Öykü

Kanatlar Arası

Uzun boylu silahtarın tenceresi bir haftadır etsiz kaynıyordu. Silahşör beğ ise, memnuniyetsiz ve çaresizdi. Ne beğin eli, ne de silahşorun ataklığı, tencereye birkaç dirhem et koyabiliyordu. Tavşanlar, onlar yolu eskitirken oyuklarına tıkışıyor; dişi geyikler daha bir ürkekleşip yolcuların kokularından kaçıyor; çeşit çeşit kuşlar göğü delerek uçuşuyordu. Neticede ne ok işliyordu bu talihe, ne kargı, ne kılıç, ne bıçak: Yolcular yılmaya başlamıştı.

“Ot yemek, insanı güçten düşürüyor.” dedi silahşor, kaynayan tencereye dalgın gözlerini dikerek. Çöken akşamın kanatları dibine sığınmışlar, bir ulu çınar altında mola veriyorlardı.

“Çocukluğumda eti yılda bir kez yiyebilirdim beğim, o da ancak bayramlarda. Tekkenin aşevinde bile etli yemek çıkmaz bizim boz ovada. Ama şu hal, bana bile zor geliyor. İnsan bir kere alışmayagörsün… Ne de çabuk unutkanlaşıp, gevşiyor.”

“Sen hala bir çocuksun. Üstelik ne demeye getiriyorsun? Ben gevşemiş, rahat meftunu bir düşkün müyüm?”

“Demem o değil beğim. Benimki… Biraz… Boşboğazlık.”

Orta yaşlı, orta boylu, seyrek saçlı, sakalsız silahşor, derin bir iç geçirerek, verdiği nefesle zincirden örme, deri giydirilme zırhı içinde küçülerek silahtarına gülümsedi: “Boşboğazlık değil, doğruyu söylüyorsun. Alışkanlık dediğin gariptir. Sezdirmeden sarar insanı. Alıştığından biraz yoksun kaldı mı kişi, hemen sızlanmalar başlar. Yaradılıştan zayıfız. Bundan başkası değildi dediğin.”

Saçlarını kütleştirmiş, efendisi gibi sakalını kazımış silahtar, önünde kaynayan turp ve biberlere bir miktar tuz attı. Aralarına bir sessizlik düştü. Yuvarlandı, onlarla beraber sofraya kuruldu. Karınları doyduktan sonra silahtar, yola devam edip etmeyeceklerini sordu efendisine. Silahşor, bugünlük yürüdüğümüz yeter, dedi ve kamplarını kurdular. Geceyi rüzgarlardan emin koruda geçireceklerdi. Efendi tütün içti, ardından uşakla taş oyunu oynadılar, sohbete daldılar.

Sohbetlerinin ortasında, bir baykuş derin bir ötüş tutturdu. Silahşor kafasını kaldırınca, iri bir erkek baykuşu, tam da dibinde oturdukları çınarın koca dalına tünemiş gördü. Epey süre geçmesine rağmen hayvan yerini terk etmiyordu. Arada bir ötüş tutturuyor, koca gözlerini savaşçıya dikiyordu. Artık yolcuların üzerine ağırlık çökmeye başlamışken, silahşor doğruldu, hayvanı gözüyle inceledi. Gagasında kan var, dedi.

“Belki de başka bir kuşla boğuştu da oldu beğim.”

“Hayır, olamaz. Göğüs tüylerinin arasında bir miktar et parçası var. Tüylü kuş derisi de değil bu. Avlanmış, karnını doyurmuş. Yırtıcı hayvanın şansa ihtiyacı olmuyor pek.”

“Acaba takip etsek, bir av bulduğunda, kuşun yerine av hayvanına biz saldırsak, hırsızlık etmiş olur muyuz beğim?”

Silahşor bir miktar düşündü, güldü: “Hayır, buna hırsızlık denemez. İnsanız, bu hayvandan daha aşağı da olsak, biz de yırtıcıyız. Hem, kasabaya da şunun şurasında ne kadar yolumuz kaldı, acelemiz mi var? Bize de uğraş olur bu dediğin. O zaman sen mızrak tutacaksın, ben ok atacağım. Koru çok büyük değil, zannederim baykuş burada avlanıyor. Bekleyelim, hangi avın izine düşerse takip edip, ondan önce davranalım.”

Seyrek ama derin gölgeli koruda, ay ışığından mahrum kalan yolcular, ellerine silahlarını aldılar. Kamplarını toparlamadılar. Sadece koruda dolaşıp, mideye en azından ufak birer tavşan indireceklerinden emindiler. Atlarını yılan ısırığına kurban verdiklerinden beri yayan süren yolculukları, ilk kez neşelenecek gibiydi. Hem, kim dert edecekti kasabada, çoktan hükmü verilmiş davanın akıbetini? Yargıç bir gün, birkaç saat geç gelse, kim umursardı? Böyle düşünen beğ, çocuk gibi heyecanlandı. Silah kullanmaya yer arayan silahtar cebelüsü, dünden razı olduğu bu antrenman için şendi.

Çok geçmeden baykuş kıpırdandı, kanatlarını gerdi. Ayaklarını ağaçtan kopardı ve bir salınımla kendini öne fırlattı. Koş, dedi cebelüsüne silahşor.

Kuş doğrudan korunun derinliklerine uçuyordu. Zaman zaman ağaç tepelerinde duraksıyor, etrafını gözlüyordu. Bu kısa aralıklarda kuşla aralarındaki mesafeyi kapatan avcılar, bir gözlerini kuştan ayırmadan nefesleniyor ve av hayvanı bulma umuduyla etraflarını araştırıyorlardı. Ardından kuş tekrar havalanıyor, gittikçe sıklaşan ağaçlar arasında salınarak, acelesiz uçuyordu.

Korunun ağaçları gibi, kasveti de sıklaşıyordu. Dalların yaptığı örgüler, zaten aysızlıktan kararan gecenin mahremini daha da büyütüyordu. Üstelik iri kayalıklar da belirmeye başlamıştı. Öyle ki ağaç kovukları, kaya koyakları büyüyor; büyüdükçe sanki insanın nefesini emiyordu. Fakat avcılar bu durumun farkında olmadan, sadece midelerini düşünerek, boşverdikleri ödevlerinden de azade, kuşun peşinde koşuyorlardı. Küçük bir koru deyip geçtikleri ormanın içinde tükettikleri saatlerin farkında değillerdi. Kalpleri kütür kütür kaynayarak, bu çocukça uğraş ile çılgın gibi atılıyorlardı.

Kuş sonunda, sık ağaçların duvar gibi örüldüğü bir cenahı kapıcasına açan, aralık veren ağaçlar arasında, belli belirsiz bir kıpırtıya ok gibi daldı. Savaşçı hemen gerdiği yayını boşalttı, cebelü ise mızrağını önde tutarak, kanatsız han kapısına benzeyen açıklığa daldı. Silahşor da duraksamadan onu izledi.

Fakat burası, kapkaranlık bir kuyu olsa gerekti. Silahşorun göz önü karardı. Önce bunu yorgunluğuna, terleyip su kaybedişine verdi ve dizleri üzerine yere çöktü. Silahtarının varlığını hissedip, kurumuş boğazını acıtarak su istedi. Silahtarı derin, hızlı nefesler arasında hırıldadı. Silahşor sinirlenerek, dizlerine dayadığı ellerinden güç alarak doğruldu. Elleri, kolları ağırlaşmıştı. Yoğunlaşan hava, kemiklerinde basınç yaratıyordu. Bunaltıyla kendini geriye, demin geçtiği ağaçların arasına attı ama ağaçların yerinde yeller esiyordu. Her şey birbirinden uzaklaşır gibiydi. Biraz fer kazanan gözlerini göğe diktiğinde, dalların demirli taç gibi halkaladığı ve hapsettiği yıldızlı, puslanan göğü yakaladı. Silahtarına baktığında onu, gözleri dehşetle ileriye bakarken, elleri mızrağını aranırken buldu. Cebelünün baktığı noktada, gayet uzun boylu, upuzun saçlı, iri bir adam gördü: Bembeyaz saçları ışık haleleri donanmıştı, kaftanı rüzgarsız havada kımıl kımıldı, kemikli elleri görkemli, çift ağızlı bir savaş baltası tutuyordu. Bir gözü saçlarla kapalıydı, kanlı ve yeşil olan diğer gözüyle silahtarı süzüyordu ki, dikkatini silahşor çekti. Yönünü silahşora döndü, silahşor, adamın omuzundaki baykuşu o zaman fark etti. Deminden beri kovaladıkları musibetti kuş.

“Kapoz…” dedi savaşçı: “Sen, canavar, Orfoz musun?”

“Üçlerin soyundan geliyorsam, bu lafının üzerine, sana kan davası gütmem gerekir.” dedi korkunç yabancı, baltayı silahşora çevirdi: “Yolundan neden avaresin, yargıç?”

Görüntüsü kadar ürkütücü bir sesi olmayan yabancıya, acınası bir eziklik içinde bakan silahşor: “Yargıçlığımı nereden biliyorsun?” dedi. Sesi korkusunu ele verdi.

“Baykuşum söyledi. O her şeyden haberdardır bu koruda. Uçan, yürüyen, yüzen şeyleri tanır, şeylerin ardındakileri öğrenir, gelir ve bana anlatır. Baykuş, bilenlerin bilge dostu değil midir? Ama ah, doğru, sen onu sadece bir gece avcısı sanıyorsun. Tavrın, hiç de yakışıyor mu bir yargıca?”

Silahşor, uşağının mızrağı bulmuş olduğunu, yavaşça yerden kaldırdığını gördü. Solundaki uşağına elini kaldırıp, mızrağı istediğini belirtti. Uşak bir duraklamanın ardından, olanca gücüyle mızrağı efendisinin ellerine fırlattı ama mızrak, suyun içinde ilerleyip de suyu yaramamışçasına, ağır ağır yere düştü. Havanın yoğunluğu içinde, mızrağa hamle etme fırsatını kaçıran silahşor, kendini silahın üzerine bıraktı. Yere düşen elleri silahı kavrasa da, olan biteni gören yabancının baltası, mızrağın üzerine yapışıp, yerden kalkmasını engelledi. Şimdi savaşçı ile yabancı daha yakınlaşmışlardı. Nesin, dedi silahşor.

“Baykuşun dostuyum.” dedi yabancı: “Bu koruda yaşarım. Bu koru benimdir. İçinden geçenler de, korumu terk edene kadar, benimdir tabii. Yani, sen de, cebelün de, ey yargıç, bana aitsiniz. O yüzden, kımıldanmak yahut kaçmaya hamle etmek yok. Bir süre konuşacağız. Daha iyisi, yargılayacağım seni yargıç. Bir mesele hakkında hesap vereceksin.”

“Neden? Ne için hesap alacaksın benden ey ulu?”

“Diz üstünde yargılanmak, bir yargıca yakışmıyor. Öncelikle ayağa kalkmalısın.”

Bunu söyleyen yabancı, baltanın yenini mızrağın ucuna taktı, geriye doğru adım atarken mızrağı da sürükledi. Gerileyişi durduğunda mızrağı yerden kaldırıp, toprağa sapladı. Baykuş gamsızca öttü.

Savaşçı ayağa kalktı. Cebelü emekler duruşta, korkuyla bekliyordu. Otur, dedi cebelüye yabancı ve uşak hemen itaat etti, yere bir bağdaş kurdu. Ne yaptığını bilmez bir halde, kaymış gözlerle bakıyordu. Sonra hemencecik başı öne düştü, derin bir uyku tutturdu.

“İşimiz bitince, eğer aklanmış olursan, uşağının burada olanlar ile ilgili anlattıklarına rüya dersin.”

“İşimiz… İşimiz ne?”

“İşimiz, sadakatsizliğin. Seni bekleyen bir kan davası var ve sen boğazından geçecek birkaç lokmacık etin derdindesin. Yakışıyor mu bu sana? Adalet terazisini tutan, bu yaptığın zayıflığı görse, neler düşünür?”

Silahşor cüretkarlaştı: “Sen neden benim ve şu davanın derdine düştün ey ulu?”

Yabancı güldü: “İşte tam insanca bir hareket. Suçunu bastırmaya yeltenmek, kaçamak oyunlar etmek… Zavallılığınız beni ilgilendirmez ilgilendirmesine, yalnız sen sıradan değilsin ki gözümden kaçasın. Bu korudan geçen günahkarların hepsi benim şu divanıma gelse, burada bana bile yer kalmaz. İnsanoğlu derim, çoğunu almam buraya. Fakat sen özelsin.”

“Neyim özel benim?”

“Sen bir yargıçsın. Sorumsuzluk sana yakışmaz. Dudaklarının arasında canlar geveleyen sensin. Sade sen mi? Diğer tüm yargıçlar böyledir. Senin gibi gezici olsun, sabit bir salonda ömür geçirir olsun, yargıçlar sorumluluğu büyük yaratıklar. Biz bile hesap verirken, insan tabii ki verecek. Ama hüküm verenler böyle davranırsa, verilen hükümlerin salahiyetine kim güvenebilir ki?”

Yargıç afallamıştı: “İşimi savsaklamadım ben ey ulu. Sadece canım, biraz et çekti. Biraz, fazlalık.”

“Fazlalık, doğru. Elindekiyle yetinmedin, sebzeden hemen bıktın, damağın tatmin olmadı ve yeni tatlar aradı. Damağın aklına dizginlerini taktı ve yolundan alıkoydu seni. Şimdi damağına yenilen, ileride nelere yenilmez? Birazcık refah için, kan dökülen bir davanın adaletini geciktirene, hüküm mührü ve hüküm kılıcı teslim edilir mi? Bak, kılıcın da yanında değil. Konak yaptığın yerde bıraktın onu… Ne pahasına? Bir uğru gelse de, kapıp kaçsa kılıcını, bu senin için utanç olmaz mıydı? Velhasılı, yargıç, sen haddinin sınırlarıyla alay ediyorsun. Haddi olmayanın esnekliğine dolananlardan hiçbir erdem sahibi hoşlanmaz. Haşa, erdemimi koymuyorum ortaya, ben sadece payıma düşeni yapıyorum. Ufak, ama hayati bir meselenin hükmünü veriyorum: Suçlusun yargıç, ve bedel ödemen gerek.”

“Sen… Sen bir…”

“Ne kutbum ne de iyeyim, şükür ki değilim. İradesi cüz’i bir yaratığım sadece.”

“O zaman sen, üçlerin soyundansın. Bırakın yoluma gideyim, efendim, verdiğiniz bu dersi şerefim olarak ömrüm boyunca kalbimde taşıyayım.” Savaşçı yere diz çöktü: “Lütfen… Heybetinizden soyunuzu tanımalıydım. Lütfen beni serbest bırakın.”

“Yanılıyorsun. Damarlarımda asil kulların kanı dolaşmaz. Ben, bu korunun sahibiyim, bu baykuşun dostuyum. Üzerime vazife olmayanı, üzerime vazife alıyor ve yapıyorum, o kadar.”

“Bağışlayın beni, ey efendi, şu genç ve günahsız emir kulunun hatırına, cebelüm için bağışlayın beni. Yola koyulalım, bırakın, temsil ettiğiniz adaletin tecellisi için çalışalım.”

“İnsanlar arasında adalet yok. Güç ve çıkar kimden yanaysa, kim zenginse, sizin adalet dediğiniz ondan yana oluyor. Her şeyiniz şansa bağlı. Zengin yahut uzak görüşlü ailelerin çocukları, şans yanında olunca ve diğerlerinden daha iyi koşullarda doğup büyüyünce, en yeteneklilerinizin, en çalışkanlarınızın önüne geçmiyor mu? Kişinin kendine saygısını bin kez kırıp, diğerleriyle anlaşmazlık yaşayınca sus payı vererek adalet dağıttığınızı mı sanıyorsunuz, imparatorluk çocukları? Yo, hayır, benim dünyamda böyle kandırmacalara yer yok. Yo, hayır, senden böyle bir adalet beklediğim de yok. Baykuş bana anlattı. Uşağınla sohbetleriniz aranızda, şu meş’um kan davasının da lafı geçmiş. Anlattı, dinledim. Ayrıca, dostum baykuş, olayın geçtiği kasabaya da gitti. Baykuş dedi ki, ortada iftira kokusu var. Baykuş dedi ki, hapse tıkılan adam gerçekten katil, ama zengin babası daha fazla konuşacak olursa, elini kolunu loncalardan tanıdıklarına daha fazla uzatacak olursa, bir garibana suçu yıkıp katili delikten çıkaracaklar. Adalet tecelli etmeli.”

“Ama, efendim, biz sizinle farklı düzlemlerdeyiz. Sizin adalet anlayışınız, bizim dünyamızda infial yaratır. Bir kişiyi kurtaralım derken, belki de tahrik ettiğimiz o zengin baba, pek çok cinayetle elini kirletir, pek çok can gider. Baykuşunuz bunları da söylemiştir zannederim.”

Görkemli yabancı, savaşçıya bir adım attı. Gözleri acır gibi bakıyor, hüzün ve umudu harman ediyordu. Baltasını yere attı. Sağ elini sağ omzuna, baykuşun ayaklarına kaldırdı. Baykuş itaatkar bir şekilde yabancının eline tünedi. Yabancı, elini havaya kaldırdı.

“Şimdi, daha önce görmediklerini göreceksin. Bu dünyanın üzerinde yüzdüğü boşluğu, o boşluğun menzilini, uçsuz bucaksızlık içindeki lambaları göreceksin. Baykuş sana gezdirecek. Baykuşun sözünü dinle, gözlerini de asla yumma. Çünkü, seni zavallı, söz dinlemezsen ve gözünü şokla doldurursan çıldırırsın. Çıldırmamalı, hüküm boşluğunu görmelisin. Kaldır kafanı ve gökte baykuşu takip et.”

Silahşor, yabancının elinden havalanan baykuşa bakışını kilitledi: Zaten artık vücudunun erki kendisinden büyük oranda çıkmıştı. Kuş, bulundukları açıklığın tepesinde, ağaçların halkaladığı gök boşluğuna daldı. Boşluk bir anda, ışık bulutu halinde büyüdü, derinleşti. Silahşorun bu boşluğa dalan gözleri, gittikçe genişleyen bulutsu aydınlıkla esrikleşti. Bulut büyüyor, bir yıldız ırmağı oluyordu. Silahşor orada öyle güneşler, öyle küreler gördü ki beyni kafatasında titredi. İmparatorluğu, kıtaları, dünyayı, nihayet gök ve yer katlarını; ardından sonsuz boşluğu ve soğan gibi kat kat alemi pür azamet karşısında buldu. Dehşete kapıldı, ellerini toprağa geçirdi. Baykuş şiddetle uçuyor, tüm bilgelerin sözünü tüylerine yapıştırıyordu. Sonunda zaman da kat kat yarıldı, her şey yaşlandı, baykuşun tek tüyü dökülmedi. Uzun bir ırmak savaşçının vücudunu dolanıyor, onu kendiyle dolduruyordu. Silahşor buna daha fazla dayanamadı, sarhoş bilinci, vücudu hariç her şeyden koptu. Yere yıkıldı, ama kendinden henüz geçmemişti.

Yavaş yavaş ayıldı, doğruldu. Dehşeti hala atlatamamıştı ancak, aklı, yavaş yavaş kendi yolunu buluyordu. Kaskatı kalmış bedenini zorladı, girdiği açıklıktan dışarı süründü. Doğacak güneşin aydınlığı, ağaçların ötesini sararken derin bir uykuya daldı.

Uyandığında her şeyi hatırlıyordu, beyni patlarcasına ağrıyordu. Uşak da uyandığında, efendisine, buraya nasıl geldiklerini sordu. Pek çok korkunç görüntünün gözünden geçtiğinden bahsetti. Silahşor yabancının dediği gibi, bunların birer rüya olabileceğini söyledi. Yorgunlukla kendilerinden geçip, buraya yıkılmış olacaklardı. Daha fazla konuşmadan, kamp yaptıkları alana döndüler.

Sessizlik onları takip etti. Savaşçı kılıcını iyice bileyledi. Aklında sadece, baykuşun ve yabancının ona öğrettikleri adalet ilmi vardı. Bu dünyadan doğan, bu dünyanın ötesine uzanan o ilim ile, ne insanların dünyasının, ne de yabancının dünyasının adaletini uygulayacaktı. Gökten kendine inen hüküm, ikisinin uzlaşısıydı. Ömrünün tükenmekte olduğunu hissederek, uşağına gecikmek istemediğini söyledi, kendinde kalan kuvveti zorlayarak, kendisini bekleyen kasabaya doğru, gün ortasında yola koyuldu.

***

Bu olayı, ben bizzat yargıcın cebelüsünden duydum. Yargıç, işin devamında kasabaya gelir, hükmü verir, infazı yapar. Hükümden memnun olan da vardır, hükmü zalim bulan da. Neticede bu dava, ömrünün kendisi için en sorunlu, en acıklı olayı olur. Olayın ardından dirliğinde dinlenmeye çekilir. Birkaç davaya daha bakar ve yargıçlıktan azlini ister. Fakat adalet ilminden çok da uzak kalamadan, bir bilici dergahında hem mürit, hem danışman olarak hayatını geçirir. Cebelü, efendisinden uzak kalamaz, bağını hiç koparmaz. Nitekim efendisi de, artık bir dirlik sahibi olan eski cebelüsü kendisini ziyarete geldiğinde, başından geçenleri bir bir anlatır. Ben bu eski cebelüyü, güney seyahatlerimden birinde, bir han meclisinde tanıdım. Aslında talimhanede kılıç dersi vererek gününü geçiren bir adamdı. Muhabbetimiz ilerledi, fakat gezgin olduğumdan bir ay sonrasında kasabayı terk ettim. Yöresine yolum düştükçe görüşüyorduk. Bu meseleyi öğrenmem de, bu ziyaretlerimden birinde oldu. Dostumun rızasıyla bu olayı önemlidir, hikmeti vardır diye hikaye ettim.

Gelelim olayın yorumuna: Ulu yabancının soyu açıktır ama burada zikretmeye gerek görmüyorum. İlim sahipleri bilir, ilim sahibi olmayan tahsil eder. Ulunun silahşora verdiği görev ve uygun gördüğü ceza, her ne kadar adil de orsa, ağırdır. Nitekim silahşora verdiği bu bir kısım ilim parçasıyla, davada adil bir karar verilmiştir. Ama bunun sonuçları da ağır olmuştur. En başta kasaba halkında zümrelerin birbirine düşmanlığı artmıştır. Belki de sonrasında o yörede, pek çok benzer düşmanca cinayet oldu, yuvalar dağıldı. Yolum düşmediğinden, bunu öğrenme fırsatı yakalayamadım. Fakat mümkündür. İkinci olarak da öğrendiği bu ilim silahşora çok ağır gelmiştir. Sağlığı ondan gitmiş, iyi icra ettiği mesleği de elinden gelmez olmuştur. Evet bir yargıca, daha lüks yemek için dava yolculuğuna ara vermek yakışmamıştır. Fakat bunun cezası da yakışıksızca zalim olmuştur. Yargıcın öğrendiği ağır adalet ilmi de insan aleminin haline uygun gelmediğinden, kimseye bilgisini aktaramamıştır. Bu da bir başka zarardır.

Kimse dengeden ve erdemden uzaklaşmamalıdır. Uzaklaşan her alemden bela bulur, vesselem.

Kanatlar Arası” için 10 Yorum Var

  1. Olayı ve verilen mesajı anladım ama hikayedeki altyapıyı tam anlayamadım. Tam anlatamadım ama. Bazı detaylar açıklanmamış ama öykü böylece mistik olmuş bu hoşuma gitti en çok. Ben çok beğendim. Başarınızın devamını dilerim.

    1. Beğenmenize sevindim. Bir hikayenin yazar kadar okurun da emeğine muhtaç olduğunu düşünürüm. Açıklanmamış kimi detaylar bu yüzden örtük kaldı. Sizin de hayal gücünüze sağlık diyor, değerlendirmenize teşekkür ediyorum.

  2. gökhan bey sizi yine hayranlıkla okudum. ödül aldığınız yarışmada ben de vardım, sizi o zamandan beri takip ediyorum yazdığınız dergileri alıyorum maalesef kitaplarınıza hala ulaşamadım. güncel türk edebiyatında böyle fikirsel temelleri olan eserler çok nadir çıkıyor. ama sizin tarzınız da bu. gerçekten çok başarılı olacağınıza, bir gün büyük bir yazar olarak anılacağınıza adım gibi eminim bu hikayeniz de yine beni şaşırtmadı. sitenizdeki duyuruyu görerek buraya geldim. ilk defa bi internet dergisinde yazınıza rastladım. bu öykünüz fantastik olmuş, ama diğer öykülerinizden çok ayrı da değil. umarım sizi farklı platformlarda okumaya devam ederiz saygılarımla

    1. Sinem Hanım, iyi dilekleriniz ve övgünüz için çok teşekkür ederim. Oturtmaya çalıştığım tarzıma dair tespitleriniz çok yerindeydi. Bir sav taşımayan ve sadece anlatı temelli eserleri çok yavan bulurum. Durumu aşmak adına da öykülerimde hep bir dip ses kullanırım. Bunu takdir etmeniz beni ayrıca mutlu etti. Evet ilk kez bir e-dergide yazıyorum. Sadık bir okura daha sahip olmak beni sevindirdi. Yeni öykülerde buluşmak üzere, saygılar sunuyorum.

  3. Öykü çok güzeldi, sıkılmadan okudum. Öykü içinde başka öykülerde barındırıyor sanki, bu bence fantastik bir dünyaya gebe…

    1. Melih Bey, yorumunuza ve öyküyü beğenmenize sevindim. Tespitiniz doğrudur: Tüm anlatılarımı içinde kurguladığım bir evrenim var. Henüz bu evreni tam manasıyla ortaya çıkarmaya hazır değilim. Hala üzerinde çalışıyorum, takdir edersiniz ki çok uzun bir süre de çalışmaya devam edeceğim. Bu öykü de evrenimde geçse de, ilk kez biraz epik bir dil denedim. Ama bu pek de tarzım değilmiş, onu anladım. Yani, evren ve dil kullanımı ile ilgili süren çalışmalarımdan bir kesit oldu öykü. Bunu anlamanız beni sevindirdi. Tekrar teşekkür ediyor, iyi günler diliyorum.

  4. Son zamanlarda nette okuduğum en güzel öykülerden. Benzetmeleriniz çok güzeldi. Anlatınızda da güzel bir mesaj var bunu çok başarılı vermişsiniz. Gizemli yazmışsınız ben de bu öykünün ardında çok şey gizli diye düşünüyorum. Beni meraklandırdınız. Kaleminize sağlık.

    1. Merhaba Elif Hanım. Yukarıda Melih Bey’e de belirttiğim gibi, bu öykünün ardında çok şey saklı olduğuna dair tespit doğrudur. Üzerinde çalıştığım projelerim bir nihayet bulursa, bu gizler de ortaya çıkabilecek. Mesajı anlamanız beni mutlu etti. Artık daha sade benzetmeler kullanıyorum ve gelen değerlendirmelerden bunu yapmakta iyi ettiğimi anlıyorum. İlginiz ve takdirinize teşekkür ederim.

  5. Güzel ve gizemli bir hikayeydi. Yalnız kullandığınız dil çok eğreti duruyor. Gerçi yukarıda dille alakalı birşeyler demişsiniz, ama ben bu eğretiliği hiç hoş bulmadım. Onun dışında gayet derli toplu bir hikaye. Tebrik ederim, ben okurken çok keyif aldım.

    1. Merhaba Ziya Bey. Dil eğreti duruyor, haklısınız, tarzım olmayan bir yol seçtim bu öyküde. Bu bir deneme öyküsüydü ve tek başına bile beni epik dil kullanımından vazgeçirmeye yetti. Bana göre değil, dedirtti. Yaptığım işin fikir bazında fantastik, uygulamada büyülü gerçeklik olmasını arzu ederken de tabii bu epik dil eğreti duracaktı. Bundan sonra kendi tarzıma dönüş yapmayı düşünüyorum. Yapıcı eleştirileriniz için teşekkür ediyorum, öyküyü beğenmenize sevindim.

Gökhan Tiritci için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *