Tnalı’nın sokakları bakmasını bilmeyenler için alışılmış bir cadde gibi görünebilir ama eğitimli gözler kalabalığın arasına gizlenmiş efsunlara aşinadır. Bu efsunlardan birini yana yakıla aramakta olan genç bir kadın ana caddeden sapıp yokuş yukarı tırmanırken serçe parmağına bağlanmış bir paçavranın ona yolu göstermesine izin vermekte. Temmuz sıcağının altında üstündeki siyah şala sıkıca sarınmış görüntüsü insanların ona dönüp bakılmasına sebep oluyor ama kadının umurunda değil. O yalnızca yoluna bakıyor ve parmağının belli belirsiz çekiştirilmesini hissediyor.
Yol uzadıkça kadının alnında beliren ter damlacıkları artıyor ama duracak gibi değil, eğer durursa neler kaybedeceğini biliyor. Gitmesi gereken adresin nerede olduğunu bilmiyor, paçavrayı aldığı mektupta yalnızca bir sembol vardı, gereğinden fazla bilgi vermeyen gizemli bir sembol. Genç kadının eğlencesine açılan tarot kartlarından aşina olduğu bir sembol. Ters duran bohçalı bir adam. Soytarı ya da joker deniliyor ama asıl adı bu değil.
Deli.
Eğer düz açılsaydı maceralara, yeni başlangıçlara işaret ederdi. Oysa şimdi yalnızca kötü bir sonu garantiliyor. Genç kadın kendi sonuna doğru adım attığının farkında, ama geri adım atmıyor. Sevgilisinin adı bir fikir gibi zihninde beliriyor ve köklerini beynine salıveriyor. Evren olsa ne derdi? Genç kadın bu sorunun cevabını bulmamayı umuyor zira yapacağı şey Evren’in hiç hoşuna gitmeyecek. Yine de bunu yapmak zorunda.
Güneş tam tepeye çıktığında paçavra parçası onu ara sokaklardan birine çekiyor. Kadın zarfta yazanları hiçe sayıp şalını açmayı düşünüyor bir süre. Sıcak dayanılmaz değil ancak yine de ona söylenenin aksine içine enerji dolduğunu değil, yalnızca terinin dışarı taştığını hissedebiliyor. Bir bardak su için nelerini vermezdi.
Ancak sokağın içinde ilerlemeye başlayınca ağaçların gölgesi sayesinde biraz rahatlayabiliyor. Paçavra ise onu hiç bilmediği sokaklara çekmekte ısrarcı. Fakat beş metre bile ilerleyemeden kadın aniden adım atmayı kesiyor. Sanki birisi ayaklarına beton dökmüş gibi öylece duruveriyor. Şalının arasından nereye geldiğine baktığında ise duyguları önce öfkeye, sonra da şaşkınlığa dönüşüyor. Paçavrayı eline ilk bağladığı yere, Kuğulu Parkı’na gelmiş. Ama geldiği Kuğulu’nun ilk ayrıldığı parkla alakası bile yok. Sanki sokakların arasından geçerken bir başka evrenin kılıfından içeri süzülmüş gibi. Temkinle şalını geriye atıp yüzünü açıyor. Kuzgun karası saçları rüzgârla savrulurken genç kadın iri gözlerle gördüklerini hazmetmeye çalışıyor.
İlk fark ettiği şey soğuk. Sanki dünyanın bütün ışığı tek bir yere toplanmış gibi gökyüzündeki uzak bir noktada parıldayan bir şey var ama o kadar uzakta ki kadın neye baktığını bile anlayamıyor. İnsanların olmadığını ise ancak sessizliğin sesini duyduğunda anlıyor. Burada, bu tuhaf dünyada yapayalnız olduğu fikri onu korkutuyor. Ama bunun uzun sürmeyeceğini biliyor, çünkü bir randevusu var ve eğer karşı taraf gelmezse onu bir şekilde getirebilir. Cebinde tarot kartı var nasılsa.
“Vahşi küçük fani,” diyor bir ses. Kemiğe sürten bıçak gibi fısıldıyor, ama dudaklarından süzülen kan gibi tatlı bir tınısı var.
Kadın arkasını döner dönmez beyazlar içerisindeki cadıyı görüyor. Tenindeki ay ışığının sızmasını engellemeye çalışan tozlar üstüne yapışmış. Saçları ise cam kırıkları gibi ince ve parlak. Üstünde keten bir elbise var, omuzlarından aşağı inip bedenini saran kemiklerle beceriksizce tutturulmuş. Kadın gözlerine bakmaya cesaret ettiğinde bir gözbebeği göremiyor, yüzünün üst kısmını tül gibi örülmüş örümcek ağları kaplamış.
“Dediğin gibi buraya geldim,” diyor kadın çenesini kaldırıp. Belli etmese de korkusu her geçen saniye bedenine yayılıyor. “Karalara büründüm ki nefesim kendime kalsın, bir parçanı parmağıma doladım ki bana yol yoldaş olsun, simgeni taşıdım ki suretini bulabileyim. Tıpkı söylediğin gibi.”
Kemik cadısı kadının olduğu tarafa doğru yürüyor, yanına yaklaştıkça teninde açılmış çatlaklar ve derisinin altındaki siyah damarlar belli oluyor.
“Beni asıl çağıran sen değil misin?” Cadının sesi şimdi sakin bir akıntı gibi. Ama kadın o akıntının çağlayana dönüşebileceğini iyi biliyor.
“Evet. Seni ben çağırdım, sen de çağrıma kulak verdin.” Kadın terleyen ellerini kot pantolonuna siliyor. Göğüs kafesini döven kalbi buraya geliş sebebinin bir hatırlatıcısı adeta. “Bana istediğimi verecek misin?”
Cadı gülüyor, “Ben mucize yaratamam.”
Kadının korkusunu öfke dalgalandırıyor. “O zaman neden beni çağırdın?”
“Sinirlenme fani. Sana yardım etmeyeceğimi söylemedim.”
Kemik cadısı kendine doğru ilerleyip etrafında bir çember çizerken kadın yutkunuyor. Çaresiz kalmış olmasa şu anda burada olmazdı, yapabileceği en ufak bir şey bile olsa çareyi büyücülükte aramazdı.
“Yanlış düşünüyorsun,” diyor cadı. Kadının hemen arkasında dikilmiş sivri tırnaklı parmaklarıyla onun saçlarını tarıyor. “Büyü diyerek lekelediğin şey bir sanat. Bir armağan.”
“Armağan?”
“Evet. Doğanın, doğadaki yaşamın kaynaklar arasında akıp gitmesi. Bizler büyü yapmayız. Doğanın bize verdiği armağanı yeni şekillerde değerlendiririz.”
Kadın bir süre düşünüyor. Yapılanın ne olduğu, ne şekilde ya da ne kullanılarak yapıldığı umurunda değil. Önemli olan tek şey alınacak sonuç. “Kardeşimi kurtarabilir misin?”
Yanındaki ağaçlar rüzgârla titreşince kadın kafasını cadıya doğru çeviriyor. Ama havada en ufak bir esinti bile yok. Cadı eğilmiş yaprakların tembel bir ritimle sağa sola sallanışını izliyor. Kendi aralarında konuşur gibiler. Kadın şaşkınlıkla yaşananın tam da bu olduğunu fark ediyor. Her şey gerçekten de cadının anlattığı gibi olmalı, diyor kendi kendine. Ağaçlar, yapraklar, hatta esen rüzgâr… Hepsi birbirinin bir parçasını taşıyor.
“Kardeşinin kader iplikleri çoktan kederle örülmüş,” diyor cadı havadan sudan bahseder gibi. “İstesem de hayatına müdahale edemem.”
Panik dolu bir nefes alsa da kadın sakinleşmeye çalışıyor. Cadının sözleri çift anlamlı olsa gerek, kelimelerin arasında bir yerde hakikat gizli olmalı.
“Sen müdahale edemezsin,” diyor kadın cesaret dolu bir adım atarak. “Ama yine de birisi müdahale edebilir. Örgüler bozulup yeniden örülebilir. Sonu gelmemiş bir hayat da kurtarılabilir. Haksız mıyım?”
“Sorun haklı olup olmamanda değil fani, bunun için gereken bedeli ödemeye hazır olup olmamanda.”
“Hazırım,” diyor kadın ve bu kez korkmadığını fark ediyor. Kardeşi için her şeyi yapmaya hazır, buraya gelmeye karar verdiğinde çoktan bütün gemileri yakmıştı. “Bana ne yapmam gerektiğini söyle.”
Kemik cadısı da anlatıyor. Adım adım hayatı kaynağından çekip şişelemeyi öğretiyor genç kadına. Kadın cadının ağzından çıkan her kelimeyi hanımeli çiçeklerinin öz suyunu emer gibi içiyor. Cadı kadının önünde durmuş ellerini iki yana açarak bekliyor, süt beyazı gözleri görünenden öteyi görüyor, kadının tüketilmek üzere kendi ruhunun yapraklarını açışını izliyor.
“Acı yaşamın temelidir,” diyor cadı porselen gibi pürüzsüz bir sesle. “Acı çekmezsen yaşadığını anlayamazsın.”
Sonra yokluktan bir kargaburun peyda edip kadına takdim ediyor. Genç kadın penseyi eline alıyor ve tek tek bütün dişlerini çekmeye başlıyor, hayatının bütün yaşanmışlıkları orada. Ağzına dolan kanları ise özenle yutuyor, acının bir damlası bile boşa gitmemeli. Her dişiyle birlikte hayatının bir parçasını da çıkarıyor içinden, anıları zihninin içine doğru katlanıyor, unutulmuşluklar bedenine hapsoluyor. Otuz iki diş. Otuz iki yaşam ipliği. Son dişi de çektiğinde avuçlarını yüzüne doğru kaldırıyor, kanlar içinde kalmış avucunda dişleri inci taneleri gibi parıldıyor.
İki el kendi elinin üstüne kapanıp dişleri ondan aldığında kadın dişlerin de bir çeşit kemik olup olmadığını düşünüyor. Olmalı. Yoksa neden kemik cadısı onları ondan alsın. Kadın bitkin bir şekilde kemik cadısının dişlerini tek tek ağzına atmasını izliyor. Sanki şeker yer gibi yiyor onları: dişleriyle taze dişleri parçalıyor, kırıyor, çiğniyor. İşi bitince de boğazını parçalamasına aldırmadan yutuyor hepsini, dudağının kenarından akan kanı ise fark etmiyor bile.
“Acı cesarettir,” diyor cadı mermer kadar soğuk bir sesle. “Cesaretin ancak çektiğin acıyla ölçülebilir.
Bir kerpeten var edip kadının avcuna bırakıyor. Kadın toprağın üstüne oturup ayakkabılarını çıkarıyor. Kökler ve filizler ona güç vermek ister gibi kadının üstüne eğiliyorlar ama kadın hiçbir şeyi fark etmiyor. Tırnaklarını tek tek çekmeye başlıyor, acı üstüne acı, keder üstüne keder. Kadın parmaklarından akan kanları avuçlarında biriktiriyor ve yeni bir güne uyanmışçasına avuçlarını yüzüne sürüyor. Yeni bir yaşam için ödenen küçük bir bedel. Yirmi tırnak. Yirmi yaşam ipliği. Ellerinin titremesine aldırmadan tırnakları avuçlarında topluyor ve zar zor kollarını havaya kaldırıyor.
Tırnaklar avuçlarından çekilip alınıyor kadının. Cadı yumruğunu sıkıyor ve hepsini paramparça ediyor. Avcunun içindeki tırnaklar kum gibi bir tepecik oluşturuyor. Cadı burnunu dayayıp tozları içine çekiyor, son taneciğine kadar ciğerlerine dolduruyor hepsini. Nefesleri düzensizleşiyor önce, sonra bir iç çekişle eski haline dönüyor. Ellerini indirip kadının önünde diz çöküyor. Kadın artık eskisi gibi genç değil. Saçları donuk bir şekilde ışığı içine çekiyor, ak düşmüş kafasına. Yüzü buruşmuş bir parşömen gibi, çizgilerin arasından hayat hikâyesi okunuyor. Ve sonun geldiği anlaşılabiliyor.
“Acı,” diyor kemik cadısı kadının yüzünü avuçları içine alarak. Sesi yumuşak bir fısıltı, tıpkı limana demirlenmiş teknelerin yelkenine sürten rüzgâr gibi. “Acı sevgidir. Sevemeyen bir kalp çektiği acıyı hak edemez.”
Ucu kıvrık bir bıçak uzatıyor kadına. Titreyen eller kabzasını kavrarken tereddüt etmiyor, yalnızca bitmesini istiyor. Bıçağı yüzüne doğru kaldırıyor kadın ve ucunu elmacık kemiğine dayıyor. Kendi gözlerini oyan kadının saçlarını kemik cadısı tutuyor. Etin içine giren bıçak kemiğin hizasında hareket ediyor. Yavaş ve kendinden emin bir şekilde bir yuvarlak çiziyor. Gözlerden biri yere düşüyor, sonra da öteki. İki göz, yaşamın özüne bağlı iki iplik. Kadın gözlerini avuçlarına alıyor, artık kollarını kaldıracak kadar gücü yok. Dizlerinin üstüne doğru eğilip kafasını yukarı kaldırıyor ki göz çukurlarında birikmiş kan dökülüp ziyan olmasın.
Göz küreleri yavaşça kadının elinden alınıyor. Kadın bir şekilde kemik cadısının toprağı eşeleyip iki çukur açtığını ve küreleri içine bıraktığını hissedebiliyor. Artık o da doğanın bir parçası. Yaşam iplikleri dünyanın kendisine bağlanmış durumda ve çok yakında bedenini geride bırakıp ona katılabilecek. Kemik cadısı kadına doğru eğiliyor ve yıldızlar gibi sıcak bir öpücük konduruyor alnına. Sonra kadın kafasını eğiyor ve göz pınarlarına biriken kanı can suyu niyetine yeni ekilmiş gözlerinin üstüne akıtıyor. Toprak aç bir şekilde kadının kanını emiyor.
Kadın gitgide güçten düşüyor ve yavaş yavaş bütün benliğinin değiştiğini hissediyor. O artık genç bir kadın değil, yaşlı bir teyze. Bir kocakarı. Bir acuze. Acının baştan yarattığı, evrenlerin sınırında yürüyebilen bir yenidoğan. Eski vücudundan geriye kalan tek şey ciğerlerindeki nefes, ki o da çıkıp gitmeye fırsat kolluyor. Her nefes toprağı biraz daha kımıldatıyor ta ki kahverenginin içinde bir yeşil belirene kadar. Yeşil büyüyor, güçleniyor ve bir çiçeğe dönüşüyor. Acuze telaşla çiçeği topraktan söküyor ve göğsüne bastırıyor.
“O benim,” diyor dişsizliğin getirdiği pelteklikle. “Kimseye vermem.”
Fakat kemik cadısı çiçeği alma niyetinde değil. Eğilip yaşlı kadını yerden kaldırıyor ve omuzlarını tutuyor. “Acıya tutunmak faydasızdır,” diyor kör gözlerini buluştururken. “Onu serbest bırakmalısın ki çektiğin acının bir kıymeti olsun.”
Ve sonra kemik cadısı bir adım geriye çekiliyor. Arkasını dönüp ters istikamete yürümeye başlıyor ve giderken bir soğanın zarını soyar gibi gerçekliğin örtüsünü kaldırıp yanında götürüyor. Acuze siyah şalına sarılıyor, çıplak ayakları temmuz sıcağından ısınmış taşlara basıyor ama önemsemiyor. Biraz daha acının bir zararı olmaz. Sessizlik yerini gürültüye bırakırken yürümeye başlıyor. Bu kez parmağına bağlı olan paçavra parçası onu çekiştirmiyor, elini tutan bir rehber gibi yol gösteriyor ona.
Acuze kimselere görünmeden hastaneden içeri süzülüyor. Mermer kadar soğuk merdivenleri tırmanıp porselen kadar kaygan fayansların üzerinde kardeşinin odasına ilerliyor. Etrafındakileri duyabiliyor ama zannediyor ki o onları göremediği için onlar da onu göremiyor. Kimse kafasını çevirip paçavralar içine bürünmüş kocakarıya bakmıyor.
Odanın içine süzülüyor acuze ve yatağın yanına ilerliyor. Kardeşini son bir kez görmek isterdi ama bunun için gözlerine ihtiyacı yok, yüreğiyle görebiliyor onu. Kabloların arasında çocuğun yüzünü buluyor ve kurumuş dudaklarıyla son bir kez öpüyor onu yanaklarından. Acı daha öncekilere benzemiyor, içini dağlıyor, damarlarını kaynatıyor ve kemiklerini yakıp geçiyor. Göğsüne bastırdığı avcunu açıyor sonunda acuze. Yaşamın özünü taşıyan hanımeli çiçeğini, kardeşinin dudaklarına yerleştiriyor. Çocuksu bir gülüş dudaklarını sararken çocuğun çiçeği emmesini izliyor.
Kardeşi yaşamı içine çeken bir nefes alınca acuze gitme zamanının geldiğini anlıyor. Kalıp fedakarlığının işe yarayıp yaramadığına bakacak vakti yok, kaldı ki ona göre bu bir fedakarlık da değil. Yaşam hak edenlere verilmiş bir armağandır ve kardeşi yaşamı kendisinden daha çok hak ediyor. Kafasını eğip kapının eşiğinden dışarı bir adım atıyor. Sonra bir adım daha. Ve bu iki adım arasında bir yerde evrenin kıyısından düşüp yoklukta kayboluyor.
- Kemik Cadısı - 1 Ağustos 2022
Tek kelimeyle muazzamdı. Benzetmeleri mi, hikayenin akıcılığını mı yoksa kelimelerin etrafında dönen gücü mü söylesem bilemedim. İlk başta çok dağınık gelse de giderek bir şarkı gibi esir etti kendine. Kelimelerin ruhumu kımıldattığını hissettim adeta, dalgaların derinlerdeki kumları kımıldatması gibi. Bu muhteşem öykü için teşekkür ederim.