“Geri çekil! GERİ ÇEKİL DEDİM!..”
“Sakin ol çavuş!.. Miğferindeki kırmızı ışık tenine geçecek… Patlayacaksın yani bir başka deyişle.”
Kumral küt saçlı kadın, kendisine elini uzatan çavuşu -adam aslında astsubay üst çavuştu- arkasına alacak şekilde aniden kameramana döndü yüzünü. Çavuş, kadını ıskaladığı için hırslanmış, yavaş yavaş kameraya dönen kadını yakalamak için son bir hamle yapmıştı. Ancak çok geçti artık…
“Evet Tekin, aslında hepimiz aynı şeyi merak ediyoruz. Öğlen saatlerinde İstiklal Caddesi’nde meydana gelen korkunç patlamaya müdahale edenler neden itfaiye ve ambulanslar değil de,
Özel Kuvvetler oldu?.. Her şey, biliyorsunuz saat 11.30 sularında Taksim’den işitilen patlamayla başladı. Bu korkunç patlamayı daha küçük dört patlama izleyince, yapılan ilk yorum, bölgedeki doğalgaz hattının zarar görmesi oldu. Yetkililer de ilk başta bu tahminleri yalanlar ya da doğrular açıklamalarda bulunmadılar. Ancak izleyen dört, -kadın burada saatine baktı- dört buçuk saatlik süreçte tüm Beyoğlu-Galata gölgesinin özel kuvvetlerle askeri kordon altına alınması, akıllara başka olasılıkları getiriyor.”
Kadın, mikrofonsuz elini kulağına bastırıp sustuğunda, çavuş aradığı fırsatı bulduğunu düşündü.
“Hanımefendi, burada yayın yapmak yasak, lütfen terk edin burayı…” ve kadının elindeki mikrofonu tutup bastırmaya kalktı. Ancak, kadın sanki çavuş orada değilmiş gibi devam edince, geri çekilmek zorunda kaldı.
“Kesinlikle Tekin, olayın sadece burada cerayan ediyor olması, bir terör eylemini getiriyor akıllara ilk aday olarak…”
Ve ne olduysa da o anda, oldu…
Galatasaray Lisesi civarından, birçok namludan çıktığı belli olan kesik kesik makinalı tüfek sesleri geldi önce. Hemen ardından bir elektrik cızırdamasını andıran korkunç bir ses yükseldi…
Gazeteci kadın elini tekrar kulağına götürdü, çavuşun telsizinden çığlık çığlığa ama belli bir mesafeden anlaşılamayacak durum raporları duyuldu ve çavuş, bu sefer kızgın, bıkmış
ya da üstten bakan bir edayla değil, düpedüz bir panikle kadının kolundan tutup bağırdı,
“Gidin buradan, çabuk!”
“Ne oluyor?”
“Lütfen hanımefendi! Hayatınız tehlikede…”
“Bir dakika Tekin…” dedi kadın, kulağındaki elini çekip çavuşu yakasından kavrarken, “Ne… Oluyor… Çavuş?!”
Ve cevabı, çavuşun kırmızı ışıkla aydınlatılmış vizörüne fışkıran beyin parçaları ile aldı. Ondan sonra televizyonlarını izleyenler için bir savaş belgeseli başladı; ödüllü muhabir Ela Seyhan kendisinden beklenmeyen bir çığlık attı, kameraman İzzet Güven küfretti ve kesinlikle odaklanamayan görüntüler hareket ederek Harbiye yönüne doğru akmaya başladılar. Meydanın girişine ulaştıklarında bekleyen bir taksinin arkasına sinen ikili, şaşkın olmakla birlikte kendilerindeydiler.
İzzet, hâlâ olayın ilk şokunda verdiği tepki uyarınca konuşuyordu, ağzından çıkan bir tükürük gür sakallarına yapışmıştı. Bu halde konuştu; “O neydi amına koyim?!” Mesajını basitçe vermişti…
Ela ise “ödüllü muhabir” olmasının tesadüf olmadığını kanıtlarcasına cevap verdi; “Ne bileyim ben?..” Aynı anda İzzet’e, eliyle aşağı yukarı doğru çenesini silme hareketi yaptı. İzzet, onlarca örme ve deriden oluşan bilekliğini bir mendil gibi kullanıp sakalını silerken, o da, kumral küt saçlarını bağlayıp stilettolarının topuklarını kırmıştı.
“Yüksek bir yere çıkmamız lazım!..”
“Buradan!.. Çıkmamız lazım… Ses, ta Galatasaray’ın oradan gelmişti. Saniyeler sonra çavuşun beynini patlattılar…”
“Çatırdamayı duydun mu?”
“Çavuşun kafatasının çatırdamasını mı?”
Ela gözlerini kapatıp, köpek dişlerini sinirle birbirine bastırdı. “Cızırdamayı… Duydun mu İzzet?”
“Hiçbişe duymadım amına koyim, hiçbişe duymadım…”
“Küfredip durma İzzet! Kendine gel.” Sonra kafasını taksinin üstüne hafifçe ve temkinle kaldırıp sordu; “The Marmara’nın çatısına çıkabilir miyiz sence?”
İzzet, taksinin tekerleğinin arkasına sinmişti. Ela’nın kafasını kaldırıp meydan yönüne doğru bakmaya çalışırken sorduğu soru, içten içe erkeklik gururunu incitmişti.
“Hadi!” dedi o hırsla, “Gezinin içinden geçip AKM önüne çıkalım. Sıra Selviler yönünde bir şey yoksa The Marmara’ya ulaşabiliriz…”
Ela, aslında sorusuna olumlu bir cevap beklememiş, hayatı gereğinden çok seven çapkın kameramanın o çatıya çıkmayı asla kabul etmeyeceğini düşünmüştü. Bu sebeple de
kafasında aslında eski Sheraton veya Harbiye Orduevinin çatısına çıkmak vardı. İstiklal Caddesine giremezlerken orduevinin çatısına nasıl çıkacakları da ayrı bir soruydu aslında
ama, eski Sheraton -bin yıldır Intercontinental’di otelin adı ve bunu Ela da biliyordu aslında- sorun olmaz diye tahmin ediyordu.
Birdenbire… Ve neden olduğu bilinmez bir şekilde, ikili, aynı algı ile birbirlerine baktılar. Sanki bir güç onları buna yönlendirmişti. Bunun hayatta kalma güdüsü olduğunu anlamaları için biraz daha zaman geçmesi gerekecekti. Belli belirsiz algı şuydu; “Çok sessizdi her yer!..”
Sessizlik korkutur. Hele savaşta daha çok korkutur. İlk mermi gelecek, alnının çatısında patlayacak diye düşünür insan…
Böyle düşünüyordu Ela da, babasının ona hararetle okuduğu klasik bir eseri hatırlarken. Ama o mermi Ela’nın alnının çatısında patlamadı. Ela’nın bunu anlaması ise biraz zaman almıştı. Tüm yüzünü kaplayan beyin soslu kan; önce öldüğünü, sonra kör olduğunu sanmasına sebep olmuş, en sonunda, -ama aslında olaydan sadece iki saniye kadar sonra- anlayabilmişti ne olduğunu…
Ve direnci de o anda kırıldı…
Yarı arkasını dönmüş, yarı yan yatmış vaziyette, üstü başı çamur, kan ve beyin içinde
ağlayan Ela kendini kaybederek sürünmeye başladı. Uzaklaşmakta, kaçmaktaydı. Sadece… Aslında kaçamamaktaydı!..
Korkunun hayatta kalma güdüsüne üstün geldiği o anda da, onu gördü; bir taksinin üzerinde üç buçuk metre boyunda, boyu ile orantılı genişlikte, kahverengi-gri bir yaratıktı karşısındaki…
Yaratığın gözleri uzay kadar karanlık ve bir Japon animesi kadar büyüktü. Ağzı yoktu, ama vücudunun şekli, diz kapağı eklemleri ters olsa de humanoiddi.
Ela yaratığı gözlemleyebildiğini fark edince, kontrolünü tekrar ele aldığını da anladı ve ayağa kalktı.
Yaratık ona bakıyordu. Onun üçte ikisi kadar olan iki tanesi daha aynı taksinin tavanına hiçbir şey olmamış gibi sıçrayıp konunca, Ela artık göreceğini gördüğünü düşündü ve geri geri yürümeye başladı. Birkaç adım geriye atıp, yaratıkların onu sadece izlediğini, hareket etmediğini fark ettiğinde, mesleki merakı ve hissettiği güven, korkusunu bu sefer tamamen alt etmeyi başardı ve durdu.
Bu… O günkü son kontrollü anlarıydı… Korkusu, onu, hareket etmesini engelleyebilecek kadar ele geçirmemişti belki ama, sadece şartlı refleksleri ile hayatta kalmaya çalışan ilkel bir organizmadan farkı da kalmamıştı. Evet, yaratıkların üçü de aynı anda namlusunu ondan yana çevirdiğinde olmuştu bütün bunlar.
Kontrol edemediği hatta farkında bile olmadığı gözyaşları, yüzündeki artık kurumaya yüz tutan kanları yararken, yaratıklara arkasını döndü ve koşmaya başladı. Ne olduğunu anlayamıyordu ama etrafından geçen ışık huzmelerin hedefi aslında kendisi değildi:
Hedef O’ydu; bir insan!.. Gri yeşil kıyafetler içindeki, yüzü ve kafası kapalı bir insandı hedef…
İnsan, Ela’nın algıladığı ancak anlamlandıramadığı bir hareketler silsilesi ile, yolun her iki yanındaki araçların bir sağından, bir solundan kendini göstererek elindeki metalden ateş saçıyordu. Ela, insanın bir asker, elindekinin bir tüfek ve savaşan tarafların, bu insan asker ile, ne olduğu belli olmayan yaratıklar olduğunu anladığında, bu çarpışmanın hayatını kaybetmesine yol açabileceğini içgüdü ile belli belirsiz fark ederek kendisini yere attı ve insana doğru sürünmeye başladı.
Neden sonra, insan tamamen açığa çıkıp ateş açarak yolun ortasında yürümeye başlayınca da yerde cenin pozisyonunda hareketsiz kaldı. Böylece gözleri tekrar yaratıkların olduğu tarafa çevrilmiş bulundu.
Yaratıklardan biri görünmüyor, bir diğeri yüzüstü taksiden düşmüş olacak ki, kafası asfaltta ayakları taksiye dayanmış şekilde yerde titriyordu. Üçüncü yaratığın elleri açılmış, elindeki RPG büyüklüğündeki silah, parmaklarından sallanır olmuştu. Göğsünden kesik kesik koyu yeşil ile gri karışımı bir renkte sıvılar fışkırıyor ama yaratık yıkılmıyordu.
Ela, biraz daha konsantre olabildiğinde, yaratığın kesik kesik tarandığını algıladı. Bu sırada yanından geçen ve geçer geçmez yaratıkla Ela arasına giren asker, sessizce ama tam bir konsantrasyonla ateş etmeye devam ediyordu. Asker, yaratık çökerek dizleri üzerinde öne doğru yıkıldığında da bir süre öyle, ayakta atış pozisyonunda kaldı.
Asker, yaratığın öldüğüne kanaat getirdiğinde, yavaş adımlarla geri geri, Ela’nın yanına kadar geldi ve ona; “İyi misiniz?” diye soracak oldu…
Ela’nın kan içindeki suratı ve çamur içindeki vücudu, askeri bu soruyu sormaya itmişti. Ama Ela, korku dolu gözlerle ve beklenmedik bir atiklikle bacağına sarılıp, yanağını dizlerine dayayınca, kadının yaralı değil, şokta olduğunu anladı.
“Kalkmak zorundasınız.” dedi asker, “Burası güvenli değil…” Sonra etrafına şöyle bir baktı ve devam etti, “Hiçbir yer güvenli değil. Sizi hem taşıyıp hem de koruyamam. Kalkmak zorundasınız…”
Kadın, titrer vaziyette bacağına daha da sıkı sarılınca, bir kez daha sormak üzere daha yakına eğildi… Ve eğilince…
Evet, eğilince… Askerin beyninde çok ilkel bir yer “tık etti.” Hayır… Kan içinde olmasına rağmen son derece güzel bir yüz kemiği, o kızıllık içinde parlayan korku dolu büyük yeşil gözler veya hâlâ parlayan açık kumral saçlar değildi bunun sebebi. Daha derin, daha değişmez bir koddu askeri çarpan.
Neden sonra tekrar toparlandı. Günün sonunda o bir özel kuvvetler binbaşısı idi ve elindeki G-3, parmak ucu kadar girer, iki elin yaptığı bir daire kadar çıkardı!.. Karşısında bunu test eden üç “uzaylı” vardı. Keyiflendi, fark etmişti ki; profesyonel zekâsı içgüdülerinden besleniyordu ama hâlâ kontrol kendisindeydi… Kadını kucağına alırken “Gel buraya!..” dedi birinci tekile geçip. “Seni çıkaralım bu cehennemden güzellik…”
Ah!.. Bir de boşanmıştı tabi, çok kapılmamak lazımdı bu “damsel in distress” romantizmine…
* * *
Ela uyandığında, karanlığın içinden parlayan iki kırmızı ışık gördü hemen önünde. Daha ne olduğunu anlayamadan bir de yüzünde ıslak, iç gıcıklayıcı bir şey hissedince, hızla doğrulup kendini geriye atmaya çalıştı… Ve aynı anda kaşmir bluzundan çekilip geri, kırmızı ışıklarla göz göze olan ilk pozisyonuna getirildi…
“Sakin ol!” dedi gözler buyurgan ama sakinleştirici bir sesle, “arkadaşının hemoglobin seviyesi yüksekmiş.”
Ela o anda hatırladı olan biteni, “Berbatsın!..” dedi, devamını yuttu. Dikkatini, sürekli olarak yukarılardan gelen ve yeryüzünü döven dev balyoz sesleri çekmişti. Yukarı bakarken asker cevapladı,
“Fırtına obüsleri. Beyoğlu’nu bombalıyorlar…”
“Yüzümü silmeyi bırakır mısın?..” diye sordu Ela, ilgilenmediğini göstermek üzere. Asker, bezi, kızın tek eliyle kavradığı eline koyunca da devam etti, “Top olduklarını anlamıştım. Babam… Neyse!..” diye bitirdi sözlerini.
“Yüzünüzü iyice temizlemenizi öneririm. Kaşıntı yapacağı gibi, kokusu da midenizi kaldıracaktır. Ağrı da yapabilir…”
Ela, babasından bahsetmek istemese de, özellikle hayati tehlike altında değilken ne derece “alfa” olduğunu göstermekte kararlıydı; “Neden füze değil de top?” dedi, “Füzeler daha isabetli değiller mi?”
Ve asker de kiminle konuştuğunun farkında olduğunu gösterdi; “Kendinize geldiniz… Bu iyi. Baygın halde taşınırken ikimizin de hayatta kalma şansını azaltıyordunuz…”
Ela’nın sinirli yüzü, askerin vizöründe net bir şekilde kaş çatarken devam etti asker, “Füze için hedeflerin işaretlenmesi gerekir. Bu bir baraj olmalı, çatışan birliklerden gelen bilgilerle kurulan bir baraj…”
“Neden saldırmıyorlar?”
“Kim?”
“Bizimkiler.”
“Mevcut kuvvet bunun için yeterli değil.”
“Birinci ordu?..”
“O tam olarak öyle değil. Ayrıca savunmalarını aşamadık.”
“Kaç kişilerdi?”
“Bir güç kalkanı var. Dışına taştıklarında, herkes kadar ve herkes gibi ölüyorlar. Ama kalkan içinde silahlarımız etkisiz. Ayrıca kalkan yavaşça büyüyor. Sanırım bir bakteri kadar hızlı değilse de ürüyorlar da…”
Ela yüzünü kaşırken duyduklarını, plaza diliyle “process etmeye” çalışıyordu. Tam ağzını açacakken asker tekrar söze karıştı, “Yüzünüzü temizlemelisiniz. Siz göremediğiniz için bunu benim yapmam daha akıllıca olur.”
Ama Ela gerçekten bununla ilgilenmiyordu; “O kadar asker boşu boşuna mı, bu yaratıkları…”
“Uzaylıları…”
“Ne?”
“Bu bir uzaylı istilası…” Ela, asker için “şaşırtıcı derecede şaşırmış” bir suratla ve yine beklenmedik bir dikkatle dinliyordu, “Dünyada on iki farklı lokasyonda görüldüler. İstanbul, içlerinde tek şehir olan lokasyon.”
“Peki bir ordu asker ne amaçla çarpışıyor?..” eliyle yukarıyı gösterdi Ela, “Giremeyecekleri bir güç kalkanı ve beş tane uzaylıyla?”
Asker kendini sinirli hissetti ve bunu saklamadı, “Yirmi yaşındaki çocuklar, sizleri tahliye etmek için hayatlarını tehlikeye atıyor Ela Seyhan! Ben de onların yanında olmalıydım ama kucağımda şoktan bayılmış bir kadın vardı!..” Kadın ağzını açmaya çalıştığında da işaret parmağını gösterdi. Ela, belli belirsiz gördüğü parmak ve askerin ses tonundan hareketle adamın kadınlarla ilgili bir problemi olduğunu düşünürken, devam etti; “Neyse!.. Buradan çıkmalıyız. Önemli olan tek şey bu… Bu periferden çıkmalıyız Ela Seyhan. Toparlanın. Hem ruhen hem fiziksel olarak…”
“Sizin adınız ne?”
“Özel Kuvvetlerden Bordo Bere Komando Binbaşı Fikret Hekim.”
“Titrsiz yaşayamıyor musunuz binbaşı?”
“Üniformalıyken hayır. Ayrıca bu bir hiyerarşi nişanı… Bir savaştayız ve bu yolculukta benim dediğimi yapacaksınız. Biz, evlerinde ego mücadelesi yapan evli bir çift değiliz. Bir kanalizasyonda hayatta kalmaya çalışan bir komando ve bir siviliz…”
Bu adam kesin boşanmış diye eli arttırdı CNN Türk’ten Kıdemli Muhabir Ela Seyhan. “Neyse,” dedi kendi kendine, “uzun vadede yerim ben bunu…” İtaatkarca sordu; “Nereye gidiyoruz?”
Binbaşı, şaşkınlıkla değilse de, tondaki değişimin tedirginliği ile sesini alçalttı ama hâlâ tok ve diyafram desteği ile cevapladı; “Batıya… Yarımadanın diğer yönleri deniz…”
“Ne kadar batıya?”
“Yirmi kilometre kadar, Mahmutbey gişelerine… Planlanan en geniş perifer sınırı.”
“Neyin periferi?”
“B-61’in periferi…”
* * *
“Neden G-3?”
“Kinetik enerjisi çok yüksek… Exoskeletonlarını daha kolay deliyor.”
“Neden kuzey?”
“Haliç Köprüsüne ulaşmak için.”
“Neden Galata veya Unkapanı değil?”
“Güneyden gelen bir silah sesi duyuyor musun?”
“Neden Fırtına’lar baraj kurmuyorlar?”
Binbaşı miğferinin içinde gülümsedi. Soruları bitirmenin en iyi yolunun, konuşmak isteyen gazeteciyle konuşmak olduğuna karar verdi ve açık uçlu bir soru soruyla cevapladı son soruyu, “Etrafında insan görüyor musun?”
“Hayır… Ve evet Mecidiyeköy Meydanı’nda ekolanmış araç sesi duymamak garip…”
Binbaşı şöyle bir kafasını çevirdi Ela’ya. Kadının bakışlarını yakalayınca da bir kafa işareti ile, meydana devrilmiş metrobüs durağını gösterdi. “E-5…” dedi, “Büyükdere olmuş. Ekolu sesler sizce de biraz lüks değil mi?”
“Öncelikle,” diye cevapladı Ela, garip bir şekilde didişmekten memnun bir hisle, “şu sen, siz olayını halledelim…”
“Sence de biraz lüks değil mi?” cevap şimşek gibi seçimini yaptı binbaşı.
“Halide Onbaşı…” Ela gülümsedi, “Ela Çavuş… Nasıl?”
“İyi.”
“Çok ilgilendin!..”
Duran binbaşı, sol elini kaldırıp Ela’yı da durdurdu. Aynı eliyle miğferin şakak kısmında bir ayarlama yaptı. On saniye kadar etrafı inceledikten sonra kadına döndü ve Ela’yı rahatlatacak şekilde alakasız bir şey söyledi.
“Kesinlikle çavuş daha uygun senin için.”
“Nedenmiş o? Ben öyle dediğim için mi?”
“Halide Edip’in Mauser modellerini bildiğini ya da Krupp toplarına hakim olduğunu sanmıyorum. Ayrıca…”
“Ayrıca?”
“Stilettolar…”
“Ne?”
“Stilettoların topuklarını kırmışsın. Kırılmamışlar, kırmışsın.”
“She Hulk olmaya gerek yok bunun için.”
“Ama tabanların kırılıp düzleşeceğini hesaplayabilmeye gerek var… Yine de o kırık tabanlar su alıyorlardır. Değiştirmek ister misin?”
“Tabi… Ama giyilmiş ayakkabı giymek istemiyorum yine de.”
Binbaşı, cevap vermedi. Dönmüş, iki kara kule olarak yükselen Trump Towers’a bakıyordu…
* * *
“Ben daha gençken,” dedi binbaşı, “Zaytung’da bir haber çıkmıştı. AVM’lerimiz zombi istilasına ne kadar hazır diye bir haber.” Güldü, “City’s en hazır AVM seçilmişti. Burası yoktu o zaman.”
“City’s küçük tabi.”
“Her yeri de görüyor,” parmaklarını ileri uzatıp şöyle bir senkronize şekilde hareket ettirdi binbaşı. “o da önemli.”
“Burası nasıl?”
“İki türlü…”
“Yani?”
“Burası iyi.”
Ela gülümsedi, “Burası iki türlü mü, iyi mi?”
“Trump iki türlü. Burası… Yani sinema, iyi… Tüm koridoru görüyor. Arkasında da bir derinlik var. Ama mesela, üst veya alt kattaki bir dükkânda sayıca çok olan bir grubu ilk anda ateş altına alabilsem bile, daha sonra hareket alanın dar olduğu için…”
“Ne oldu?”
“Şşşş!”
“Ne…”
“Yere yat!” diye fısıldadı binbaşı, işaret parmağını burnuna götürürken. Vizörünü şakağından bir kez daha ayarlayıp, tüfeğiyle karşıya doğru nişan aldı.
Fısıldama sırası Ela’ya gelmişti. “Ne oluyor?” Ama cevap yerine gittikçe ağırlaşan bir nefes alışverişi duydu, sonra bir an nefes kesildi ve aynı anda G-3 ateş kusmaya başladı. Tüfeğin mekanik kama düzeni sesi, yakından çok da yüksek değildi, ancak koridorlarda yankılanan ses tüm mekânı doldurmuştu. Tüfekten gelen sese bir köpeğin ağlaması ile bir kartalın çığlığının karıştırılmasına benzer çığlıklar da katılınca, Ela ne olduğunu anladı. Uzaylılar için, yaşam ve ölüm anlamına gelen tüm bu çatışma sadece birkaç saniye sürmüştü.
Binbaşı, iki tanesi birbirine bantlanmış şarjörü ters yüz ederken seri bir baş hareketi ile kendisine döndü ve “Alt kata in!” dedi.
Ela mesajı almıştı. Ayağa kalkmak üzere dizlerini karnına çekmişti ki, bir el tarafından belinden aşağı bastırıldı. Duyduğu emir, bir yılanın tıslamasıydı, “Sürünerek!..”
Ela arkasını döndü, yürüyen merdivene kadar süründü ve merdivene ulaşınca, arkasından hâlâ hareket gelmemesinden cesaret alarak, Binbaşı’yı da çağırmak üzere kapıya doğru döndü.
Gerçekten de, binbaşıyı geri geri kendisine doğru yürür halde buldu. İçinde bir güvenle merdivene tekrar dönüyordu ki, sinemanın büfesinin parçalanarak binbaşıya çarpması ile kalakaldı.
Binbaşı, büfenin bankosundaki ilk çatırdamayı duyması ile ateş açmıştı ancak dengesi bozulduğu için bu, rastgele bir yaylım ateşi olmuştu. Binbaşı hedefi tespit edip, tüfeğini indirmeye başladığında ise, tüfeğin namlusu ile zemin arasındaki açıdan, bir başka üç buçuk metre boyundaki uzaylı çıktı. Yaratık, sağ eliyle, kendisine dönmesine imkan vermediği namluyu tutarken, sol elini de pençeleri açık şekilde binbaşının sağ omzu ve yanağı hizasına salladı.
Ela’nın gördüğü manzara, korkunç olmakla birlikte etkileyiciydi. Darbe korkunç kuvvetliydi. Öyle ki; binbaşı darbe ile kendi soluna ve geriye doğru kırk beş derecelik bir açıyla uçtu… Silahı yaratığın elinde kalmış, miğferinin vizörünü de kapsayan maskesi, miğferden ayrılmış binbaşının soluna doğru bir kurşun gibi fırlamıştı. Binbaşı tek hamlede üç parçaya bölünmüştü bir başka deyişle…
Ela dehşet içinde “FİKRET!!!” diye bağırırken, beş metre kadar önünde yüzüstü yatan adamın boynundan sızan kan dışında bir hareket görememişti.
Uzaylı yaratık, yavaş adımlarla Ela’a yöneldiğinde, Ela, içgüdüsel olarak geri kaçmadı. Bunun yerine, yine içgüdüsel olarak merdivenden ve doğrultu olarak önünde yatan binbaşıdan uzaklaşarak, kendi sağına doğru yavaş yavaş açılmaya başladı.
Yaratık, bu hareketi kafasını birkaç derece soluna eğerek yine birkaç saniye izledikten sonra hızlı iki adım atarak zıpladı ve Ela’ın tam önüne indi.
Ela çığlık atmadı, Fikret’e seslenmedi, gözleri bile anlamsız bir boşluğa düşmedi. Sadece bir kez gözü kırpıştı omuzlarının hoplamasına eşlik eder şekilde… Bir an sonra Ela, kısık gözler, çatık kaşlar ve nefret dolu bir ifadeyle uzaylı yaratığa bakıyordu. Ne zaman ki yaratık, tıpkı binbaşının kavradığı gibi, Ela’yı kaşmir bluzundan kavradı. O zaman her şeyin bittiğini düşündü ve başka bir şey düşünemez oldu. Yaratık pençeli sol elini Ela’nın karnında gezdirmeye başlayınca, başka bir dehşet kapladı Ela’yı. Ölüm korkusu kadar yoğun ve durgun bir dehşet değildi bu… Daha öfkeli, daha içgüdüsel ve daha ateşli bir dehşetti… Durgun ve ateşli dehşetin farkı da; kabullenilen ve kabul edilmeyen bir kader olarak yansıdı yaratığa…
Ela yaratığın genital organları olduğunu düşündüğü yere bir aparkat/manşet karışımı darbe indirdi. Uzaylı yaratık oralı olmamıştı. Ne zaman ki Ela, gözlerinden yaşlar akar ve küfreder halde kendisine seri darbeler indirmeye başladı, o zaman uzaylı yaratık bluzdan çektiği eli ile bu sefer kollarından yakaladı Ela’yı.
Ama Ela artık korkmuyordu. Kabul de etmiyordu. Tek hissi; nefret ve isyandı. Bu sefer de tekmelemeye başladı uzaylı yaratığı. Aynı anda kıpraşıyor, kendini oradan oraya atıyor ve kurtulmaya çalışıyordu. Ancak bu darbeler, üç buçuk metre boyundaki yaratığı etkilemiyordu. Sonunda umutsuzluk galip geldi ve Ela hıçkırarak ağlamaya başladı. Direnmeyi tamamen bırakmıştı. O durunca yaratık da durdu ve karanlık gözlerinde, ifadesiz ancak odaklanmış bir bakışla Ela’yı izleme başladı.
Ela da bu hareketsizliği fark etti, kafasını kaldırdı ve kendisini sakince izleyen yaratığın bacağına, yaratığın inisiyatifi bu kadar açık şekilde elinde tutmasına sinirlenerek, güçsüz, umutsuz, nefret dolu ve son bir tekme attı;
“LANET OLSUN SANA!..”
Ve aynı anda yaratıktan, biraz önceki türdaşlarınınkine benzer kesik bir çığlık duyuldu… Sonra bir daha, sonra bir daha…
Uzaylı yaratık ve Ela, sırayla sağ ve sollarına döndüklerinde; vücudunun sağ üst çeyreği tamamen kana bulanmış, yeşil gözlü, köşeli çeneli, kırk beş yaşlarında bir adamı, tüm benliği ile bir 9 mm tabancanın arkasında hedef alır, ateş eder ve aynı anda onlara yaklaşırken gördüler.
Ela, o anda yeni yaşamına başlamanın ferahlığını hissederken, uzaylı yaratığın kurşun yağmuru altında kaçışını fark edememişti bile…
Ela’nın binbaşıya dönmüş boş ve mutlu bakışları, binbaşının tekrar dizlerinin üzerine çökmesiyle aniden dondu. Ama güçlü kadın, artık bu başına gelen olayı da idrak etmenin gücü ile güçlüydü. Daha güçlü değildi, zaten güçlü Ela Seyhan’dı yine. Uzaylı istilasında da aynı kişiydi artık. Binbaşı yüzüstü yatarken, sinemanın girişindeki tüfeği aldı, binbaşıya geri döndü, onu sırt üstü çevirdi ve tüfeği adamın eline tutuşturdu.
Sordu/söyledi; “Şah damarın kesilseydi çoktan ölürdün?..”
Aldığı cevap, fiziksel değilse de büyük bir yarayı gözler önüne serdi, “Yararı yok. Hızla çoğalıyorlar. Kalkan genişliyor. Hem… Hem galaksiler aşıp buraya gelen bir tür bu. Bir düğmeye basıp gezegeni yok etmemeleri için ne yapabiliriz?.. Yararı yok.”
“Hayır. Üreyemiyorlar. Sadece kalkan genişliyor. O da genişliyorsa!..”
“Yararı yok. Nükleer bomba işe yarasa da yararı yok. Serpinti mi, yörünge saldırısı mı, ikinci dalga mı, hangisi bizi bir tür olarak bu gezegenden siler?..” elini şöyle bir salladı, Ela kaşmir bluzunu çıkartıp kanlarını temizlerken “Sen seç… Yararı yok…”
“Sana!..” dedi vurgulayarak Ela, “Üremek için dişi insanlara ihtiyaçları olduğunu söylüyorum… Kendine gel asker. Kılcal damar kanamasından ölmene izin vermem!.. Kendine gel.”
“O pençe ile vücuduma neler nüfuz etti, onu bile bilmiyorum. Üzgünüm, yararı…” dedi ve dudakları… Dudaklarına yapışan Ela’nın dudakları ile kapatıldı!.. Biraz önce kaldırdığı elini kadının beline sarmayı istem dışı düşünürken, kadın dudaklarından ayrıldı.
“Sende ne varsa bende de o var artık…” dedi, “Sızlanmayı kes…”
Binbaşının yeniden hissettiği güç; Ela’nın açıklamalarından gelmemişti, öpücük de değildi kaynağı… Havada kalan eliydi bilakis… Artık ne ise neydi?.. Kalkmış maskesini aramaya başlamıştı…
“Kuştepe çıkışında eczane var.” dedi, bir rövanş olarak. Ve kadının sütyenini işaret edip devam etti, “Ve bir sürü de mağaza…”
* * *
Güneş doğduktan yarım saat kadar sonra Haliç köprüsüne ulaştıklarında, giydiği Lumberjack botlar, Decathlon mont ve Benetton bereyle –ki “birleşmiş renkler”le bezenmiş bere biraz ambiansı bozuyordu- artık askerden farklı görünmeme ihtimalini tepen ama hâlâ askerimsi görünen Ela Çavuş, köprüye düşen gölgesiyle elini bir köpek yaparak oyalanıyordu. Neden sonra, bunun sebebini açıklaması gerektiğini düşündü ona çocukmuş gibi bakan yol arkadaşına;
“Bu köprü boyunca kaçacak hiçbir yerimiz yok biliyorsun değil mi?”
Binbaşı sadece başını salladı.
“Bu ihtimal seni korkutmuyor mu?”
“Evet, beni de endişelendiriyor ama bu beni hareket edemez duruma getirmediği sürece çok da sorun yok.”
“Aklını dağıtmak için ne yaparsın bu gibi durumlarda?”
“Sen gölgelerle oynuyorsun anlıyorum. Ben şarkı söylerim.” dedi, buz gibi bir tonlamayla binbaşı. Çok zafiyet ve yakınlık gösterdim diye düşünüyordu ve kast ettiği yakınlık; vazgeçmek yolunda belirttiği fikri değildi… Kadının, kendisinin onu sarmak için kaldırdığı eli görmemiş olmasını diliyordu. Sonra rahatlattı kendini. “Belki de,” diye düşündü “birkaç dakika sonra iç organlarım patlayacak ve öleceğim…”
Düşünürken belli belirsiz duyduğu “Ne tür şarkılar?” sorusunu yarım yamalak algılayabilmiş ve es geçmişti.
Ela, buna mukabil, hayatta olduğu kadar, inisiyatifin en azından bir kısmını ele geçirdiği için de mutluydu. Binbaşının ekstra uzak tavırları da keyfini arttırıyordu. Onu öptükten sonra belli belirsiz bir el hissetmişti ama emin de olamıyordu. Çünkü binbaşı, sutyenli halinde profesyonelliğini, maskesiz olmasına rağmen korumuştu da. Yine de adama takılmaya karar vermişti. Duygusal manüpilasyonu severdi…
“Dur,” dedi, ben senin yerine tahmin edeyim. Ve iki koldan saldırıya geçti; önce “gerçi sen bilmezsin ama…” diyerek sözlü, sonra sesini erkek sesini taklit ederek iç gıcıklayıcı şekilde saldırdı.
“Another mission
The powers have called me away
Another time
To carry the colors again
My motivation
An oath I’ve sworn to defend
To win the honor
Of coming back home again…”
Maskesinin ardında gülümseyen binbaşı maskesinin dışından sadece “Deltalar…” dedi.
Bu söz bir an için Ela’nın dikkatini çekip, o ritmik olarak head bank light yaptığı kafasını binbaşıya doğru eğdirse de kadın temposunu bozmadan devam etti,
“And now my unfortunate friend
You will discover
A war you’re unable to win
I’ll have you know
That I’ve become
INDESTRUCTİBLE…”
Ve binbaşı söze girdi… Tek fark; binbaşının şarkı sözlerini sanki sarhoşmuş gibi ve bıkkınlıkla, bir şiir gibi okumasıydı… “Determination that is incorruptible, From the other side,
A terror to behold, Annihilation will be unavoidable, Every broken enemy will know,
That their opponent had to be invincible, Take a last look around while you’re alive,
I’m an indestructible master of war…” son cümlesini, ağzını daha da yayarak ve kafasını sağa sola sallayarak, bir ilkokul çocuğu gibi söylemişti.
Ela gözlerini devirdi, “Senin gibi bir savaş makinasının bu şarkıyı bilmeyeceğini söyleyerek hata etmişim ama müzik kulağın dinlediğin müziklere göre berbat…”
“Dinlediğim söylenemez, Fort Bragg’da Deltalarla eğitimdeyken, çocuklar bunu söyleyip duruyorlardı. Biz bunları bir oyunda yenmiştik, ben de üsteğmendim, sprey boya ile indestructible yazıp in’in üzerini çarpılamıştım. Gençlik işte…”
“Kaçlısın?”
“77. Sen?”
“88”
Kesik bir gülme efekti ile kafasını arkaya attı binbaşı. Bu hareket, Ela’nın, “Siz dinozorlar ne dinliyordunuz?” sorusuyla karşılandı.
Boğazını temizleyen binbaşı başladı,
“Yüreğimdeki fırtına
Dinmedi hâlâ (burada binbaşı nağmeyi tutturdu)
Titrerdim isterdim
Seni hep kollarımda (ve burada da…)
Yine bana gel
Yana yana yine beni sev
Yine bana gel
Yana yana yine beni sev
Hadi beni yine sev
Beni deli deli sev
Beni yine yeni yeni yine yine yeni yeniden sev…”
Kısmıyla da susturuldu… “Ya bravo ya, tüm şarkıyı, yine yeni kısmında sıçacaksın diye dinledim. Ama bravo gerçekten… Her ne kadar Nilüfer dinleyen bir bordo bereli hayal etmesem de…”
Susturulma sırası Ela’ya gelmişti. Binbaşı, Ela’yı, elinin ayasını göstererek durdurdu ve arkalarında kat edip bitirdikleri köprüyü göstererek, “Ela Hanım konuşmaya yeni başlarken,” dedi “Fikret Binbaşı, müstakbel eşiyle bu şarkı eşliğinde dans ediyordu… Bordo bere kısmına gelince de…” Maskesini çıkartıp, arkalarında yükselmeye devam eden güneşe tuttu; ikilinin karanlık gölgelerine kızıl bir ışık tayfıyla yapılmış iki göz katıldı. O da bir gölgeydi ama bir ışığın gölgesiydi; farklıydı, özeldi ve ışık kadar kırılgandı…
Ela, gerçekten etkilenmiş ve duygulanmış olarak yerdeki kızıllığa bakarken de bitirdi sözlerini, “Surlarda dinlenelim. Metaforik olarak da -you shall not pass- demiş olalım şunlara…” Bakışlarını yakaladığı Ela’ya, seri bir hareketle sol gözünü kırptı, maskesini taktı ve güçlü adımlarla tekrar yürümeye başladı.
Arkasında yürüyen Ela, nemlenen gözlerinin anlaşılmaması için mesafesini korumuştu. Işığın gölgesi güzeldi güzel olmasına ama, on beş yaşında verilen ve bir insanın hayatının kararının yanlış çıkması!.. İşte o… O kadar da güzel değildi…
Şunu biliyor musun diye seslendi binbaşının arkasından kendi gizlemek için. Ve söylemeye başladı;
“Soldier keep on marching on
Head down til’ the work is done…”
* * *
Edirnekapı Şehitliğinde üç kulhuvallah, bir elham okuyan Ela’ya şaşırarak bakan binbaşının, “Sen ölünce sana da okurum ne var?..” sataşması ile kendini iyi hissetmesi ve Sağmalcılar’da, yine Ela’nın, cezaevinin kapanmasının iyi olduğuna dair fikrini ifade etmesi dışında sakin ve olaysız geçen yolculuğun, asıl ve tek olayı; bir sonraki dinlenme noktasının seçilmesi konusundaki tartışma oldu.
Ela, Forum’a gitmek istediğini söylemişti. Binbaşı bu talebi açık ve net bir şekilde reddetseydi aslında konu kapanabilirdi. Ancak geçmişe dalmıştı ve bu sebeple sessiz kaldı. Ela da, bu tavrı açık bir saygısızlık saydı. Trumptaki gece elini güçlendirmişti ve şu anda muhatabının dayattığı ”komutan/er” ilişkisi artık kabul edebileceği bir şey değildi. Ayrıca Forum’a girmenin ne gibi bir zararı olabilirdi? Trump’tan farklı olarak “zombi istilasına” hazır değil miydi?
Ela, kendisiyle soğuk, net olmayan ifadelerle ve inatla tartışan daha doğrusu pasif şekilde iletişimi kısıtlı tutan binbaşının, Forum’u bir anda ve sadece bir baş hareketi ile kabul etmesine şaşırsa da, fikrini kabul ettirebildiği için mutlu olmuştu.
İkili, bir şeyler yedikten sonra, sürekli etrafına bakan binbaşı hızla ayaklandı ve “Akvaryumu biliyor musun?” diye sordu.
Birkaç dakika kadar sonra, sessizce akvaryumun okyanus salonunda geziyorlardı. Suların mavi ışık tayfları, yerlerde parlıyor, her hareketlerinde zoraki ikiliyi okyanus rengine boyuyorlardı.
“Biz de bu balıklar gibi olacağız değil mi? Kazanırlarsa yani…” diye sordu Ela.
“Yörüngeden bir düğmeye basmadıklarına göre… Öyle görünüyor.”
“Kazansak bile mi?”
“Kazanırsak düğmeye basmaları daha olası aslında. Ancak… Uzaydan daha önce gelmişlerse…”
Ela cama elini koyup balıklara hükmetmeye çalışırken güldü, “Sinemada aklında bu ihtimal yoktu.”
Ama binbaşı ciddiydi; “Aklımda bu ihtimal hep vardı. Hâlâ da var. Orada sadece bir, bir…”
“Kırıldın?..”
“Tam olarak değil. Suçluluk duygusu baskın geldi sanırım. Diğer örneklerden hareketle, kalkan aktive olmadan onları yok etmekle görevlendirilmiştik. Başaramadık…”
“Kendini suçlama, nasıl savaştığını gördüm.”
Binbaşı bir köpekbalığının kendi etrafında dönüşünü, ona ayak uyduran baş hareketleri ile izlerken, elini şöyle bir “boşver” der gibi salladı ve “Üremek için size ihtiyaçları olduğundan emin misin?” diye sordu.
“Kadın içgüdüsü diyebilirsin…” diye cevapladı Ela onu, “Üremek için veya değil, karnımı dinledi. Belki de bir şeyler ilgisini çekti.”
Ela, binbaşının, köpekbalığını izleyen başının hareketinin durduğunu fark etti. Ama binbaşıdan gelen cevapla, aklına gelen ihtimaller ciddi şekilde ikileşti; “Sakince arkama geç Ela!..”
Ela, binbaşının yüzünü kendisine dönmesine rağmen koridorun girişine baktığını fark edince, ne göreceğini bilmesine rağmen koridora baktı…
Uzaylı yaratık, pençeli sol elinde, ilk gördüğü uzaylıların elindekilerden bir silah ve sağ elinde neredeyse kendi boyu kadar bir kalkan taşır halde yavaş adımlarla onlara yaklaşıyordu. O, daha bu görüntüyü beyninde tam algılayamadan sol omzunda binbaşının elini hissetti. Bir engeli aşıyor gibi, binbaşı o omuzdan güç alarak ve aynı anda onu geride bırakarak, uzaylıyla arasına girmişti. Şimdi farklı türlerden iki erkek silahlı olarak durmuş, birbirlerine bakıyorlardı.
Neden sonra uzaylı olanı bir adım attı ve dünyalı tarafından uyarıldı; “Dur!”
Sessizce gelen bu uyarı uzaylı üzerinde etki yapmayınca, dünyalı, tüfeğini kaldırıp, namlusunu odayı çepeçevre saran cam duvara çevirdi. Başka bir şey söylemesine gerek kalmadan uzaylı yaratık durdu.
Yaratık, geri geri salondan çıkarken, binbaşı aklını bir süredir kurcalayan uygun bir “cheesy one liner” hatırlamaya çalıştı. Ancak başaramadı. Tek düşündüğü şey, bu salonda kendisi biraz uyurken, Ela’nın nöbet tutabilip tutamayacağıydı…
* * *
“Yorgunsun, neden dinlenmedik?”
“Yirmi dört saatimiz kaldı.”
“Bu yeterli bir süre değil mi? Bir şehir taşınmış görünüyor. Biz sadece iki kişiyiz.”
“Sanmıyorum, Tekirdağ’a gitmeliler.”
“Mahmutbey gişelerini geçmişlerdir demek istiyorum. Ve sen de bunu zaten biliyorsun…”
“Muhtemelen. Baban ne iş yapıyordu Ela?”
“Neden sordun?”
“Salt merak.”
“Askeri tarihçiydi, Stanford’da. Ferit Seyhan.”
“İyimiş.”
Ela güldü, “Dünya istila ediliyor. Biz, peşimizde yakamızdan düşmeyen dev bir uzaylıyla nükleer bir saldırıdan kaçmaya çalışıyoruz. Bir Allah’ın kulunun kalmadığı dev bir şehirdeyiz…”
“Bunları biliyorum.”
“Daha bitirmedim!..” dedi kız. “Bu saldırı başarılı olursa bile İstanbul yok olacak. Ayrıca insanlar, gezegen üzerindeki savaşı kazanırlarsa da belki tek düğmeyle yok edilecek ve biz.. Bunlar olmamış gibi konuşuyoruz. Son yirmi dört saatte kaç kez öldürülmeye çalıştığımı ben bile sayamadım, her şeyi geçtim…”
“Herkes ölür ve herkes öleceğini bilir.” Diyerek sakince araya girdi binbaşı. “Ama yine de yaşamı için çabalar.”
“Nilüfer dinlemek yetmedi, şimdi de felsefeci mi oldun?” diye sordu kız.
“Asker olunca,” dedi adam “ampirik değilse de, his olarak bu bilince erişiyorsun. Savaşta ölüm çok yakındır…”
Ela durdu ve “Biliyorum.” dedi, “Onunla gece olmadan karşılaşmak istediğini de biliyorum.”
“Bizi rahat bırakmayacak…” diye cevapladı binbaşı, bozuk vizörüne ev sahipliği yapan maskesini miğferinden söküp yol kenarına fırlatırken…
* * *
Akşam güneşi Ela’nın üzerinde parlarken ve gişeler öncesinde son düzlüğe indiklerinde gördüler onu. Güneşi arkasına almış, yirmi metre kadar önlerinde duruyordu uzaylı yaratık. Gölgesi, neredeyse aralarındaki mesafeyi yarı yarıya karartıyordu.
Binbaşı, son çatışması öncesinde kendisine zaman tanıyan yaratığa arkasını döndü. Beylik tabancasını kılıfından çıkardı, emniyetini açtı, mermiyi namluya verdi ve kızın eline tutuşturdu, “Kaç Ela!” dedi, “Çatışmanın etrafından dolaşarak gişelere ulaş. Otoyol yoncası sana koruma sağlayacaktır.”
Ela, dikkatli gözlerle onu izlerken de arkasını Ela’ya dönerek, ölgün bir sesle ekledi, “Yakalanırsan, bir seçeneğin var artık.”
Ela birden kendisini sadece damızlık bir organizma, topluluk için feda edilesi bir obje hissetti. Karşısındaki adamdan iğrenerek “Ben bir bireyim!..” dedi. “Bütün çaban uzaylıların eline düşmemesi gereken bir kadın için miydi?”
Binbaşı kısa kesti. “Öyle olsaydı seni şimdi vururdum değil mi?..” İkna olup sakinleşen kadının nefretinin, acımaya döndüğünü anladığında da, son sözlerini söyleyerek hızlı adımlarla ondan uzaklaşarak uzaylı yaratığa doğru yürümeye başladı; “Kurtulursan bana da dua oku. Edirnekapı kalmayacaksa da oku…”
Binbaşı, uzaylıyla ilk karşılaştıkları noktaya ulaştığında tüfeğini kaldırmak için sol eliyle namluyu kavradı. Ancak namluyu düşmanına çeviremeden Ela’nın sesini duydu; “FİKRET!”
Kanı donan binbaşı sinirle omzunun arkasından baktı ve gölgesinin bittiği yerde duran Ela’yı gördü. Ela ona, arkaya uzanan kendi gölgesini işaret ettiğinde, binbaşı ikisinin toplamda on metrelik bir gölgeleri olduğunu fark etti.
Arkasında kalan genç kadına, başıyla yine kadının sağını işaret ederek, düşmanına döndü ve hızla kendi soluna doğru koşmaya başladı.
Uzaylı yaratık tereddüt etmeden kendisine ateş açarken, binbaşı, yaratığın sol omzundan Ela’nın mermileri tarafından seri olarak vurulduğunu fark etti.
Uzaylı yaratık şaşırmış, bir an olsun nereyi hedef alacağını bilememişti. Bu fırsatı değerlendiren tecrübeli bordo bereli, bir takla atıp, kalkar kalkmaz atış pozisyonuna geçti. Aklına, saniyenin binde birinde, önce bilgisayar oyunlarını çok seven oğlunun küçüklüğü, sonra da yine oğluna ait olup, uzun zamandır hatırlamaya çalıştığı o “cheesy one liner” gelmişti;
“Yanlış gezegeni seçtiniz, orospu çocukları!..”
Bu saçmalığın keyiflendirdiği gülümser bir suratla, silahını seri olarak ateşledi sonra. Sonuçta; G-3, “böyle” girer, “böyle” çıkardı…
- Cehennem, Araf ve Cennet; Tekmili Birden… - 1 Şubat 2023
- Amadam Didam Bordam - 1 Eylül 2022
- Hep ve Tek Umut - 1 Kasım 2021
- Kitsch 1001: Bir “Gönderme” Masalı - 1 Temmuz 2021
- Paradoks ile Diyalektik veya Sıcak Karanlık ile Serin Aydınlık - 1 Mayıs 2021
Murat selamlar;
Senin kaleminden genellikle kurgusu daha karışık, anlamak için biraz çaba gerektiren metinler okumaya alışığım Bu okuduğum öykün hem dili hem de kurgusuyla yalın, oldukça akıcı ve keyifli bir bilimkurgu olmuş.
Ben çok beğendim. Devamı da var sanki. Merakla bekliyorum. Ellerine sağlık, sağlıcakla kal…
Selam Ebuzer
Evet, bu öyküde biraz daha geek takıldım. Mezar Hırsızı gibi salt kurgu. Keyifliydi yazması, beğenmene sevindim.
Devamını düşünmüyor, finalini muğlak bırakmak istiyordum ama bu ayki tema ve “AVM’lerimiz zombi istilasına ne kadar hazır” konsepti birleşince Fiko ve Ela’yı biraz daha açacağım sanırım
Yorum için çok teşekkürler.
Sen de gel artık
Görüşürüz.
Selamlar,
Keyifli bir öykü olmuş ama bazı yerlerde takip etmek benim için biraz zor oldu. İstanbul’u pek bilmediğimden mesafeleri kestiremedim çok. Ya da sözü geçen AVMler acaba nerede derken okurken dağıldım. Diyaloglarda bize has bir havası olan kısımlar oldugu gibi -ki o kısımlar çok eğlendirdi - bazı yerlerde biraz dublaj hissi de aldım. Tam kapılıp gitmişken birden araya giren ingilizce şarkı ve sonra Nilüfer’e bağlanması… Değişik duygular hissediyorum hikayeye karşı. Bir ara yeniden okuyup tekrar değerlendirmek isterim. Kaleminize sağlık!
@MuratBarisSari merhaba,
Öyküyü zevkle sesli olarak okudum. Bahsi geçen yabancı şarkıyı dinledim.
Ayrıca ikilinin birbirlerine olan hissiyatlarına kah kızıp kah sevindim. Bu duygu dalgalanması da öyküyü değerli kılar sanırım. Ve önceki öykülerine kıyasla okuması daha kolaydı.
Sonraki seçkilerde görüşmek dileğiyle,
Sağlıcakla
Merhaba,
Evet, ismi öykülerime sonradan koyarım. İstanbul vurgusu çok olduğu için adını da İstanbul ile koydum. O açıdan bir noktada uzaklaştırması mümkün.
Yabancı dilde şarkı veya dublaj konusunda; esasen özellikle yaptığım ya da kaçındığım bir şey değildi. Sadece askeri özel kılmaya çalıştım. Standart bir askerden farklı bir derinliği olması içindi. İngilizce şarkı dinleyen yerli bir savaş makinası, savaş makinasıyken Nilüfer dinleyen adam vb.
Okuduğunuz ve yorumladığınız için çok teşekkür ederim. Tekrar okumakla zaman kaybetmeyin, önümüzdeki ay bu ikiliyi tekrar kullanmayı planlıyorum.