beni duyuyor musunuz? İniciler, beni duyuyor musunuz?”
Birkaç saniye duraksadı. Konuşan kimdi? İnsan sesi esnekliğinden ve duygusallığından yoksun oluşuna göre, bir robota aitti. Tekrar sordu: “İniciler, beni duyuyor musunuz?”
Kendisine ait olmayan birkaç ses soruya olumlu yanıt verdi.
“Beni duyuyor musunuz? Cevap verin iniciler!”
“Duyuyoruz.”
“Üç ve dört numara, siz niye yanıt vermiyorsunuz?”
Omzundan geriye kuvvetle çekildi, gözünün önünde insana benzetilmeye çalışılmış ancak bu çabanın sonucunda sadece yüz hatlarına kısmen benzetilebilmiş bir robotun suratı belirdi. İki mavi çizgi doğrudan suratına bakıyor, ağız niyetine konan bir başka çizgi de tekinsiz bir sabitlikle öylece duruyordu.
“İnici, iyi misin?”
“E-evet.”
“O halde cevap ver.”
Ne olduğunu anlamadan, kendi iradesini adalelerine yürümeleri talimatı vermemesine karşın adımları birbirini izlemeye başladı. Karanlığın içinde, nereye doğru neden gittiğini bilmeden yürüyordu. Yarı aralık gözleri, nefesiyle hafifçe buğulanan maskenin ardında hiçbir yön belirtisi bulamıyor; ancak tuhaf biçimde bu belirsizlikten doğan tedirginlik vücuduna hâkim olup onu güvenliğe ulaştıramadan sinesinde parlayıp sönüyordu.
Kafasındaki kask hışımla çekilip alındığında yüz üstü yere kapaklandı, ağzına nemli ve kumlu bir toprağın değdiğini hissetti. Omuzlarından çekilerek bu sefer de sırt üstü yatırıldı. Tepesinde bu kez bir robot değil, seçebildiği kadarıyla yaşlı bir adam duruyordu. Telaşlı ama muhatabına, derdini anlamaya çalıştığını aksettiren içten bir sesle sordu: “İyi misin?”
“Sanırım… Bir şey hissediyorum…”
“Hissedemediğini hissediyorsun. Korkmuyorsun, telaşlanmıyorsun değil mi?”
“Evet.”
“Korkman gerekirdi oysa.” Karanlığın içinde birine elini şıklatarak, “Şunun ensesini bir aç bakalım” diye buyurdu.
Yabancı bir çift el daha vücuduna dokundu. Ensesinde hafif bir kaşıntı, hemen ardından kâğıt kesiğine benzeyen bir acı duyumsadı. Bir el feneri yüzünü ve göğsüne, karanlığın içinden ince ve parıltılı bir koridor açtı; bu koridorun üzerine, daha parlak ve güçlü bir ışıktan oluşan başka bir şemsiye açıldı. Yüzleri, neler olup bittiği önüne serildi: Sakalları hafifçe uzamış, tepesini gri saçların kapattığı geniş alnın altındaki çatık kaşlarıyla etrafına bakan ve kendi kendine söylenen yaşlı adam, cebinden bir silindir çıkarıp ona uzattı. Çağırdığı ve daha genç görünen bir adam, hafif kanlı parmak uçlarında tuttuğu küçük bir şeyi ihtiyara gösterdi: “Daha iyilerini takmaya başlamışlar artık.”
“Tabii, ölüme gönderecek birileri kalmayınca bunlara çalışacaklar.”
“Diğerlerini de çıkarmaya çalıştım ama bir tanesine yetişemedim.”
“Felç mi kaldı?”
“Bayıldı da geri dönemeyebilir.”
Derin bir nefes alarak sordu. “Siz kimsiniz? Ensemden çıkan bu…”
Yaşlı adam doğruldu, “Suyu iç,” dedi. Ayağa kalkarak tünelin içinde bir şeyler arıyormuş gibi dolanmaya başladı. “Suyu iç sadece.”
“Nasıl bir duygu?” diye sordu genç adam. “Yıllarca çizdiğin resimlerin içinde olmak… Ne hissettiriyor?”
“Kafasını bulandırma da kendine gelsin” diye çıkıştı ihtiyar.
Yüzünü ekşiterek ihtiyara bakan genç, “Hıh,” dedi. “Kafası daha ne kadar karışabilir ki?”
“Burası…” diye başladı Ressam, “Minotor’un tüneli mi?”
“Tam olarak öyle,” dedi ihtiyar. “Girenlerin geri dönmediği meşhur mu meşhur tünel, burası.”
“Neden buradayım?”
“Minotor yalanını neden uydurdularsa o yüzden,” diye söze girdi genç olan. Konuşurken yere devrilmiş bir kütleyi ayağının ucuyla kontrol ediyordu. Tünele girdiklerinde, sesiyle uyanık olup olmadıklarını kontrol eden robot olmalıydı bu. “İnsanlar buna nasıl inanıyor, havsalam almıyor hâlâ. İşte, sen ve senin gibiler olmasa, belki çoktan uyanacaklardı!”
“Yüklenme şuna, o da bilmiyordu bu kadarını. Kimse bilmiyordu.”
Ressam, gözleri karanlığa alışır ve tünelin hatlarını belirginleştirirken ihtiyar derin bir nefes aldı. “Yok enerji kaynağıymış, yok tamir edilmeliymiş, yok şuymuş yok buymuş… Hapishane burası, hapishane. Uzaya çıkmışsın, gezegeni işgal etmişsin ama enerji kaynağını korumak için insanları yerin dibine indiriyorsun. Kim yer bunu? Kim?”
İleride aldığı şekle bakılırsa kenarları kesik bir dikdörtgen şeklinde kazılmış olan tünelin duvarlarında, göz hesabıyla birkaç metre yüksekliğinde beton kaplamalar vardı. Bu kaplamaların pek bakım görmediği her taraflarının kırılmış olmasından, damarlar misali bir uçtan bir uca çatlaklarla bezenmelerinden, su sızıntısını haber veren lekelerle dolu olmalarından anlaşılıyordu. İhtiyar, vaazına devam etti: “Ama yedirdiler. Şöyle ya da böyle, tatlı ya da sert, yedirdiler. Yaşamı kötülediler, mesela. Bazı dostlarına yaptırdılar bunu. Ölümü yüceltip övdüler. Fedakarlığı kullandılar; bence, insanın en içten duygusu ama en büyük zaafıdır da.”
Suyu tamamen içtikten sonra bacaklarında ve kollarında ayağa kalkıp yürüyebilecek gücü yeniden kazandığını duyumsadı. Yavaşça doğruldu, üzerini ve sırtını silkeledi, “Yani,” dedi. “Burası bir tuzaktan ibaret, öyle mi?”
“Hayır, hayır” dedi ihtiyar elini sağa sola sallayarak. “Tuzak muzak değil. Burası bir cezalandırma yeri. Tabii tüm bu kenti kuranlar bu işi nasıl kotaracaklarını çok iyi bildikleri için biraz kelime oyunu yaptılar. Hepsi bu.”
“Neyin cezası bu? Ben mesela, ne suç işledim?”
“Senin hatan bir kere eski tekniklerde ısrar etmendi. Bunu sevmediler. Dikkat et bu arada, düşme. Hah, senin hatan buydu. Uzayın bir köşesinde bile fırçada, palette diretiyordun. İnsanlar ellerindeki cihazlara bakıp bakıp ‘Bunlara gerek yok mu?’ demeye başlamıştı. Seni o yüzden şutladılar.”
İhtiyar ve genç olan sürekli olarak, yerde yatan birilerinin üzerine eğiliyor ve bir şey arıyormuş gibi ortalıkta geziniyordu. “Sen yine şansına kurtuldun,” dedi. Eliyle yerde yatan ve maskesinin ardında çarpılmış yüzünden başka bir şey görünmeyen bir vücudu işaret etti: “Bu çocuk kimyagerdi, çalışmalarını beğenmiyorlardı. Oradaki kızcağız şiir yazan bir öğrenciydi. Arkadaki kadıncağız kendi halinde bir ev kadınıydı, yanındaki de komşusu. Hepsine elektriği, gazı verdiler. Böyle olur işte: Kimine tünelin içinde verirler, kimini aşağıda öldürürler.”
Kafasında ani bir kasılma gerçekleşti, bir araya gelemeyen düşünceler el yordamıyla birbirlerini buldu. Dur durak bilmeden konuşan, bildiklerini telaş ve korkuyla ortaya döken bu iki adamdan başka güveneceği kimse yoktu. Bir an için, anlatılanların doğru olduğunu ama bu adamların da onu ölüme yollayanlarca tutulduğunu düşündü ama bu kuruntu fazla tutunamadan zihnindeki çalkantı içinde gözden yitti. Kendisi bu insanlara güveniyordu, peki bu insanlar neye güveniyordu? Soru, yanıtına çabuk kavuştu: “Siz daha önce inip geri döndünüz,” dedi ansızın. “Minotor’u gördünüz ve yukarı çıkabildiniz.”
Genç olan yanıt vermedi. İhtiyar hafifçe başını salladı. “Sağ kalıp dönenlerden birisiyim. Biraz rol yaptım, ‘Yalanlarınıza inanıyorum’ dedim, onlar da tekrar yolladı. Bu defa sağ kalıp dönmeyenlere katılacağım. Diğer tarafta kurtulanlar var, onlara gideceğim. Doğrusu,” Duraksayıp Ressam’a ve yol arkadaşına baktı. “Hep beraber gideceğiz.”
Bu açıklamadan sonra uzun bir süre tek söz etmeden yürüdüler. Ressam, insan vücudunun içine kurulu olan pek hassas saate güvenerek, aşağı yukarı bir saat boyunca yokuş aşağı indiklerini tahmin etti. Aklında büyük bir kasırga dönüyor, bu kasırganın gözündeki durgunluğun orta yerinde de “Neden?” sorusu duruyordu. Bu insanlara neden güveniyordu? Onu ölüme itenlerden olmadıklarını nereden bilebilirdi ki? Anlattıklarının doğru olması için bir neden var mıydı? Ensesinden neden bir çip çıkmıştı? Kasırga, son soruyu tünelin içine fırlattı: “Neden bana bir çip taktılar? Yani, çıkardığınız çipse…”
“Tünele girerken hiçbir şey hissetmiyordun değil mi? Seçilmeden önceki günler de aklında abuk subuk, kontrol edemediğin düşünceler vardı eminim. O çip yüzünden. İnsanlara hayatı ancak böyle kötületebilirler. Yaşam değersiz, o halde niye sürdüresin, değil mi? Tünele in, şerefinle öl ve anıtta ismin yazılsın. Peh!”
İhtiyar, “Geldik,” dedi buz gibi bir sesle. “Maskelerinizi takın çabuk. Ayrılmazsak buradan çıkar gideriz. Hizayı bozmayın.”
Elinde taşımakta olduğu maskeyi yüzüne taktı, derin bir nefes alarak plastik ve metalin ince kokusunu içine çekti, kafasının arkasına denk gelen kayışları kullanarak onu sabitledi. Tünelin zifiri karanlığı içinde belirsiz ve çelimsiz bir ışık görünmüştü. Gözlerinin görebildiği en uzak yerden yayılan bu ışık, adım adım yaklaşıldıkça daha da belirginleşti ve güçlendi. Sonunda Minotor’un tünelin eğiminden keskin bir kavisle ayrılmış bir beton duvarın ortasına açılmış geniş kapısına ulaştılar. Beyaz ışık saçan birkaç lambanın aydınlattığı kapıda, eski zamanlardan kalma mekanik bir kilit kullanılıyordu. İhtiyar zırha benzeyen bir çift eldiven takarak bir yuvarlağı çevirmeye başladı. Gıcırdayarak dönen yuvarlak turunu tamamlayınca, altındaki uzun ve ağır sürgüyü kaydırdı, boşta kalan bir eliyle de kapıyı sağa doğru çekti.
Nefes nefese kalmış bir sesle “Sakın çıplak elle bir şeye dokunmayın. Maskeyi asla indirmeyin ve ben söylemedikçe konuşmayın,” dedi. Sonra eliyle onu takip etmelerini ima eden bir işaret yaptı.
Minotor’u gördüğü ilk an, heyecan ve korkuyu bir arada vücuduna yaydı. Sinesinde asılı duran bir kese patlamış gibi göğsünden dalga dalga kollarına, bacaklarına ve kafasına boşanan bir sıcaklık hissetti. Kapı, göz kararıyla yerden yaklaşık yirmi metre yukarıda asılı duran bir çelik platforma açılmıştı. Platformun altında, sayamadığı kadar çok sayıda ve daha önce hiç görmediği ölçüde büyük makinelerle dolu bir açıklık uzanıyordu. Alt tarafı kabaca silindire benzeyen; tepesinde kablolardan, küçük borulardan, renklerine bakılırsa farklı metal parçalarından oluşan, şekilsiz bir çatının durduğu bu makineler, maskeler çıkarıldığında sağır edebilecek bir uğultuyla çalışıyordu. Başını kaldırıp yukarıya baktı. Hesabına göre, neredeyse yüz metre yüksekliğinde bir tavanın altında bulunuyorlardı. Yine göz kararıyla, üzerine çıktıkları platformun hizasında, Minotor’un yuvasının genişliğini ölçtü. “En az elli metre” diye içinden geçirdi.
Şaşkınlığını bir süre için bastırarak sordu: “Bunlar ne yapıyor?”
“Enerji üretiyorlar ama aykırı tipleri de içine atabilirsin” dedi ihtiyar. “Diplerindeki maviliği görmüyor musun?”
Gerçekten de duvarlara çakılmış beyaz ışıklara ilave olarak, makinelerin dibinden yayılan parlak ve açık mavi ışığı görmemek olanaksızdı. Platformun sol yanındaki merdivenden inerken “Buradaki şey,” diye lafa girdi. Eliyle havada makineler üzerinde kavisler çiziyor, diğer yandan da gözüyle uzaklarda bir şey arıyor gibi bakışlarını merdiven ve makineler arasında koşuşturuyordu: “Saf enerji. Denetlemesi bile zor oldu. Burayı,” Kavis çizen eliyle merdivenin tırabzanlarına vurdu. “İnşa ederken binlerce insan öldü. Ne bini? On binlerce belki de. Hepsi eridi, yandı, çürüdü. Adlarını hiç duydun mu? Onları çizdirdiler mi sana?”
“Hayır.”
“Hah, şaşırmadım!”
Ayakları kalın bir metal yüzeye bastı. Makinelerin hizasına indiklerinde, Minotor’u oluşturan bu dev aygıtların gerçekten de ürkütücü ölçüde büyük olduklarını daha iyi kavradı. Her birinin boyu, aşağı yukarı on metreydi ve uğultuları, maskenin içinde rahatsız edici olacak kadar artmıştı. “Dosdoğru yürüyeceğiz, çıkışımız bu hizada, duvarın içinde” dedi ihtiyar. Arka arkaya dizilmiş makineler ve duvar arasında kalan ince yolda ilerlediler.
“Hiç ceset yok, farkında mısınız?” diye sordu genç olan. “Ölenleri de temizliyorlar demek ki.”
İhtiyar hışımla arkasına döndü ve elini maskesine götürerek “Sus” işareti yaptı: “Ben demedikçe konuşma bir daha.”
“Sadece gördüğümü söyledim.”
“Söyleme, yürü.”
Makinelerin altından yayılan ışık ayakkabılarını ve pantolonlarını boyuyor gibi görünüyordu. Ressam, bir süre, pek hoşlandığı optik olaylardan birisi gibi görünen bu boyama işine, neredeyse hayranlıkla baktı. Birkaç yüz metre yürüdükten sonra, kıyafetlerinin renginin gerçekten değiştiğini fark edip yerinde sıçradı. “Ne oluyor?” diye telaşla sordu.
“Yapması gerekeni yapıyor. Kimyasını, yapısını değiştiriyor. Daha fazla kalırsak bizi de değiştirecek. Hızlanın.”
Adımlarını hızlandırdılar ama hepsi, kulaklarındaki telsiz sayesinde, attıkları her adımın ciğerlerine çekip bıraktıkları oksijenin, kaslarını hareket ettirmenin maliyetinin arttığını fark ediyordu: Daha sık soluk alıp veriyor, her yeni adımda biraz daha yoruluyor, nefeslerini derinleştirmeye çalışıyor ancak başaramıyorlardı. “Sıkın dişinizi, geldik neredeyse.”
“İniciler, nereye gidiyorsunuz?”
O uğursuz robot seslerinden biri hepsinin kulağında çınlamıştı. İhtiyar soğukkanlı bir sesle cevapladı: “Bozulan makineyi arıyoruz.”
“Yetmiş altıncı ve yetmiş yedinci modül. Burada ne işiniz var?”
Ne yapacağını bilmeden yere bakınan Ressam, yanında durdukları makinenin gövdesine iri rakamlarla “248” yazıldığını gördü. Hedefi ıska geçmişlerdi ve belli ki onları izleyen ya da izleyenler, kolaylıkla bunu fark etmişti.
“Hemen görev yerinize dönün. Bu, bir emirdir.”
“Derhal,” dedi genç olan. “Bize eşlik ederseniz…”
İhtiyar müthiş bir hızla, sağ tarafında arkada duran genç adamın boğazına yapışıp onu duvara itti. “Onlardansın, değil mi? Çeneni kapatsan çoktan ulaşmıştık. Soysuz seni!”
Robot tehditkâr bir sesle kulaklarında belirdi. “İniciler kaçma girişiminde bulunuyor. Müdahale edin!”
Ressam, tam karşılarından bir karaltının hızla kendilerine doğru gelmeye başladığını gördü. “Gidelim, gidelim. Ne yapacağız?” diye panikle sordu ihtiyara.
“Sizdenim, yemin ederim!”
“Hadi oradan! Yukarıdakileri kurtaramamış. Yalancı!”
“Sadece emirlere…”
“Emrin batsın!”
İhtiyar bütün gücüyle maskesini tuttu, hışımla çekmeye başladı ve birkaç saniyelik boğuşmanın sonunda genç adamı Minotor’un zehirden başka bir şeyle dolu olmayan havasıyla baş başa bıraktı. Ressam, kendini yere atarak kıvranmaya başlayan genç adamın çırpınmalarını, onu hayat ve ölüm çizgisinin doğru tarafında tutan maskeyi yeniden yüzüne geçirmek için nafile biçimde ihtiyara doğru emekleyişini, Minotor’dan yayılan göze görünmeyen dalgaların yüzünü, ellerini yavaş yavaş kurutup parçalarken onlara dehşetle bakıp bağırmasını korkuyla izledi. Teni önce karardı, katılaştı ve ardından kesikler halinde kanamaya başladı. Ağzını ardına kadar açıp haykırırken dilinin dağılıp bir kan pıhtısıymışçasına ağzından yere döküldüğünü, gözlerinin akının renginin hızla kırmızıya döndüğünü gördü. İhtiyar kolundan tutup sürüklemeye başlamasa, bu korkunç kıyımı donakalmış halde izlemeyi sürdürecekti: “Bırak gebersin! Çabuk koş, çabuk!”
Dosdoğru robotun üzerine doğru koştular. İhtiyar cebinden çıkardığı ufak bir tabancayla önüne ateş ediyor, bir yandan da etrafına bakınıyordu. “Sağa dön!” Başka bir yola girmişlerdi. “Sol, sol! Koş, koş, koş!”
Arkasına dönüp baktığında, peşlerinde neredeyse bir düzine robotun koşmakta olduğunu gördü. Aralarında büyük ve kırmızı bir ışık huzmesinin belirdiğini ve hızla kendilerine doğru geldiğini fark etti. Küçük bomba onları ıskalayıp bir makineye çarptı. Atılan bir başka bomba da hedefini bulamayıp patlayıcı çekirdeğini Minotor’un bir başka parçası üzerinde açığa vurdu. “Geldik, şuradan!”
Sol tarafa saptılar. Yaşama isteğinden başka bir şey düşünmeyen ve hissetmeyen iki vücut, betona, kurtuluşlarını sunacakmış gibi hücum etti. “Buradaydı, bir kapı…”
“Ne kapısı? Burada kapı falan yok!”
“Olmalı, burada olmalı.”
“Hayır…”
“Denemeye değer.”
“Hayır… Artık, yoruldum…”
“Bir kere daha. Yaşamak istiyorsan, dene.”
Minotor’a yapılan bu iniş, insanların ancak hayatlarının değersizliğine ikna edilerek gerçekleştirilen dönüşü olmayan, tek taraflı yolculukların sonu oldu. Silahlardan atılan ve hedefini şaşıran bombalar sadece birkaç makineyi ve akabinde neredeyse tüm Minotor’u değil; kentin o güne kadar doğruluğundan kırıntı ölçüsünde şüphe edilmemiş efsanelerini de bozmuştu.
Topraktan bitki yerine yükselen zehirli dumanlar, tünel kapısını orta yerinden bükerek önüne açılmış meydana fırlatan patlama ve üzerine kapatılmış çatıdan kurtularak gökyüzüne fırlayan o esrarengiz maddenin parıltısı kent ahalisini dağlara kaçmaya mecbur bırakmıştı. Alelacele kurulan çadırlara, derme çatma kulübelere sıkışan insanlar, kısa süre sonra, günler boyunca hiçbir yatıştırıcı müdahaleyi kabul etmeden, tüm hiddetiyle yanan alevlere bakarak bazı sorular sormaya başlamıştı. Minotor’un ateşleri, bildiklerini saklamak istemeyen ya da saklamayı beceremeyen kimi yöneticilerin vicdanlarını da tutuşturmuştu. Sonunda gerçekler, son inişin kaydını tutan bilgisayarların açılmasıyla, bir çatlaktan sızan gün ışığının orada küçük de olsa bir hayatın filizlenmesini sağlaması gibi, tutunacakları bir dal bularak insanların önüne serilmeye başlandı. Doğru olarak anlatılan yanlışlara çekiçlerle saldırıldı, perdeler teker teker aralandı, örtüler bir daha örtülmemek üzere altlarındaki gizlerin üzerinden çekilip alındı ve kuşkuları besleyen karanlıkların üzerine en güçlü ışıklarla gidildi.
Minotor’un ateşi aylar sonra söndüğünde, artık eski kentten söz edilemezdi. İnsanlar bambaşka şehirler kurmaya ya da kurulan şehirlere yerleşmek üzere yollara koyulmuş, bazıları yeni hayatlarına çoktan başlamıştı bile. Gezegenin farklı köşesindeki onlarca kenti bir araya getiren şeylerden birisi de son inişin kahramanı genç ressam olmuştu. Adına yapılan resimler, bestelenen şarkılar, yazılan hikâyeler ve dikilen anıtlar, bu genci, yaşam ve ölüm çizgisinin ilk tarafında tutmaya, yüzyıllar boyunca devam etti.
Merhaba, ilginç bir öykü olmuş, keyifle okudum fakat bazı yerlerde boşluklar kalmış ya da ben bir şeyleri gözden kaçırmışım gibi hissettim onlara değinmek istiyorum.
Mesela inişlerin düzenli olarak yapılan bir işlem olduğunu anlıyoruz fakat sonrasında karakterimiz yüksek mevkili biri tarafından hususi çağırılıp Minotor’a gönderilme ihtimali olduğu haberini alıyor. Burada neden bu kadar yetkili bir kişinin karakterle özel olarak görüştüğünü ve içinde bulundukları şartlarda gayet muhtemel olan bir olasılığı dillendirdiğini anlayamadım.
İndikten sonra gittikleri yer, Minotor tüneli anladığım kadarıyla robotlar tarafından sıkı denetimde olan bir infaz kurumu. Bazılarının bu ortamdan nasıl sağ çıkabilme ihtimali var tam oturtamadım. Bir de inişinden sonra Ressam’ı karşılayan ihtiyar adam ve genç daha önceden oradalar mıydı, nereden tanışıyordular, ihtiyar adam Ressam’ın buraya hangi suçtan ötürü geldiğini nereden biliyordu ve bahsettiği diğer taraf tam olarak nerede ve nasıl bir yer(başka bir gezegen mi vs.) gibi soruların cevaplarını da göremedim. Dediğim gibi ben de gözden kaçırmış olabilirim, aklıma takılan yerleri belirtmek ve bir geri dönüt bırakmak istedim sadece.
Elinize sağlık,
İyi günler.