Öykü

Kan, Benzin ve İntihar

Terör Adası çok yakında. Her gece seyrediyorum onu. Yıldızların ışığı altında parıl parıl parlayan Durağan Körfez’in suları ne zaman Konsey filosuyla dolacak acaba?

Vaktiyken güzel bir yer olmalı diye düşünüyorum fakat şimdi, bu boğucu gecenin kasveti içinde alev alev yanan bir küfre dönüşmüş. Gündüz olduğunda geceyi çağırmak için çırpınıyor ve zifiri karanlık bir duman kusuyor gökyüzüne. Bu çeşit kasvetli şeyler içimdeki ağlama arzusunu tetikler, kalbim adeta bir press makinesine sıkışmış gibi inler ve sefil botlarım kumlara basmaktan hiç de memnun değildir… fakat gözlerimin ardında duran isimsiz bir çekimin kaynağında, çirkinlikten aldığım zevk var. Neden bu kadar çekici geliyor tüm çarpıklıkları seyretmek? Bilemiyorum. Aklımda kocaman, irinli boşluklar uğulduyor.

Terör Adası’nda ışıl ışıl yanan çöpleri seyrederken kim bilir kaç milyon acuzenin orada tutuşturulduğunu, kaç milyon çığlığın gökyüzüne pornografik bir tutkuyla karışıp bu kapkara geceyi yarattığını merak ettim. Sonra uzak yıldızlara kaydı gözlerim, sanki orada, kozmosun yalnızlığı içinde ha ha ha diye gülüyor hepsi.

İs, dayanamayacağım bir hadde ulaşınca sahili terkettim küfrederek, kuru ağaçları, nemli tepeleri, yıldızlı gölün o insansı karanlığını ve vakum sessizliğinin içinde fokurdayan gözleri geçip sıcak sığınağımıza döndüm geri.

Ejderha İni diyorlar buraya. Kaybeden taraftaki bir ordunun son sığınağı. Yani bizim ordumuzun. O ordunun en sefil neferiyim. Paltomun tüylerinde bile mantar ve küf var. Boğazım öyle şişmiş ki burnumdan iltihap akıtacağım neredeyse. Nefes almak bile boğazımın o pis şişkinliği içinde boğuyor beni. Ağzım yaralarla dolu. İlaçlarımız çoktan tükendi ve Ejderha İni’nde olmak demek ilaçsız kalmak demektir. Buradan böyle steril hiçbir şey bulamazsın, denizin bu tarafına geçtiysen ancak savaş, ancak yıkım, ancak mikrop, ancak iltihap vardır. Bu zavallı ve inim inim inleyen çamurlu dünyada alevler yanar hiç durmadan. Bakteriler kavrulur, gökyüzündeki beyaz dumanların kesif boğuculuğunda birleşip yepyeni şeylere dönüşürler ve yağmur gibi yağarlar tekrardan toprağa.

Ejderha İni’ndeki ordumuz bu toprakları kurtarmak ve daha güzel bir yarını inşa etmek için buraya ayak basan bir grup asalaktan ibaret aslında. Konsey üç yıl önce güneşi karartmaya ve ışık için krallıklardan kira istemeye başladı. Asi krallıkları, kira ödemeyi reddetti ve Kara Terör Çağı işte böyle başladı.

Asi fraksiyonlarından birinde, önemsiz bir orduyu teşkil eden bizlerin sığınağı küçük bir mekan aslında. Zavallılığın yankısız resmi. Toprağın içine oyulmuş dört duvar ve tavanı derme çatma bir gecenin yorganı gibi, yıldızsız, nefessiz ve yoksun rüyalardan.

İçeride bir ateş harıl harıl yanıyor. Köşede, çıplak bir tahta masanın etrafında Teknisyen Ogo ve Nonoş Sakuro kart oynuyorlar. Ogo maça kızlardan ibaret bir desteye sahip, Sakuro ise hiçbir desteye ait olmayan pespembe bir kupa valesi tutuyor elinde. Suratındaki sırıtış, uyuşturucunun oraya diktiği harikulade bir eşcinsellik çığrışı aslında, başka hiçbir insan böylesine sahte ama görkemli bir şekilde gülemez. Ogo ise zeka geriliğinden ve hantallıktan yoğrulan ağır bir karanlığa gömülmüş. İki metrelik kıllı bir gövdesi var. Tipe bak süngüyü hazırla.

Tabure köşesinde ise Albay Breg oturuyor. Adeta bir çığ gibi yükseliyor kafasındaki duman, yağlı saçlarından akıyor, suratında puslanıyor, durulup, kesif ve suskun bir nefrete bürünüyor. Ordumuzun en aptal adamı Deeb’i tokatlıyor  sonra ve ona ayaklarını yalatıyor.

İğrenerek yutkunuyorum fakat bademciklerim acı içinde kabarıp ağzıma taşıyor. Nonoş ve Teknisyen’in yanına gidiyorum. Breg, önünde diz çöken Deeb’i aşağılamaya başlamış, havada berbat bir ufunetin elle tutulur parçaları var. En sefil tanrının tapınağındayım sanki. Kendimi sefalete açılan bir tefekkür halinde buluyorum, içimde kıvılcımlanan genleşme hissi yüzünden paltomu çıkarıp atıyorum.

Ogo, destesinden bir kart çekip masaya koyuyor nihayet. Kaç saattir bu hamleyi düşündüğü meçhul. Sakuro da elindeki kartı masaya koyunca, oyun bitiyor. Bir kuralı bile olamayacak türden kaotik ve saçma bir oyun. Kazanan ya da kaybeden belli değil. Neden oynandığı da öyle. Can sıkıntısı işte.

Sonra Ogo’ya göz kırpıyorum. Ayağa kalkıyoruz. Nonoş Sakuro da peşimizden geliyor. Köşedeki Deeb burnuna kadar kana ve iltihaba bulanmış, bu akıntıdan kopan koyu kızıl minik damlalar paltosunun tüylü yakalarına düşüyor.

Deeb sürünerek yanımıza geliyor sonra. Suratında insanı tüysüz bir maymun olmaktan ayıran o çiğ ve aşağılık ifade var. Çünkü bu ifade, doğada yankı bulamaz kendine, bu ifade ancak bir insana aittir, bu ifade yeni bir tabiatın tek sesidir ve diğer sesler ancak bu ifadeden kırılan spektrumun ürünleridir. İnsanın zavallı dünyasındaki aşağılık beyaz, şimdi Deeb’in yüzüne kanlı ve iltihaplı bir paçavra halinde bulaşmış, aşağılanmanın zevki içerisinde sürünüyor. Yanımıza geldiği zaman bir tur da biz aşağıladık onu.

Daha sonra Albay Breg taze yalanmış ayağında kanayan mantarlara bakarak “durumumuz kötü baylar,” diyor ve botlarını giyiyor. Ayaklarındaki rengarenk mantarlar en sağlam mideyi bile uzaya sıçratır fakat Deeb onları yalamaya bayılıyor.

Sonra üstünde bir kafatasının sırıttığı simsiyah kasketini kafasına geçirip yanımıza geliyor Albay. Deeb’i tekmeleyip yerden kalkmasını emrediyor. Hepimiz Albay’ın emrine amadeyiz. Bir köpek gibi bağırmaya başlıyor ve işaret parmağı aralı kalan kapının ardında sırıtan gece ayazına dikilmiş. “İLERİ! İLERİ! İLERİ! SONSUZ GECEYİ FETHEDİN!”

Gramofonları paramparça eden berbat bir şarkının sözlerini tekrar ediyor aslında. Zavallı Breg. Eski günleri özlüyor belki o da? Kara Terör döneminden önce, yağmurlu mevsimlerin dört yaz kadar uzun sürdüğü, ıslak, umutsuz ve gri şehirlerin çocuklarındandı. Tıpkı bizim gibi. Siyah ceketler giyerdik, boyunlarımızda adi atkılar asılı, bir duraktan öbürüne, bir felaketten bir felakete, hezeyanlardan ibaret çirkin bir yolda savrulurken mırıldanırlardık bu şarkıyı.

O çocuklar büyüyememişti bir türlü. Kimi ölmüştü, kimi düşmüş, kimi de dökülüp bizlere dönüşmüş. Çok berbat bir pislik çukurundayız biz artık. Damarlarımızda kan, benzin ve intihar arzusunun karışımından ibaret yakıcı, yağlı ve çıldırtıcı bir karışım akıyor.

Dışarı sıçrıyoruz Breg’in emriyle. Fakat kafamda eski günler var. Umutsuz, gri ve melankolik günler. Bazen insan öyle düşer ki, eskiden sahip olduğu umutsuzluğu bile özler. O yıllarda umutsuzluk bile güzeldi çünkü. Zaten nostalji olan her şey güzeldir. Sisli, hafif yağmurlu, yalnız ve yorgun bir sabaha uyanmak istiyorum. Bu istek çıldırtıcı bir esrime gibi isyana dönüşüyor içimde. İşsiz, parasız ve kadınsızım bir anda. Bir kadının hayaliye kıvranıyorum ama. O kadın yok, bembeyaz dolgun bacaklarıyla belki karanlığa karışmış? Belki heliotiplere gömülmüş, belki film makinesinin ucunda ışıyarak yanıp yok olmuş, belki bir yıldıza gitmiş, orada açmış çiçek gibi ve güzelliğini dağıtmış evrenin soğuk köşelerine? Belki yıldızlardan gelmişti zaten dünyamıza ve bir tek ben görüyordum taşıdığı o yabancı ışıltıyı. Şimdi kadının belli belirsiz hayali bile yok aklımda, şimdi sadece kan var, çamur var, iltihap, hastalık ve acı var.

Ucunda tuvalet pompasıyla ayarlanmış bir atış mekanizması bulunan derme çatma tankımızın etrafında toplanıyoruz. Beş kişiyiz. Teknisyen Ogo tankın içine girip bu koca ve paslı oğlanın yüreğini ateşliyor, sonra hepimiz pozisyonlarımıza geçiyoruz. Deeb en altta, onun için ayrılmış açıklıktan etrafı dikizleyip gördüklerini söylüyor, Teknisyen Ogo kaslı kollarıyla tanka manevra verip ani bir karşılaşmada bombaları düzeneğe yerleştirmek için hazırda bekliyor, Albay Breg yırtık pırtık bir haritayı karanlık bakışlarla inceliyor ve Sakuro, ona yakışır bir nonoşluktaki makineli tüfeği okşayıp, erkekliğinin uzantısı oymuşçasına tuhaf bir zevk anı yaşıyor…

Ben ise pompalı düzeneği ateşlemekten sorumluyum. Albay Breg, tankımızı engebeli arazilere sürüyor. Göz alabildiğine her şey paslı bir karanlığın kızıl yankısızlığına gömülmüş. Kül kokuyor ortalık, kan bile bu kül kokusunun içinde keskinliğini yitirip, bambaşka, ezikçe bir şeyin tezahürü gibi sönüyor. Kül oluyor her şey, umutlar, inançlar, yaşama arzusu ve öteki arzular. Burası külle sıvanmış bir dünya, savaş denen makinenin ezip geçtiği ve geride yaşamın inlediği bir karanlığa bulanmış bataklıklar var ancak.

Tepelerin üzeri sanki dikenli tellermiş gibi görünen çıplak ağaçların karaltılarıyla donanmış, arasıra duvarlarından biri göçmüş, tavansız ve zavallı harabeler gördüğünü söylüyor Deeb.

Döküntüden ibaret bu bölge bir zamanlar Koalisyon ordusunun işgali altındaydı. Şimdi işgal sona ermiş, Asiler burayı kurtarmış ve elli kilometre kadar doğuda Körfez’in sonundan başlayıp cephe hattını kazmışlardı. Aylardır orada insanüstü bir savaş sürüyordu ışığı pazarlayan alçak Konsey’e karşı ve umut, Terör Adası’ndaki kazanlar tüttükçe boğuluyordu yavaş yavaş.

Bu harabelerde belki yaşayan biri buluruz umuduyla geziyoruz. Belki Konsey’in paralı askerleri hattın gerisine sızmıştır? O kurtadamlar nasıl da alçak oluyorlar kanlı banknotlar sayıldığında avuçlarına.

Düzgün planlanmış geniş caddelerin, huzurlu, sessiz ve serin parkların, bulvarların, müzelerin, opera binalarının ve bir zamanlar hayat dolu pek çok harabenin süslediği kızılkaranlık bir döküntüden geçiyoruz. Arasıra küllü ışığın içinden yükselen yarısı havaya uçurulmuş, bir yarısı kopup dökülmüş, kararmış, ise bulanmış onlarca bina buruyor insanın midesini. Hiçlik, terkedilmişlik ve yıkımın o kelimelerle tasvir edilemeyecek hoyratlığı, zamana sinip bir sis deryası gibi akması, dalgalanması ve algılanabilecek tüm anlarda küflenen abideler yaratması ne kadar canlı, adeta insandan ve hayattan bağımsız bir hilkatın resmi gibi.

Tepelere doğru giderken bombalanmış bir havaalanı görünceye değin sürüyor yolculuğumuz. Dikenli tellerle çevrili saha yıkık dökük. Hangarlar ya havaya uçmuş, ya yıkılmış, ya göçmüş, pistler hep harap halde, toprağın küllü izlerine karışmışlar yer yer.

Breg tankın içine hastalık ve mikrop dolu bir karışım püskürterek hapşuruyor. Soluduğum havanın her bir zerresi pislik dolu ve bu ufunet atmosferine karışan yepyeni bir rüzgar, ciğerlerimi derinden sarsıyor.

İçimden küfrediyorum ona. Tankı dikenli tellerin üstüne sürüp, havaalanına girmemizi emrediyor. Deeb dikenli tellere yaklaştığımız her saniyeyi bir köpeğin nefesini andıran ıslıklı bir sesle anlatıyor. Daha sonra tank pas dolu bir dünyayı yerinden koparıp aşağı seriyor, dikenli telleri havada tutan direkler küflü topraktan çıkıp savruluyor ve havaalanına giriyoruz. Motorun nasıl da homurdadığını, yeryüzünün nasıl da silkelendiğini söylememe gerek yok.

Hangarların oraya doğru gidiyoruz doğruca. Gururlu, özgür ve umutlu insanların direnişine dair hayaletler uçuşuyor şimdi bu küllü karanlıkta. Bir lahza, Deeb heyecanlı ve boğuk bir sesle, tek parça halinde kalan bir uçak gördüğünü söylüyor.

***

Uçağı bulduğumuz hangar Konsey bombardımanından şans eseri kurtulmuştu. Hâlâ bir şeyler soluk alıp veriyordu, beton zemin hâlâ canlı bir şeylerin tılsımıyla soğuktu. Uçak bu ölüm ile yaşam arasındaki dik kontrastın içinde sanki yitip gitmiş, küllü rüzgara karışıp savrulmuş bir çağın hatırası gibi çalışmaya hazır bekliyordu. Burnundaki pervane, mekanizmin pilotlara haz karizmasıyla kucaklaşmış, tuhaf bir estetik oluşturmuştu. Bu şeyin havayı biçip, beşeriyeti gökyüzüne taşıdığını, orada akla sığmayacak kadar güçlü bir hava akımının içinden geçip bambaşka arafların kapısını araladığını düşünmek ürpertiyordu tüylerimi.

Bir lahza Deeb karanlıkta bir şey farkettiğini söyledi. Hepimiz onun işaret ettiği yöne baktık. Çürük ve hüzünlü bir şeydi bu… uçağın pilotuydu! Sırtını hangarın metal duvarına yaslamış, yere öylece çökmüş, kan, benzin ve intiharla yıkanan gencecik bir çocuktu! Bizden daha genç belki! Yarrabi! O eriyik surata bakınca ağlamak istedim. Gözlerinin bomboş çukurları, yanmış yanaklarına doğru genişleyen ağzının iskelet hatları, boğazından yükselip çenesine tırmanan kırmızı izler ve o ölü surata yapışmış acı ifadesi öylesine buruktu ki, içim dışıma çıktı.

Hepimiz bu zavallı çocuğun gururlu intiharından arta kalanların karşısında susmuştuk. Çünkü böylesi şerefli, acı ve hüzünlü bir sonun karşısında kelimelerin ne kıymeti vardı?

Bir tek dışarıdaki külle karışıp acı içinde ağlayan dünyada savrulan rüzgarın iniltilerini duyulabiliyordu. Susmuştuk. Kalbimin içinde ağlayan aşağılık benliğim bile hıçkıra hıçkıra dizginliyordu kendini. Biz başıbozuklar bu genç, belki çocuk yaştaki pilotun gururlu hatırası önünde istemsizce saygı duruşunda bekliyorduk.

Bir lahza, hangarın girişindeki açıklıktan içeri vuran ölü ışıkta bambaşka detaylar farkettik. Gurur ve acının karıştığı tabloyu bambaşka bir kasvetle doldurmuştu. O çocuk bir özel operasyon görevlisiydi. Çoğu insan, hatta ön cephede savaşan askerler bile bunun ne anlama geldiğini bilemezdi… biz biliyorduk oysaki, özel operasyon görevlileri son uçuşunu yapan ve uçağıyla birlikte düşman hedefine büyük bir nefret, yaşama karşı duyulan büyük bir tiksinti ve sadece geride bıraktıklarının hatırasına duydukları sevgiyle saldıran Asi çocuklarıydı.

Gözlerim doluyordu. Hangarın içinde ağırlaşan kasvetli gölgeler dağılıp buğulandı, anlamlarını yitirdiler. Derisi gerilip çökmüş, kararmış elinde bir tabanca vardı kamikazenin. Öbür elinde ise bir mektup. Kafasını bir pilot kepi koruyordu. İçim çocuğa baktığım her saniyede paramparça oluyordu. Çökmüş omuzları ve suratını yıkayan benzinli intiharın hiddeti içinde saklanan körpelik, bana kardeşimi hatırlattı. İçim sızım sızlıyordu. Ölecek bile olsa, üşümek istemiyordu. Yüksek irtifaya ulaştığı sırada daha iyi görüş sağlamak için açık bıraktığı gölgeliklerden sızan soğuk hava onu sağır bile bırakabilirdi. Bu yüzden takarlardı kepleri. Bir de bandana sarmıştı alnına. Hepsi böyle yapardı. Asiler’in umutlarını süsleyen kan kırmızısı bir güneş ve ışınları sembolize ediliyordu bandanadaki figür. Ama en acısı, bir intihar şiiri karaladığı o sararmış kağıttı işte. Kalbim o kağıdı açıp okumak, bu zamansız ve karanlık hüznün her bir zerresi altında ezilmek istiyordu.

Hayatı alaya alan, aşağılık ve tiksinç ruhlarımızın bataklığı kurumuştu bir anda. Her şey saygı ve suskunlukla dolu bir karanlığın esiriydi şimdi. Çok büyük bir dikkatle çocuğun kupkuru kalmış elinden çekip aldım kağıdı. Titreyerek, iltihaplı boğazımdan çıkan acı dolu boğuk bir sesle son kez yazdığı şeyleri okudum.

Bir ateş yağmuru yağıyor

gökyüzünü göremiyorum

Dünya sağır

Düşüncelerim yankısız

Ömrüm tam önümde

Adımlarım sessiz

okyanusu

ve kiraz çiçeklerini göremeyeceğim asla

ya denize, ya toprağa

ya da hiçliğe düşen bedenim

güneşin yeniden doğduğu yerde

bir kiraz çiçeği olacak çünkü

anneciğim babacığım

ben öldüğüm zaman,

baharın geldiğini anlayacaksınız.”

***

Uçağı tanka bağlamamızı emretti Albay. Kamikazenin bedenini o uçağın içine yerleştirdik. Mezarsız bir ölü olmasına hiçbirimiz razı değildik. Ölü bedenini onurlandıracaktık hiç olmazsa. Hazırlıkları tamamlayıp harabelerden geçerek sahile döndük geri. Artık gece tükeniyordu. Güneş çirkin bir maviliğin içinden yükselmeye başlamıştı. Ağarıyordu hava sızlayarak. Küllü ve ıslak bir rüzgar esiyordu. Terör Adası’nın uzakta kıvılcım gibi parladığı denizi seyreden bir tepeye çıktık. Hâlâ kardelenlerin açtığı nemli bir toprağa gömdük çocuğu. Uçağı o tepede, gururlu bir gölge gibiydi. Bir anıt olarak kalacaktı sessizce. Her şey bittiğinde, ya Konsey biz Asileri ezip geçince ya da zaferimiz tüm bu acılı yıkıntıların üzerinden yükselip de parlayınca güneşle birlikte, insanlar burada onurlu bir gencin yattığını biliyor olacaktı.

Biz mi?

Biz, bu acı dolu çağın sessiz ve hırıltılı solukları olmayı kabul etmiştik. Bu karanlığın içinde yankı yapmazdı hiçbir şeyimiz. İsimlerimiz bir taşa, ağaca ya da tek bir sayfaya bile yazılmayacaktı… asalak hayatlarımız, savaşa tutunup çürüyen topraktan beslenerek kararacak, sonra dökülecekti birer birer bittiğinde savaş.

Neyin savaşını veriyorduk? Güneşi karartıp, onu pazarlayanlara karşı mı dövüşüyorduk? Güneş için mi, ışık için mi, umut için mi dövüşüyorduk? Ne için kaybediyorduk? Güneşi karartan bir güce karşı, neden savaşır insan? Işık için kira ödemeyi reddediyoruz diye mi? Bu savaş, bu ışık, bu güneş, açılan tüm gündüzler ve kapanan gecelerin hiçbiri bizim için değildi ki… çünkü biz yağmurlu mevsimlerin dört yaz kadar uzun sürdüğü sessiz ve melankolik şehirlerin kayıp çocuklarıydık.

Kan, Benzin ve İntihar” için 4 Yorum Var

  1. Çok başarılı. Başlığından tankın atmosferine, pervaneli uçağa kadar dieselpunk’ın bütün öğelerini başarıyla temsil ettiği gibi bundan fazlası da… Tasvirler de çok başarılı. İlk başta biraz çeviri diline yakın gibi gelse de daha sonra hiçbir yere ait olmayan kendi dünyasına çağırıyor okuyucuyu. Şu ana kadar kimsenin değinmemesi şaşırtıcı, seçkide okuduğum en iyi hikaye olabilir şu ana kadar (alfabetik olarak okuyorum). Tekrar tebrik ederim.

  2. Yorumunuz için teşekkür ederim, dieselpunk atmosferini hissedebilmiş olmanız beni sevindirdi. Bir sonraki seçkide görüşmek ümidiyle

  3. Merhabalar.
    Yukarıdaki yoruma katılıyorum tamamen.
    Öykü, atmosfer, kullandığınız dil, her şey çok başarılıydı.
    Seçkinin en güzellerindendi kesinlikle.
    Öykü kamikazeye bağlanmasa da başlı başına ayrı bir olay olsa daha iyi olurmuş sanki; bilemiyorum. Atmosfer, görsellik ve karakterin başlardaki umursamaz tavrı o kadar güzeldi ki baş karakterin bir uçağın enkazından çıkan ölü bir gence bu kadar içerlemesi metni bir anda duygusal bir çerçeveye çekmiş. Sanırım kardeşini hatırlamasından dolayıdır ama ben sendeledim.
    Bu dediğim kişisel görüşüm ve öykünün başarısını zedelemiyor kesinlikle.
    Ellerinize sağlık. Gelecek seçkilerde de görüşebilme ümidiyle.

    1. Öncelikle zaman ayırıp yorum yaptığınız ve okuduğunuz için teşekkür ederim. Yazdıklarım genelde hep kendime kalmıştır, bu tarz seçkilerde insanların okuyup takdir etmesi beni mutlu ediyor haliyle. Yazarken özellikle üslup konusunda hassasımdır, kullandığım dilin boğucu olmadığını görmek rahatlatıyor. Bir sonraki seçkilere katılacağım elbette, sizlerle orada da buluşmak üzere.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *