Öykü

Kâbus Silici 6

Kâbus Silici 6- Lütfen Geri Dönme

2008 yılında kullanıma giren dreamrecorder aparatı sayesinde rüyalar kaydedilmeye başlandı. Depresyonlu hastalarda ve sara gibi nörolojik rahatsızlıklarda manyetik uyarım tedavisine de eş zamanlı geçilmişti. Daha sonra Japon patentli Dreamtwin makinelerini rüyaları bölüşmek için kullandı. Bu sayede psikologlar hastalarını rahatsız eden kâbusları bizzat deneyimlemek şansına erişmişlerdi. Gece rüyalarına musallat olan kâbusları defetmek için iki yöntem vardı. İkisi de çok yeniydi. Birincisi hastanın beyni civarındaki manyetik alan gücünü biraz artırmaktı. Diğeri de beyne minik elektrik şokları vermekti. Bu arada tıpkı antibiyotiğe direnç gösteren ve mutant karakter kazanarak ilaçlara aldırış etmeyen bakteriler gibi kâbuslar da direnç kazanmaya başladıklarından seanslar bayağı zorlu geçmektedir. Psikolog Safire Kayacı hastalarını sağaltmada manyetik alan kullanan ekoldendir. Bu tür sağaltıcılara argoda Kâbus Silici adı verilmektedir. 201

“Hello Kitty.”

Maildeki mesaj tek cümlelikti. Safire mausu silme tuşuna değdirdi ve sonra geri çekti. Mail tanıdık gelmişti. Safire gereksiz kutusundaki tüm gönderileri normalde okumadan silerdi. Ama bazen dikkatli olmak gerekiyordu. Hotmail kusursuz işleyen bir servis değildi kuşkusuz. Üye olduğu kültür merkezleri ve konut satış bürolarından gelen reklamları bazen gelen kutusuna bazense gereksizlere taşıyordu. İstifleme hatalarını spamı tekrar gözden geçirerek bertaraf ediyordu Safire de. Mailin konusu da içeriğiyle aynıydı. “Hello Kitty.” Geçen hafta arkadaşlarıyla Cevahir Kafe’de sohbet ederlerken son zamanlarda artan phishing maillerden söz etmişlerdi. Kadın ve erkek ürünleri reklamı ya da sıcak sohbet tekliflerinde de bir artış vardı. Msn ana sayfasında virüs taşıma riskine karşı bu maillerin oltasına takılmamayı salık vermişti. Sırf bu yüzden bile Safire’nin “Merhaba, Beyaz Tavşan ya da hello Kitty.” gibi bir maili açmaması gerekirdi. Ama açtı. Çünkü…

“Çünkü, mailde tanıdık bir şey var. Ama ben ne olduğunu bilmiyorum henüz.” diye düşünmüştü. Aynı anda başına balyoz yemiş gibi oldu. Laptopunu öylece bırakıp yukarı kattaki evine çıktı. Yatak odasına geldiğinde davetsiz misafirlere mesleği icabı tetikte olan yanı önce kapının arkasını kontrol etti, sonra odanın geri kalanını. Yatak odasının penceresinin tülü örtüktü. Belediye ekipleri henüz gelip budama yapmadıkları için evin içine kaçmaya meraklı kavak polenlerine karşı pencerelerini kapalı tutmaktaydı. Asayiş berkemaldı yani. Neden olmayacaktı ki ama. Safire çerçevesi eskitme ağaçtan yapılmış boy aynasının önünde durdu. Siyah renkteki bermuda pantolonunun düğmelerini çözdü, fermuarı indirdi. Çalışırken tercih ettiği bol kesim pantolon ayaklarının dibine kolaylıkla düştü.

Safire evli değildi. Üst katını evi, alt katını muayenesi olarak kullandığı bu iki katlı dairede tek kişilik bir hayat sürdürmekteydi. Daha düzenli bir hayatı olsa mutlaka iç çamaşırı parçaları arasındaki renk uyumuna dikkat ederdi. Bugün giydiği üç senelikti en az. İç çamaşırı arşivi bol olduğundan hiç biri çabuk eskimezdi. Sabah duş aldıktan sonra rastgele komodinini karıştırırken eline bu gelmişti. Dışarı çıkmayacaktı, muayenesindeki aparatların haftalık kontrolünü ve uzun zamandır ilgilendiği bir konu hakkında googleda tarama yapmak istiyordu. O yüzden bu lise kızı işi pembe renkli külotu giymesinde bir sakınca görmemişti. Laptopu öylece bırakıp yukarı çıkmasının sebebi işte buydu. Çamaşırın ön kısmında pembe kurdeleli Kitty vardı ve boy aynasında şaşkın bir yüz ifadesiyle kendine bakan kadına “Hello Kitty.” diyordu.

Safire pantolonunu çekip, düğmelerini ilikledi. Doğruca banyoya gitti. Önce bakışlarıyla sonra elleriyle olabilecek yerleri taradı. Lavabonun üzerindeki aynanın arkasını, havlupanın etrafındaki düzeneği, elinin eriştiği her yeri yokladı. Aradığı her deliğe girmesi mümkün olan bir mikro kameraydı. Safire banyonun tavanına da baktı. Tavana geçen sene fiber optik aydınlatma sistemi döşetmişti. Tuvalette otururken yıldızlı gökyüzüne bakmak için iyi para saymıştı. Şimdi yıldızlar değil, iki yüz tane göz ona bakmaktaydı. Bu gözlerin fazla meraklı olma ihtimali var mıydı? Safire kapalı klozet kapağına oturarak düşünmeye başladı. Abone olduğu CHIP adlı teknoloji dergisinde mikro kameraların aklın almayacağı deliklere bile yerleştirilebileceğini okumuştu. Mailin tesadüf olduğuna inanmıyordu. 1974 yapımı The Conversation adlı filmi hatırladı. Çok beğendiği bir artist oynadığı için aklına kazımıştı. 1998’in yapımı bu filmin uzantısı olan diğer filmde seslerin kaydından görüntülerin kaydına olan müthiş sıçrama gösterilmişti. Son filmin ardından neredeyse yirmi yıl geçmişti. O iki haftadır üstünden atamadığı gözetleniyorum hissi geri gelmişti yeniden. Safire tekrar muayenehanesine inerek aceleyle yan bloktaki meslektaşı ve arkadaşı Hakan Temeltaş’ı aradı.

*

“Herhangi bir mail de olabilir bu?”

Hakan Temeltaş Safire’nin laptobunun bulunduğu çalışma masasına oturmuş, maili inceliyordu. Kullanıcı ismi girilmemişti. Bol x’lerle donatılmış e-mail adresi standart gizem postuna bürünmüştü.

“Eminim.” Dedi Safire. Kadınca bir dürtü nedeniyle aynanın karşısında gördüğü benzerliği anlatmak istemiyordu. “Rasgele bir mail değil bu. Kimden geldiğini anlayamaz mıyız?”

“Bir tanıdığım var. İşin uzmanı. Halleder sanırım.”

Safire muayenesinde aşağı yukarı yürürken durdu ve dinlemek için sandalyenin üzerine ilişti. Metobolizması fazla adrenalin salgıladığı zamanlarda oturup sakince beklemesi mümkün değildi. Arkadaşları ona hamsi gibisin derdi. Allahtan zihni de hamsi gibi acele hareket edebiliyordu.

“Tamam. Madem boş değil diyorsun. Basit bir tahmin yürütelim.” Dedi Hakan.

Sonuca varsın ya da varmasın Safire’nin şu an aklına güvenebileceği birinin teorilerini duymaya ihtiyacı vardı. Bazen Hakan onun göremediklerini görür, olaylarla bağlantı kurma kısmı Safire’ye kalırdı.

“Birileri sana hiç böyle hitap ediyor muydu? Yakın zamanı düşünme sadece. Üniversite yıllarına dön. İlkokul çağların bile olabilir.”

“Sen işin gırgırındasın. Oturmuş dinliyorum ben de.”

“Kızma hemen. Tam gırgır sayılmaz. Yarı gırgır. Sen eğer mail anlamsız değil diyorsan…O zaman bu Kitty’nin anlamı olmalı.”

Safire anlamı pantolonun içinde diyecekti ama duraksadı. Kelimeler rastgele seçilmemişti belki de. Safire bir buçuk yıl önce ayrıldığı erkek arkadaşı Mustafa’nın yeğenine “Hello Kitty.” Derdi. Kızı en son iki yıl önce görmüş olmalıydı. Zaten dört beş ay sonra da ay sonra da Mustafa’yla yollarını ayırmıştı. Kız o zamanlar sekiz yaşındaydı. Cüzdanın üzerinde Kitty’nin arması vardı. Defter etiketlerinde de. Tam bir Kitty-fandıyani. Maili gönderen bir taşla iki vuruş yapmış olabilir miydi? Ama nasıl bir bağlantı vardı küçük kızla?

“Mustafa’nın yeğenini biliyorsun ya. Çiğdem. Ben hep ona Hello Kitty derdim.”

“Yani?”

“Yanisi yok. Hakan, son zamanlarda hep izleniyor duygusunu içindeyim. Mustafa bir yerlerden çıkacakmış gibi geliyor.”

O büyük olayın üzerinden iki hafta geçmişti. Mustafa’nın Safire’nin muayenesine ziyaretinden yani. Safire ayrıldığı sevgilisinin kâbus nesnesi formatında karşısına dikilmesini sarsılarak tecrübe ederken neredeyse onu def etmek için çok cılızca savaşmıştı. Safire alan gücünü artırıp Mustafa’yı saf dışı etmek istemiş ve başaramamıştı. Alanın normal enerji yükünün değişmesi cep telefonu ve internet ağı gibi kanalları etkilediğinden Safire dış dünyayla bağlantı kuramamıştı. Köşeye sıkışmıştı. Son anda Mustafa’yı zayıf tarafından yakalamamış olsaydı muayenesi gözlerini dünyaya kapattığı yer olacaktı.

Mustafa alerjik olmamasına rağmen arı sokmasından fena halde korkmaktaydı. Google’de Mustafa’nın öldüğü haberini okuması Safire’yi o beş dakika boyunca inanılmaz kırılgan yapmış son anda Youtube’de bulduğu Killer Bees videosu Mustafa’yı etkisizleştirmede yardımcı olmuştu. Adam binlerce arı vızıltısına Safire’ye ağza alınmayacak küfürler savurarak yanıt vermişti. Adam açtığı delikten benzeri türdeki nesneleri salamadan geri çekilmek zorunda kalmıştı. Safire bunun geçici ve son anda geri püskürtülen bir başarı olduğunu düşünüyordu. Hakan’ın Safire’nin başına gelenlerden iki saat sonra haberi olmuştu. Bir arkadaşının doğum günündeydi. Normalde böyle yerlerden pek hoşlanmazdı. Ama arkadaşının doğum günü bir Çengelköy’de organize edilmişti. Yüksek müzik sesinden dolayı telefonuna gelen mesajın sinyal sesini işitmemişti. Beş kez arandığını gösteren iletilerde. Çengelköy’den Beşiktaş’a gelene kadar iki saatin üzerine bir saat daha katlanmıştı. Safire’nin kapısını çaldığında mesajı vaktinde okuyamamanın pişmanlığı içindeydi. Kadın perişan görünüyordu. Fiziksel olarak bir yarası yoktu ama büyük şok geçirdiği belliydi. Safire kendini toparlayana kadar kadını yarım saat teskin etmek zorunda kalmıştı. Olayları duyduğunda ise şok geçirme sırası Hakan’daydı.

“Ben Mustafa’nın bir daha görünebileceğini sanmıyorum. Yine de tetikte olacağız.”

Hakan’la Safire olay günü konuyu enine boyuna konuşmuşlar, ertesi gün olayı Kandilli’deki ana merkeze rapor etmişlerdi. Öğleden sonra yetkililer gelmiş hem Safire’yi sorgulamış hem de muayenesini didik didik edene kadar araştırmışlardı. Daha sonra Safire ve Hakan ana merkezin özel konuğu olmuştu. Hasan Yerlikaya yurtdışında beş, yurt içindeyse Ankara’da bir benzeri vakanın ihbarından bahsetmişti. Çok özel konuşma tam bir saat sürmüştü. Konuşmanın altını çizdiği iki önemli nokta vardı. İlki biraz da Hasan Bey’in kendi yorumu içeriyordu. Kâbus nesnelerini materyalize olması çabaları kısa süreliydi. Çünkü nesneler kararsızdı. Uzun süre ait olmadıkları bir ortamın şartlarına uyum sürdürmeleri mümkün değildi. İkincisi ise Fransa, İngiltere ve Amerika’daki önde gelen merkezlerden açıklama gelene kadar konunun dışarıya taşırılmamasıydı. Safire ve Hakan’dan özel söz almıştı adam.

“O gün burda ne olduğunu ben biliyorum. Tüm elektronik devreler kesildi. Sana ulaşamadım. Otto’ya gönderdiğim mail kendi kendini kriptoladı. O tarafın yağlı ve yif kokusu burnuma paslı bir yumruk gibi çarptı. Bir şeyler düşünmeseydim…”

Safire’nin gözleri dolmuştu. Ölümün kıyısına yaklaşmış ve buradan direnç göstererek dönmüştü. Mustafa’nın maşa olması çok haksızlıktı. Diğer vakalar hakkında yeterince bilgi sahibi değildi. Yukarıdan açıklama yapılmıyordu şimdilik. Acaba herkese bir tanıdığı mı musallat edilmişti. Geçici miydi bu etki? Safire yıllar önce bir bilimkurgu filmi izlemişti. Dünyaya adım atan gezegen dışı yaratıklar insanlarla ahbap oluyorlar, sıra dışı metal grupların etkisine giriyorlar, sarhoş olup esrar çekiyorlardı. Sonuç dünyayı ele geçirme misyonunu kaybetme oluyordu. Kâbus nesnelerinin materyalize olması beraberinde ciddi soruları getirmeliydi. Acaba birbirlerinden haberdarlar mıydı? Bir misyonları var mıydı? Yoksa dağınık halde 2012’de baş gösteren bir etkinin son döküntüleri miydiler? Safire uzmanların bu soruların üzerine gittiğini umuyordu.

“Bir şey daha var. Kamera sistemlerinden anlar mısın?”

“Bunun maille bir alakası var mı?” dedi Hakan.

“Emin misin diyorsan, yüzde yüz.”

“Onun için de uzman ayarlamak lazım. Şimdi lap topunu böylece götürüyorum. İşim bitince ararım. Sen de Çiğdem’i bir kontrol et bakalım. Eski kayınvalidene başsağlığı dilersin bu arada.”

Safire defalarca aramak istemişti ama eli varmamıştı. Kadınla uzun zamandır konuşmamaktan çok olayın etkisinden dolayı. Şimdi hem üstü kapalı Çiğdem’i soruşturması hem de aileye başsağlığı dilemesi lazımdı. Safire telefonu daha fazla geciktirmemeye karar verdi. Hakan çıkarken Safire’nin ahizeyi tutan eli titriyordu.

*

Hakan laptopu en uygun adrese getirmişti. Selami bilgisayarın dosya bölümüne girerek seçenekler bölümüne tıkladı. Oradan da ayrıntılar ve ileti kaynağına. Az sonra ekranda bir numara belirmişti. Az sonra numaranın hangi bilgisayara ait olduğu belli olmuştu. Hakan semt ismi ve ayrıntıları arkadaşının not defterinden kopardığı bir kâğıda yazarak teşekkür etti. Arkadaşı kendisine böyle lüzumsuz işler nedeniyle gelmemesi için prosedürü belleğine almasını da söylemişti. Bu basit işlem için uzman olmaya filan gerek yoktu.

Numara Ortaköy’de bir adresi göstermekteydi. Hakan Selami’nin Balmumcu’daki evinden çıktı. Zincirlikuyu’dan bindiği bir belediye otobüsü ile aşağı inerken onu neyin beklediğini merak etmeye başlamıştı. Çünkü adres Safire’nin evinden belki yarım saat kadar uzaktaydı. Belirtilen sokakta bir berber dükkânı, bir pastane ve bir internet kafe vardı. Bunların hepsinin ilerisinde bir iş merkezi. İnşallah o kadar ayrıntıya girmek zorunda kalmazdı. Maili atan kişinin internet kafeyi kullanmış olması kuvvetle mümkündü. Hakan bunun rastgele atılmış bir mail olduğunu düşünüyordu yine de. Mailde bir tehdit ya da çözülmesi gereken bir şifre olsa başka türlü düşünmesi işten bile değildi. Ama Safire’yi oldukça kararlı görmüştü. Kadının sezgilerinin kuvvetli olduğunu daha üniversite yıllarından biliyordu. Bir kaç olayda gösterdiği dirayet Safire’ye şimdi de kulak vermesine yol açmaktaydı. O ve SafirePsikoloji bölümünde okurken, Mustafa Bilişim Teknolojileri bölümünde okuyordu. Safire’den bir üst sınıftaydı. Sonra Mustafa girmişti hayatlarına. O olmasaydı Safire’yle başka türlü olurdu diyen yanı artık eskisi kadar ısrarcı değildi.

Hakan daldığı hayallerden sıyrılarak kendini şimdiki meselesine odakladı. Mail kafeden atılmamışsa işi daha da kolaydı. Berber ve pastaneye ufak bir ziyaret gerçekleştirmesi yeterli olacaktı. Elindeki kâğıdı katlayıp, içeri girdi. Karşılıklı altılı masaların birçoğu ilkokul çağındaki çocuklarca zapt edilmişti. Oyun oynayıp, yeniliyorlar, yenilince küfür ediyorlardı. İçlerinden en edeplisi kendi de söverek küfürlü konuşmama konusunda uyarıyordu onları. Her şey sıradan bir e-kafenin günlük gidiş hatına göre işliyordu yani. Kafenin sahibine bir oturum açmasını söyledi. Google paneline IP soruşturma yazdı. İlk çıkan linke tıkladı. Ve kafenin adresinin kâğıttakiyle tastamam aynı olduğu numarayı gördü. Mail sabah 09.45’de atılmıştı. Kamera görüntülerini izleyebilirse eğer belki bir şey bulabilirdi. Kafe sahibini çeşitli yöntemlerle sıkıştırması gerekecekti.

Kafenin genç sahibi onun gizli polis olduğu iddiasına inanacak bir tip değildi. Hakan kartını çıkararak psikolog olduğunu anlattı. Bir soruşturma yürütülüyordu. Adama, bir kadının tehdit eden maillerin bu kafeden atıldığını söyledi. Bu kadın hastalarından biriydi. Adam daha fazla ilgilenmişti şimdi. İşin içinde bir bit yeniği olmadığını anlamaya başlamıştı. Gece yarısı yasaklı siteleri ziyaret etmesinden dolayı kafesini kapatmayacaklardı yani. Böyle şeylerin izini sürüyor muydu polis, bilmiyordu aslında. Ama ahlaka mugayirlikten kafe kapatılırsa babasının arka çıkmasıyla açılan bu işletmenin sorumluluklarını yerine getirmemekten dolayı papaz oluverirdi. Saklayacak bir şeyim yok zaten diye düşünürken kameranın görüntüleri için arka tarafa geçtiler. Hakan adama görüntüleri sabah saatlerini sarmasını söyledi. Kayıtta kafe sahibi dükkânını açıyor, sabah temizliğini yapıyordu. Sonra masanın arkasına geçerek bilgisayarında “Aşk Hiç Biter mi” dizisinin 36. bölümünü izlemeye başlamıştı. O ara ilk müşteriler de bastırmıştı. Bir grup çocuk bir ara içeri akın ediyordu. İşletme sahibi hem görüntüleri izleyip hem de müşterisizlikten dem vurmaktaydı. “SBS puanları açıklandı ya abi, ondan bu kadar kalabalık. Yoksa sinek avlıyoruz. Herkesin evinde bilgisayar var artık.” Hakan bu sözler onu çok ilgilendirmiş gibi kafasını salladı. Onun da on iki yaşında bir erkek yeğeni vardı. Bir ara yeğeninin sınavının nasıl geçtiğini sormak için araması gerektiğini zihnine not etti.

Kafe sahibi bandı biraz daha ilerletti, sonra durdurdu. Sonra iki adam da fal taşı gibi açılmış gözlerle birbirlerine baktılar. “Abi, yecüc mü mecüc müdür bu?” Hakan adamın in midir, cin midir demek istediğini anlamıştı. Kasette hiç kimse yoktu. Keşke bandı yalnız seyredebilseydi. Şimdi bir açıklama yapması gerekecekti. Tabii bunun için önce kendisinin bir fikri olmalıydı. Kafe sahibi kamerada boşluğa doğru dönüyor ve yer gösteriyordu. Adam bir soru sormuş olmalıydı ki, kendi oturduğu yere işaret edip laflamıştı biraz da. Hakan işletme sahibine baktı. Lan iyi ki dokunmadım ben buna sinyalli bakışları kırmızı alarm yakmak üzereydi. Bir açıklama yapsa iyi olacaktı. Ayrıca kaseti yanına alabilmek için bir başka yalana daha ihtiyacı vardı. Uçan daireler ve uzaylılara merak Amerikalılardan aşağı kalır değildi. Kasete TV kanallarının ilgisi de düşünülürse adamın böyle bir şey düşünmemesi mucize olurdu.

Safire haklıydı yine. Hakan hemen Selami’ye telefon açtı. Selami, kameraya görünmeyen de ne demek diye sormuştu telefonda. Kameraların kaydedemediği bir çeşit ışınım mı? Ulan ben nerden bileyim demişti Hakan. Selami ısıya duyarlı görüntü gibi onun hiç anlamadığı bir şeyi daha söyledikten sonra az sonra görüşmek üzere anlaştılar. Hakan kafenin sahibini ikna etmenin daha kolay olduğunu geri döndüğünde anlamıştı. Çocuk kurnaz bakışlardan çok korku dolu bakışlara sahipti. Ne cins bir şeyle konuştuğuna aklı ermemişti. Hakan ona bu işin tehlikeli olabileceğini, çalışma grubuyla bu işin üzerine gideceklerini anlattı. Bu iş çözülüp tehlike cephesi geri püskürtüldüğünde kaseti kendisine onun verdiğini ilan edeceğine söz verdi. Çocuğun yüzünde boş vermişlik ve inanmazlık maskeli korku belirmişti. Cebinden çıkardığı kartı çocuğa uzattı. İşi kurcalama dedi. Ziyaretine gelebilir. Madem çocuk in, cin diye düşünecekti, böyle düşünmeye devam etmesi işin dal budak salmasına psişik bir engeldi. Korku çok dayanıklı bir engeldi. Hakan durağa giderek Zincirlikuyu otobüsüne atladı ve geldiği yolu dönmeye başladı. Otobüste kulağındaki purpleberry’i sonuna kadar açarak feci bir rap müziğini yan koltuktaki yolcuya da dinleten çocuğa baktı. Elindeki son model cep telefonuyla feysbukdaşlarıyla haberleşiyordu. Keyfi yerindeydi. Otobüsteki diğer yolcularda aşırı sıcak haricinde neşeliydiler. Bir kendisi değildi. Fena halde kötü ve aşırı büyük bir şeylerin olacağı duygusunu hissetmekteydi. Hakan otobüsün penceresinden bakarken Safire yine haklı diye düşündü.

*

Safire diğer bilgisayarında google’e açmış, foton kuşağının etkileri hakkındaki bilimsel raporları tarıyordu. Üniversitenin henüz son sınıfındayken bu konuya merak salmıştı. Önünde altı sene daha vardı o zamanlar. Geçen sene ise ilk defa önlem almaya başlamışlardı. Belediyeler en yakında bulunan toplu yeraltı sığınaklarını gösteren bölge haritaları dağıtmıştı. Vakti geldiğinde öngörüldüğü gibi kör bölgeye girilmiş, elektrikle çalışan tüm aletler sessizliğe gömülmüştü. Tam üç gün ışıklar yanmamış, kimse kimseye telefon edememiş, televizyon yakın gelecek tehlikelerine karşı uyarı haberi yapamamıştı. Mecidiyeköy’ün ortasından göğe yükselmeye çalışan kuleler üstlerine kara bir battaniye atılmış dev analarına benzemişti. Boğaz köprüsünde vızır vızır geçen araba tekerlekleri yerine insan ayakları taban tepmişti. Sonra her şey yavaş yavaş geri gelmeye başlamıştı. Safire ilk defa bu kadar uzun tatil yapmıştı. Kimsenin yetişmesi gereken bir randevusu, cevaplaması gereken bir telefonu, illa ki seyretmesi gereken favori dizisi kalmamıştı. Bazı arkadaşları İstanbul’da kalıp beraber bu zifiri karanlığı deneyimlemeyi teklif etmişlerdi. Ama o ileriki yaşlarını daha huzurlu geçirmek için tercih ettikleri Marmaris’e, ailesinin yanına gitmişti kuşağın etkileri başlamadan önce. Eski dünya düzeni tekrar teşrif ettiğinde sanıldığı gibi insanüstü özelliklerle donanmamıştı hiçbiri. Ne telepatik bir güçle Marmaris’ten arkadaşlarına seslenebilmiş ne de düşünce gücüyle bir kaşığı bükebilmişti. Ama yan etkileri sürmekteydi gelip geçen kuşağın. Kâbus nesnelerinin materyalize olması ise kuşağın hiç bekleyen bir yan etkisiydi. Geç gelen bir etkiydi yanlız. Her şeyin bitiminden altı ay sonra ilk vaka ihbar edilmişti. Şimdilik açıklama yapılmıyordu. Uzmanlar bu konuda görüş birliği içindeydi. Nesnelerin biriktiği bir yer olduğunu tahmin etmekteydiler. Aynı artık işe yaramayan uyduların depolandığı mezar yörüngesi gibi onlar da bir yörüngede istirahat ediyordu. Safire “kâbus nesneleri” “materyalize” yazarak google’de sorgulama başlattı. Yarım saat boyunca forumlarla halka aksettirilen benzeri vakaları okumakla vakit geçirdi. Uzmanlar ne derse desin vaka sayısı sandıklarından fazlaydı. İnsanlar ufolar gibi kâbuslarla ilgili haberleri abartmaya bayılırlardı. Ama Safire internette okuduklarının şişirilme haber olmadığını düşünüyordu. Gözleriyle bire bir şahit olmuştu. Hakan’a işi bittikten sonra gelmesi için mesaj çekti. Bu işin üzerine gitmeliydiler.

Safire okuduklarına o kadar çok dalmıştı ki, bilgisayarın ekranından açıkça yansıyan siluete tepki vermesi saniyeleri almıştı. Arkasını dönmek için geçti. Üzerinde freedom for the world yazılı tişörtlü eski erkek arkadaşı Mustafa iki elini birden kavradığında da hiçbir şey yapamadı. Sanki beyni boşalmış gibiydi. Sadece zihninde tişörtün üzerindeki yazının şu anki durumdan dolayı ironikliği gezinmekteydi. Korku ve şaşkınlık el ve ayaklarıyla beraber karşı koyma gücünü de uyuşturmuştu sanki. Adamın bileğine uyguladığı baskı sahiciydi ama. “Hello Kitty.” Dedi Mustafa. Safire ancak o zaman konuşabildi.

“Sen yazdın o maili.” Mustafa suratına yönelen elini boşlukta yakaladı ve geriye doğru büktü. Safire can acısından dizleri büküldü yere doğru çöktü.

“Böyle taltifatlara hiç gerek yok.”

“Mustafa sen böyle biri değilsin.” Dedi Safire can acısıyla. Sanki iki sene boyunca kendisini çok sevdiğini söylediği adam bu değildi.

Mustafa Safire’yi muayenehanede masaların olduğu tarafa sürükledi. Kadın bileklerini kurtaramıyordu. Uzun yıllar spor yapıp, aikido çalışmıştı. Mustafa orta boylu ve normal ağırlıkta biriydi, şu an anormal güçlüydü. Adam başka bir güç çemberiyle zırhlanmıştı sanki. Mustafa Safire’yi hastalarını yatırdığı sağaltma yatağına yatırdı ve ellerini kayışlarla yatağa sabitledi. O buraya daha önce de gelmiş. Safire’nin korkudan dili damağına yapışmıştı. Mustafa muayene odasında bilgisayar gibi elektronik aparatların bulunduğu masanın yanındaki tezgâha yönelerek çekmecelerden birini açtı, içinden aldığı bir şırıngayı yine aynı bölmeden aldığı bir şişeye daldırdı. Mustafa Safire’nin onu durdurmak için verdiği uğraşıya kolunu sertçe dizinin altına alarak cevap verdi. İğne damarı bulurken Safire kolunu hiç oynatamamıştı. Mustafa iğnenin hepsini boşalttıktan sonra kapaklı metal dolaplardan birine gitti. Adamın arkası dönüktü. Safire cep telefonunun cebinde olduğunu hatırladı birden. Adam yatağın hemen karşısındaki metal dolabı açarken o da kısmen oynatabildiği elini cebine daldırdı. Sol taraftaki tuşa basınca son aramaları buldu. Başını kaldırıp güçbelâ görebildi. İkinci sıradaki Hakan’ın numarasına bastı. Hakan yetişemezdi. Ama belki bir umut. Mustafa içini hiç karıştırmadan eğilip aşağı raflardan istediği şeyi aldı. Bilgisayarlı bölüme döndüğünde Safire arkaya kadar döndürebildiği başıyla elinde bir cd olduğunu görebildi. Mustafa bilgisayarın cd çalar kısmını açtı ve bunu yerleştirdi. Program açıldığında italik başlıkla Kâbusjen yazısını okudu. Bu ismi Safire kendi bulmuştu. Espri olsun diye. Alerjen’den aklına gelmişti. Bu cdler sağaltmanın bir parçasıydı. Bazı hastalar muayenesine gelip ona başvururlar fakat kâbus nesnelerini yeterince açıklıkla tarif edemezlerdi. Bu cdler de on dakikalık kâbus nesneleri numuneleriydi. Aynı alerjenlerin kişinin neye alerjisini anlamak için kolun iç kısmına verilen sıvı test materyali olması gibi, sağaltma ön çalışması olarak bazı hastalara kâbusjen verilirdi. Hasta bunlardan hangisine aşırı tepki verirse kâbuslarının asıl nesnesinin o olduğu anlaşılırdı. Bir cd’de yirmi numune bulunurdu. Bu cdler bilgisayara yerleştirildiğinde doğrudan manyetik alan tedavisinin bir parçası oluyordu. Mustafa hiç düşünmeden ekrana yansıyan çalıştır tuşuna bastı. O buraya kesinlikle gelmiş. Safire izleniyorum duygusunun sebebini anlamıştı artık. Kanına işlemeye başlayan madde ve Mustafa’nın kararlılığına rağmen buradan çıkış var mıydı acaba?

Safire ne yapıyorsun demek ve kendini kayışlardan kurtarmak için çırpınmaya çalışacaktı ama dudaklarını bile oynatmakta zorlanıyordu. Mustafa raflara uzanıyor, bir şeyler alıyor sanki kendi evinde gibi geziniyordu. Geziniyor, çünkü gözetledi diye düşündü Safire. Mustafa ona anestezik bir madde zerk etmiş olmalıydı. Eğer dışarıdan getirmemişse bunu, Safire’nin muayenehanesinde skopolamin tarzı alkaloitler vardı sadece. Bazı hastalarda manyetik alan tedavisi öncesinde bu maddeleri kullanırdı ama genellikle gerek olmazdı. Safire korkuya bile aldırış etmeyen tatlı bir uyuşuklukla sarmalanıyordu. Sadece zihni uyarı sinyalleri göndermekteydi. Ama iradesi vücudunu taşa çeviren maddeye karşı gelemezdi. Biraz sonra bu tatlı huzurun tersine kâbuslar cehennemine adım atacaktı. Her biri onar dakika süren yirmi çeşit kâbus vardı cd’de. Mustafa Safire’ye yaklaştı. Önden çıt çıtlı tişörtünü açarak elektrotları yerleştirdi. Mustafa’nın yüzü ağır ağır kaybolmaya başlarken Safire çocukken geçirdiği bademcik ameliyatını hatırladı. Narkoza karşı durmaya çalışan özel çocuk. Beş saniyede sızmıştı oysa. Özel değildi. Şimdi de yirmi beş misisippi diyemeden Safire gözlerini yumdu.

*

“Bu kişi her nasılsa kameraya görüntü yıvıştırmamayı başarmış.”

Selami arkadaşı Hakan’a bakıyordu. Selami bir metre doksan santim boyunda yüz on kiloluk gayretli bir dev adayıydı. Bunun nedeni yirmi dört saate yakın bilgisayarının başında iş yapmasıydı. Bir bilgisayar dâhisiydi. Dâhilerin çoğunluğu gibi biraz sosyopattı. Ama aynı dili konuşmasını bilenler için bulunmaz bir arkadaştı da. Hakan onu tanıdığı için çok şanslı olduğunu düşünüyordu. Şimdiye kadar üç olayda ona işi düşmüştü. Ama ücret karşılığı çalışmıyordu. Hizmet takası tek geçerli paraydı.

“Kameralara görünmemek gibi bir teknoloji duymadım dostum.”

“Napabiliriz sen onu söyle.”

“Tam bu kareyi, kafe sahibinin konuştuğu bölümü tarayıp termografik görüntü verebilirim sana.”

“Nasıl bir şey bu?”

“Kızılötesi enerji bantlarıyla vücut ısısının yaydığı dalga boyu ortaya çıkacak. Böylece rengârenk de olsa adamı görebiliriz. Ya da madamı?”

“Bu da nesi?”

“Eh bir insana benziyor. Biz de tam bunu bekliyorduk.”

“Sorun o değil. Renklere baksana. Hepsi siyaha yakın koyu renkler.”

“Ne olmuş yani?”

“Normal bir insanın vücut ısısı 37 derecedir. Bunu ilkokulda bile öğretirler.”

Hakan başıyla olumladı. O bunu okuldan değil de, en ufak ateşlenmede bile koltuk altına derece koyan ve odasının içinde telaşla aşağı yukarı yürüyen pimpirikli annesinden biliyordu.

“37 derecelik vücut sıcaklığı 8 ile 10 arasında mikro dalga boyunda ışın yayar. Termografik görüntü bu sıcaklığa duyarlı olduğu için çeşitli renklerde bir görüntü elde etmeliydik. Ölçüme göre ekrandaki infrared kaynağı 20 derecelik bir vücut ısısına sahip.”

“Yani?”

“Yani oğlum bu adam ya bir zombi ya da…”

Hakan hayalde gibi konuştu. “Ya da bir ölü.”

Selami dehşet içinde Hakan’a baktı. “Ben seni psikolog sanıyordum. Nasıl bir bok bu?”

Hakan telefonu eline aldı. Safire’yle kâbusların materyalize olması üzerine sayısız sohbet gerçekleştirmişlerdi. Kanaatleri bu kişilerin varlık enerjisinin yeniden materyalize olduğuydu. 20 derecelik bir vücut ısısına sahip olma bunun uzantısıydı işte. Hakan Safire’nin numarasını tuşlayacaktı ama telefonu şebeke meşgul uyarısı verdi. Bir kaç saniye sonra mesaj bildirimi belirdi ekranında. Safire’dendi. Kadın mesajı 11.45’de atmıştı. Ona kırk beş dakika sonra ulaşıyordu. Hakan bu iş bitsin başka bir gsm operatörüne geçeceğim diye düşündü. Mesaj kısaydı.

“İşin bitince bana gel. Önemli bilgiler buldum.”

Hakan ekrandaki karaltıya baktı ve içinden asıl ben, diye geçirdi.

*

Hakan boşu boşuna zile bastığını beşinci çalıştan sonra anladı. Safire’nin numarasını tekrar çevirdi. Numaraya ulaşılamıyordu. Belki şarjı bitmişti. Ama telefonunu açık bırakarak doldururdu genelde. Belki duştaydı kadın. Tam uzaklaşacakken kapı paspasındaki çamurlu ayak izini gördü. Yeni gibiydi. Hakan etrafına bakındı. Gelen kişi patika yerine dün bütün gün yağan yağmurdan cıvıklaşmış bahçe toprağına basmayı tercih etmişti. Arkada erkek ayakkabısına ait olduğu belli kaba izler bırakmıştı. Bildiği kadarıyla Safire’nin bugün randevusu yoktu. Hakan yukarı bakınca ev pencerelerinden birinin açık olduğunu gördü ve Safire’nin adını seslendi. Cevap veren olmadı. Sonra tekrar telefona sarıldı ama yine ulaşılamıyordu. Hakan sezgileri cayır cayırdı. Bir şeylerin ters gittiğini düşünüyordu. Safire hem gel deyip, hem de dışarı çıkmazdı. Acil bir şey olsa bile ona ulaşır haber verirdi. Hakan’ın muayenesinde Safire’nin muayenesinin bir yedek anahtarı vardı. Safire Mustafa’yla geçirdiği o olaydan sonra acil durumlar için ona vermişti. Şimdi gidip o anahtarı almak istiyordu ama bunu daha önce hiç yapmamıştı. O anahtar acil durumlar için verilmişti. Ve bu durumun acil olduğundan hiç emin değildi. O kapıyı açıp inerken Safire havluya sarılı bir başla aşağı inerse açıklama yapamazdı. Hakan muayenesine gidip içeri girdi. Belki Safire msn’de online’di. O zaman bir de bu yolla ona ulaşmayı deneyebilirdi. Kapıyı da duymadı ama. Müzik dinliyor olabilirdi. Safire hiç yüksek sesle müzik dinlemez. Kulaklarına zararlı diye Hakan’ı uyarırdı hatta. Üniversitede son sınıftalardı. Safire psikoloji kadar fizyolojiye de meraklıydı o zamanlar. Hakan’ın cep telefonu uyarı mesajıyla titreşince o da birden boş bulunup irkildi. Safire onu aramıştı. Tam on bir dakika önce. Telefon ona ne yapması gerektiğini söylemişti sanki. Çalışma çekmecesini açıp beyaz bir zarfın içinde duran Safire’nin anahtarlarını aldı. Gidip içeri bakacaktı.

Hakan muayenenin kapısını açtığında karşılıklı yatan çifti gördü. Hemen Safire’nin başına koştu. Kadına beş adet elektrot yapıştırılmıştı. Elleri kahverengi deriden kayışlarla yatağın yan demirlerine sıkıca bağlanmıştı. Safire’nin gerilmiş kaslarının tersine Mustafa sağaltıcı yatağında sakince yatmaktaydı. Elleri serbestti. Onun bu kadar dünya hayatına adapte olması inanılır gibi değildi. Hakan yavaşça adamın koluna dokundu. Dış görünümünün normalliğinin tersine vücut sıcaklığı normal bir insanınkine kıyasla oldukça azdı. Hakan Mustafa’yı bırakıp doğruca manyetik alanı kontrol eden bilgisayar sisteminin olduğu yere gitti. Bilgisayarda deneme numuneleri olarak kullanılan kısa cdler yürütülmekteydi. Yatakta yatan iki kişi şimdi bunlarla doğrudan bağlantılıydı. Hakan programı kapatıp Safire’yi sistemden ayırmayı düşündü ama buna bir düşüncesi engel oldu. Cd’de beşinci bölümdeydiler. Bu ellinci dakika demekti. Sağaltma süreci sanal bir rüya âlemi yaratmaktaydı. Uyku moduna geçince hastanın beyni alfa dalgaları yaymaya başlıyordu. Kâbus nesnesi etkisiz hale getirilene kadar uyku süresi seksen dakikaya kadar uzatılmaktaydı. Bu maksimum süreydi. Daha fazlası sağaltmanın parçası olan manyetik alanın arttırılması nedeniyle hastaya zarar verebilirdi. Şimdi Safire’de ellinci dakikadaydı. Çok derin bir uykuda olmalıydı. Programı aniden etkisiz hale getirmesi kadını bir çeşit travmaya sokabilirdi. Hakan bilgisayardaki üçlü sağaltma programına girdi. Hakan bu işlemi üçlü msn programına benzetmekteydi. Daha önceden daha hafif bir rahatsızlığı olan hastalarından birinde denemişlerdi. Aynı msnde üç kişinin birden sohbet edebilmesi gibi, iki sağaltıcı aynı anda hastalarının kâbus ortamına adım atabilmekteydi. Hakan Safire’nin bilgisayarından kendi muayenesindeki bilgisayara bağlanma izni verdi. Üçlü bağlantıyı gerçekleştirmelerinin üzerinden sadece üç hafta geçmişti. Hakan Safire’nin giriş şifresini değiştirmemiş olmasına sevindi. Bilgisayar dıştan yapılacak bağlantıya onay verdiğinde Hakan o ikisini muayenede bırakarak kendi dairesine yöneldi. Kapıyı açtı ve aparatı üçlü bağlanmaya hazır hale getirdi. Alan şiddetini artırdı ve kendine elektrotları monte etti. Gözleri yavaş yavaş kapanırken umarım bu yol mantıklıdır diye düşünmekteydi.

*

Safire loş bir odaya adımını attı. Gayri ihtiyari duvara yaslanmıştı. Arkasından öcüler gelmesin diye. Sırtını duvara sürterek ilerlerken karşısına aniden dikilecek birini, Mustafa’yı, bekliyordu. Kendini savunabileceği bir şeye sahip değildi. Bunları düşünürken birden keskin bir spot ışığının altında kaldı. Sadece showwoman için. Yanlız kendisini içinde bırakan bol ışıklı bir halka. Aynı anda müzik de başladı. The Pink Panter Theme. Annesi Safire’nin küçükken bu filmin müziğine bile tahammül edemediğini anlatmıştı. Safire o pembe renkli panterden korkma sebebini hiçbir zaman anlamamıştı. Ama buna yakın bir şey deneyimlemişti. Kendi yeğeninin de nesquick kutusundan çıkan Bugs Bunny karton maskesinden ödü patlamıştı. Müzik yine geçmişteki efektini yapıyordu. Karşıdaki duvarın arkasında bir şey oynadı. Safire yerinde sıçradı. Kendini korkmamaya şartlıyordu ama ışıkların ve müziğin oyunu çok yamandı. Duvarın arkasındaki hareketlilik tekrarlandı. Sonra pembe renkte bir kuyruğun ucu göründü. Herhalde pembe panteri görecek değilim. Ama Safire emin değildi. Duvarın arkasındaki gölge tekrar hareket etti ve pembe parmaklar göründü. Yumuşak ve tam göremesem de pembe tüylü. O mu gerçekten de? Sonra bir ses duyuldu. Nerden geldiği belirsiz o müziğin ardından bile duyulacak kadar net. Tıkır, tıkır. Safire o parmaklar o kadar yumuşak olmayabilir diye düşündü. Tekrar bakınca tüylerin arasından fırlamış sivri tırnakları gördü. Tırnaklar duvara sanki çok masumlarmış gibi yavaşça dokundu ama o net ve sert ses tekrar işitildi. Tıkır, tıkır. Burada ters bir şeyler vardı. Pembe panterin bu kadar sivri tırnakları olmazdı. Ama vardı işte. Safire birden onun yüzünü de gördü. Kalın bir çizgi halindeki kaşları aşağıya doğru çatılmış, yüzüne hinoğlu hin bakışı yapıştırmıştı. Pembe panter ağzını açtığında Safire onun dişlerini gördü bu sefer de. Bu dişler sipsivriydi. Pembe panter’in sivri dişleri de olmaz. Bu senin alengirli kâbusların hayatım. Panter ona doğru bir kaç adım attı. Safire ondan yayılan pis kokuyu alabiliyordu. Solumamak için ağzını kenetledi. İmkân olsa burun kanatlarına da mantar tıkayacaktı. Hayvanın tüyleri şimdi pembe değildi. Tüyleri sanki kovalarca su dökülmüş gibi derisine yapışmıştı. Ve rengi de güneşte kalan çarşaflar gibi solmuştu. Ağzını açtı ve sivri dişlerini göstererek gözdağı verircesine hırladı. “Seni küçük kedi.” dedi Safire. Hayvan gözlerini kıstı, karşısındakinin düşmanı olduğundan emin daha hiddetli hırladı. Belki de o kadar küçük değil. Dişlerini arasından kan sızıyordu. “Bana bir şey yapamazsın. Seni bonibonlu ağız.” Safire bu atağı savmak için aklına gelenleri yapıyordu. Ama panik bayırdan aşağı inen patlak tekerlekli bir araba hızında aceleci davranıyordu. Panter birden üstüne atıldı. Kalbi göğüs kafesinden fırlayacak gibi oldu. Panter bir kolunu yakalamıştı. Hayvan hırlıyor, ağzından tükürükler saçıyor ve Safire’nin canını acıtıyordu. Safire inanılmaz derecede paniklemişti. Çığlık attığını sanıyordu ama emin değildi. Hayvanla kavgaya tutuşmuşlardı. Bir ara takla attılar ve Safire ileriye fırladı. Kulağına bir çatırtı sesi geldi. Aynı sağlam bir dalın güçlü bir tekmeyle kırılması gibi. Gözleri kararmıştı. Tansiyonu düşmüş gibi nabzını beyninde atıyor hissediyordu. Şeklini kaybetmiş boş bir çuval gibi duran koluna baktı. Ama kolu sapasağlam oradaydı.

Safire toparlanıp etrafına bakındı. Panter gitmişti. Boynundan göğsüne doğru oluk oluk ter akıyordu. İleride bir kapı gördü. Oraya doğru koştu. Panter arkasından geliyor mu diye sürekli kontrol etmekteydi. Hayvanla karşılaşması şok edici olmuştu. Elinden çığlık atmak gelmişti. Sinirlerini kontrol etmeye çalıştı yeni bir odaya daha girerken. Bu oda da az önceki gibi bomboştu. Mustafa’nın onu bu deliğe tıkması o kadar beklenmedikti ki, kafasını çözüm yoluna kuramıyordu. Bu arada Safire beşinci odadan çıkmıştı ve yeni bir kapı az ilerisindeydi. Yorulduğunu hissetti Safire onuncu kapıyı ardında bırakırken. Ama yorulması mümkün değildi. Panter de acıtmadı aslında. Sadece zihnimin oyunu. Ama bakınca kolundaki kalın parmak izlerini gördü. Acaba ne kadarı oyundu. Kapılar birbiri ardına geliyordu. Sayılar sonsuzdur Safire, kapılar da öyle… Safire sonunda yeni kapının önünde nefes nefese çöktü. Neredeyse ağlayacaktı. Aklına bir şey gelmediği için köpürüyordu. Oturduğu yerden boşluğa bağırdı.

“Beni bunlarla korkutamazsın. Pembe panter, kırmızı başlıklı kız ve kurt… Çok geride kaldı bunlar…”

Safire defalarca kâbus sağaltma seansı gerçekleştirmişti. Akla hayale gelmeyecek canavarlarla karşılaşmıştı. İnsanların kâbusları çok korkutucu olabiliyordu ama artık kanıksamıştı. Az önceki yenilgisi hazırlıksızlığındandı. Panterden korkması sokmayacağını bile bile üç boyutlu bir perdede burnunun ucuna kadar yaklaşan bir yılana gözlerini kapatmak gibiydi. O daha başka şeylerden korkardı. Daha başka…Şey gibi…

Safire bir ağlama sesi duydu. Dokunaklı bir kadın ağlamasıydı. Yaslandığı kapının arkasından geliyordu. Elini tuttuğu tokmakta döndürdü. Kapı kilitli değildi, açıldı. Safire içeri girdi. Oda bembeyaz badanalıydı. Safire bu kadar çiğ olmasından hoşlanmadı bu rengin. İleride üstü bomboş bir masa vardı. Önündeki sandalyede sırtı Safire’ye dönük bir kadın oturmaktaydı. Alnını sağ eline yaslamıştı. El o hüzünlü başı taşıyordu.

“Afedersiniz.”

Kadın yavaşça yüzünü döndürdü. Safire’nin en son beklediği şey bu olmalıydı.

“Anne!”

“Geç kaldın Safire. Baban için çok geç.”

Her kız çocuğu gibi Safire de babasına çok düşkündü. Onu annesi doğurmuş, büyütmüş, babasıysa yaşamayı öğretmişti. Annesi çok sosyaldi. Gençliğinden beri çeşitli derneklerde gönüllü yer almıştı. Safire de bundan istifade babasıyla bol bol zaman geçirmişti. Annesi babasına kızını erkek gibi yetiştirdiğinden yakınırdı bazen. Kadına göre satranç oynamak, ok atıcılığı yapmak bir kız çocuğunun öğrenmesi gerekenler listesinde başlarda değildi. Ama Safire bunları öğrenmiş olduğu için çok memnundu. Atıcılık hala stres atma yöntemlerinde en başta geliyordu. Babasını hatırladı. Adam ona rüzgârgülü yapmayı, topaçla oynamayı öğretmişti. Büyüdükçe de daha karmaşık işleri. Alfabe gibi, ata binmek gibi.

“Babama ne oldu?”

“Günlerdir aramıyorsun Safire. Önce her gün arardın. Sonra dört beş güne çıktı. En son ne zaman aradın hatırlamıyorum. Yaşlı annen ile babana vefan bu mu?”

“Anne, işlerim vardı. Arayacaktım. Gerçekten…” Safire ölçtü, biçti ama ne zaman onlara telefon açtığını bir türlü hatırlayamadı. Kadın açıklama yapma der gibi elini kaldırdı. Gözlerini altında morumsu halkalar oluşmuştu. Burnu silmekten kızarmıştı.

“Baban sürekli adını sayıkladı. Gelecek diye avutmaya çalıştım onu.”

Safire’nin babası iki yıl önce cilt kanserine yakalanmıştı. Kemoterapi görmüştü. O günleri unutmayacaktı hiç. Safire hastalığın tekrarlamasından çok korkuyordu. Mustafa olayı onu o kadar çok etkilemişti ki son iki haftası Mustafa’a kurulmuş ihtimallerle geçmişti. Babasına bir şey olduysa kendini asla affetmezdi.

“Anne, ona ne oldu?”

“Doktor geç kaldınız, dedi. Sen de geç kaldın. Onu burda bir yerlere koymuştum ama şimdi bulamıyorum.”

Kadın bakabileceği en makul yer orasıymış gibi masanın örtüsünü sıyırdı ve altına baktı. Kocası orada yoktu. Safire iki kere tekrarlanan geç kaldın ifadesine uyanmıştı. Annesiyle konuşurken nasıl da fark etmemişti. İçinde oldukları oda her yandan küçülmekteydi. Arkasını döndü ve kapıya koştu ama tokmak yerinde yoktu. İçeriden çıkış namevcuttu. Piramitlerdeki kadim tuzaklar gibi. Burada iyice dövülmüş biftek parçasına dönecekti. Fena halde kapana sıkışmıştı. Annesi şimdi az önce sümkürdüğü mendili açıyor, silkeliyor ve içine bakıyordu. Anne, babam mendilin içinde değil. Babam benim… Buldum!

“Anne, ben doktorla konuştum. Odayı havadar tutun yeter, dedi. Yeterince oksijen teneffüs ederse bir şeyciği kalmazmış.”

Kadın emin değilmiş gibi yüzüne baktı. Mendili derdest edip cebine koymuştu. Aklı karışmış gibi alnını kaşıdı.

“Sahiden mi? Daha önceden deseydin ya, evladım.”

“Yaşa anne! Hemen pencereleri aç.”

Kadın çiğ beyaz duvarlardan birine yöneldi ve boşlukta pencerenin kolunu çevirdi. Safire ancak o zaman dışarının yeşilliğini görebildi. O yöne koştu. Annesinin az önce durduğu yere baktı ama göremedi. Kadın vazifesini yapmış ve gitmişti. Safire bir ayağını pencereye atarken ardındaki kapı şiddetle açıldı. Mustafa hışımla içeri giriyordu. Bakışları öfkeli bir boğanınki gibiydi. Kâbusun bu parçasını istediği yöne çevirebildiği için çok kızmış olmalıydı.

Safire kendini bahçeye atarak koşmaya başladı. Böyle kâbustan kâbusa zıplayarak ne kadar daha vakit geçecekti bilmiyordu. Kâbusjenlerin süresi dolunca duracaktı ama göğsündeki elektrotlar çıkarılıp makinenin sistemi istop ettirilmeden kendi kendine uyanamazdı. Bu makineye bağlı fazla vakit geçiremezdi. Normalden fazla kalması manyetik alan şiddetinden dolayı rahatsızlık geçirmesine sebep olabilirdi. İlk önce Mustafa’dan kurtulmalıydı. Safire arkasına döndü. Geç kalmıştı. Adam öne atıldı ve omzundan yakaladı. Ama elinde kalan tişörtünden bir parçaydı. Safire adamın yakalamasıyla dengesini kaybetti. Otların arasına düştü. Ağzını toprağa çarptı ve alt dudağını ısırdı. Burnuna toz toprak doluşmuştu. Gözlerini açtı. Adam arkasından sövüyordu. Bir zamanlar sevdiği adam bu muydu? Yakalarsa onu belki de öldürürdü. Hemen bir çözüm yolu bulmalıydı. Adam toparlanıyordu. Safire ağzına dolan kanı tükürdü. Dizini fena halde incitmişti. Ellerin derisi kalkmıştı. Papatya tarlasında ölüm diye düşündü. O anda aklında bir lamba yandı. Mustafa papatyaya alerjikti. Sevgiliyken ona hiç çiçek almamasını bu bahaneyle örtmeye çalışırdı. Safire de diğer çiçeklere kıran mı girdi peki derdi. Sadece beyazları değil, püf çiçeği denen karahindibalar da vardı. Bunların beyaz topçukları inanılmaz iş görürdü. Safire’nin vakti yoktu. Birkaç beyaz, birkaç da püf çüçeğinin başını kopardı. Yumruğunun içinde ezdi. Mustafa beş kırmızı pelerini birden görmüş bir boğa gibi üzerine geliyordu. Safire de öne atıldı. Çarpışma şiddetliydi. Safire geriye doğru uçmadan önce elindekileri Mustafa’nın ağzına, burnuna tıktı.

“Bunlar papatya poleni. Sen bunlara alerjiksin. Şimdi hepsi ciğerlerine kaçacak. Tamam mı?”

Adam sanki öğürecekmiş gibi öne yığıldı. Yere kapaklanacaktı neredeyse. Elleriyle kapattığından Safire yüzünü göremiyordu. Ardından şiddetli bir hapşırık sesi işitti. Safire zafer çığlığı attı. Kıç üstü yere yapıştığına değmişti. Mustafa’nın şişmiş gözlerinden sapır sapır yaşlar dökülüyordu. Birinci hapşırığın ardından ikincisi ve üçüncüsü de geldi. İçine hapşırık cini kaçmıştı sanki. Safire için tam fırsatıydı şimdi. Tam doğrulacakken bir el uzandı ve ayaklarından yakaladı. Safire yorgana dolanmış gibi kolaylıkla yere yapıştı. Aval aval bakıyordu. Mustafa doğrulmuştu. Az önce döktüğü gözyaşları kesilmiş, yanaklarında sadece şerit halinde izleri kalmıştı. Hapşırıkları da bıçakla kesilmişti sanki. Mustafa ifadesiz bakışlarını Safire’ye dikti. Ağzı gülecekmiş gibi yayılmıştı. Bu gülmede vahşice bir yan uyanıktı. Safire ilk kez gerçekten korktu. Buradan hapis kalma ihtimali enerjisini çekip almıştı. Mustafa öne atıldı ve kolunu yakaladı. Çekip sürükleyerek yanında götürmeye başladı. Bıraksa Safire yürüyecekti ama Mustafa duyguları cımbızlanmış bir robot gibi hareket ediyordu. Mustafa o bahçelik alanda Safire’nin göremediği bir kapıyı açtı ve içeri daldı. Yeşil alan arkada kalmıştı. Şimdi gri bir odadaydılar. Mustafa dimdik yürüyerek o odanın sonundaki kapıya yanaştı ve kapıyı açtı.

Safire’nin kalbi dana kalbi gibi büyüdü o zaman. Son Kapı. Seyrettiği sonsuz bir karanlıktan başka bir şey değildi. Mustafa onu ensesinden bastırıp öne doğru yaklaştırdı. Safire’nin soluk alması mümkün değildi neredeyse.

“Sen o son modern aparatlarınla meşgulken ben bu karanlıkta kaldım Safire. Yalnız.”

“Seni kullanıyorlar Mustafa. Onlara boyun eğme.”

“Yalnızdım anlıyor musun? Sonra onlar geldiler. Beni aldılar. Kalabalıktılar.”

“Seni karanlığa ben mi yolladım Mustafa. Benim suçum ne?”

“Konu ben değilim Safire anlamıyor musun? Sizler bok çuvalı gibi bizi buraya atıyorsunuz. Bir kız çocuğu vardı. Annem beni ne zaman almaya gelecek abi, diye ortalıkta dolaşıp duruyordu. Çok karanlık diyordu. Acıktığını söylüyordu. Sanki artık midesi varmış gibi. Sen buna şartlanma derdin hatırlıyorsun değil mi? Beni kınadığın zamanlarda. Anahtarların yerini bir kaç kez kontrol ettiğimde mesela. Emin olmak için. Bak şu karanlığa şimdi. Benim burada ne işim var Safire? Dışarıda güneş var. Islandığında buram buram tüten toprak kokusu. Cıvıl cıvıl çocuk sesleri… Bu karanlıkta bunları hatırlıyordum ben. Bu karanlıkta ölünmüyor bile.”

“Seni burdan çıkartabilirim Mustafa. Denememe izin ver.”

“Onlar beni zaten çıkardılar. Onların istediği olunca ben de hep sonsuza kadar geri döneceğim.”

“Olamaz Mustafa. Mümkün değil. Anlamıyor musun?..” Safire öldün sen, diyecekken durdu. Mustafa şu en son tahrik edilmeliydi. Zaman kazanmak için bir şeyler bulmalıydı ama ne için. Bir planı yoktu. Plansızlıktan öteden beri nefret ederdi.

“Bu karanlığa dönmem Safire. Asla dönmem.”

Safire arkadan bir elin kendisine yapıştığını hissedince otomatik olarak çığlık attı. El onu içeri çekmişti. Arkasına dönen Mustafa’nın dehşeti karış karış suratına işlenmişti. Hakan onun yüzünü tam dönmesine fırsat vermeden ayağıyla sağrısına tekmeyi indirdi. Mustafa arkaya doğru sendeledi. Dengesini bulmaya çalıştı ama olmadı. Hakan’la Safire aynı anda öne hamle etmişlerdi. Safire ellerini onu tutmak için çaresizce uzatırken “hayır” diye bağırabildi. Oraya düşmemeliydi. Parmaklar birbirine değmedi bile. Mustafa karanlıkta görünmez hale gelirken gözyaşlarına boğulan kadın kafasını arkadaşının göğsüne saklayarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Safire Hakan ellerini çözerken kanına karışan maddenin sersemleticiliğini hissediyordu hâlâ. Yan yatakta Mustafa yatmaktaydı. Hakan aynı kayışlarla bu kez onu yatağa sabitlemişti. Mışıl mışıl uyuyor gibiydi. Safire zihni açık diye düşündü. Buraya ait her şeyi hatırlıyor. Bunu aklı almıyordu. Aklının almadığı başka şeyler de vardı. Saatine baktı. O yatağa bağlandığından bu yana bir saat geçmişti. Yani toplam iki saat Mustafa bu dünyada kalabilmişti. Belki de o kadar kararsız değildi yapıları. Merkez bakalım buna ne diyecekti? Önlerinde inanılmaz bir gerçek yatmaktaydı. Kâbus nesneleri dünyaya adımlarını atmışlardı. Safire Mustafa’nın tek olmadığını düşünüyordu.

Bilgisayardan bağlantı uyarısı gelince ikisi de düşüncelerinden sıyrıldı.

“Otto bu.” Dedi Hakan alt panele bakarak.

“Bilgisayarın yönünü kapıya çevir.” Dedi Safire. “Mustafa’yı görmesin.”

“Size bir haber mailledim. Ama bir türlü gitmedi.” dedi Otto. “Sabahtır internet bağlantımda bir şeyler var. Kuşlar pislemiş hatları senin deyiminle Safire.”

Karşılarında oturan tatlı bir şişmanlığı olan, sarı saçlı, mavi gözlü orta yaşlarda bir adamdı. Yanındaki daha yaşlıca adamı Safire ilk kez görüyordu. Otto, Erik adlı yardımcısını onlara tanıttı.

“Haber nedir Otto?”

“Valla çok acayip. Bugün bir arkadaşım aradı. Aleksander meydanına açılan caddelerden birinde dev bir ekran var. Orda bir reklam gördüğünü söyledi. Bizle ilgili…”

“Nasıl bizle ilgili?”

“Kâbus Siliciler vergi kaçırıyorlar. Çocuğunuzun rızkını onlara yedirmeyin.” yazıyormuş. Aklınız alıyor mu?”

Hakan ben vergimi ödeyen sorumlu bir vatandaşım, diyerek espri yapmaya çalıştı. Daha yeni feci bir deneyimden kurtulan Safire ise şaka yapacak halde değildi. Haber hiç hoşuna gitmemişti.

“Yayının ardından Berlin Duvarı’nın yıkılışından önceki döneme ait kareler gösterilmiş. Aç çıplak insanlar. Çelimsiz, bir deri, bir kemik çocuklar.”

“Bunlar ne demek Otto?”

“Bilmiyorum. Yetkilileri aradım. Böyle bir şeyin hiç yayınlanmadığını söylediler. O ekran sabit reklamlar için kullanılıyormuş. Dalga geçtiğimi sandılar herhalde. Telefonu yüzüme kapattılar.”

“Arkadaşın yanılmış olamaz mı Otto?”

“Ben de bundan emin olamadığım için google’de tarama yaptım zaten. Aynı vakaya Hindistan ve Kanada’da da rastlanmış. İki gün öncesine ait yazılar hepsi. Halka en açık dev ekranlarda bir kaç saniye için görünmüş. Forumlarda okudum. Birinde “Kâbus Silicilerden hesap sorun” yazıyormuş hatta.”

Safire kameranın görüş alanına girmeyen yataktaki Mustafa’ya baktı. Hakan Safire’ye çevrik bakışları soru işaretleri yüklüydü. Ardı ardına bu kadar şey yaşamış olmak sezgilerini diken diken etmişti. Mustafa’nın dünya hayatına bu kadar adapte olabilmesi, onlar beni kurtardı deyişi ve şimdi Otto’nun anlattıkları. Hayrolsundu ama işler fena halde sarpa sarıyordu.

Devam edecek…

 

Kâbus Silici 6” için 3 Yorum Var

  1. Safire’nin serüvenlerini edebiyatımızdaki bir boşluğu doldurması açısından çok önemsiyorum. Tirildetir türünde kadınlar tarafından yazılan kadın kahramanların artması olumlu bir işarettir. Ezgi Gürçay giderek bir üslup oluşturmakta. Kendisini kutluyorum.

  2. Kabus Silici hikayesine daha önce de bir yerde rastlamıştım. Kayıp Dünya idi sanırım şu an tam olarak hatırlayamıyorum. Meraklanmış ama okumaya fırsat bulamamıştım. Meğer ne çok şey kaçırmışım. Bu kadar iyi bir kurgu ile karşılaşacağımı hiç tahmin etmiyordum doğrusu. Karakterler, kabuslar, siyah madde vs hepsi usta bir yazarın ellerinden çıkmış gibi. Kesinlikle çok sevdim. Kaleminize sağlık…

ezgi gürçay için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *