I
Hiç bir satranç tahtasına bakıp da “bu taşlar nasıl bu hâle geldi?” diye sorduğunuz oldu mu?
Siyah pelerinle örtülü atın üzerindeki şövalyenin önderlik ettiği yüze yakın Hospitalier, Deus Vult naralarıyla Beyrut şehir pazarının içinden şehrin güney kapısına doğru ilerliyordu. Attıkları her adımla birlikte kuşandıkları zırh parçaları birbirine çarpıyor ve bu ahenkli metalik ezgi pazarın sesleri arasında kendine seçkin bir yer buluyordu. Çevredeki insanların yüzünde şaşkınlık yoktu, bu topraklar bin yıl önce neyse, bin yıl sonra da oydu, bin yıl sonra da öyle olacaktı, en yaşlıdan en gencine kadar herkes bunun farkındaydı.
Fransa’nın güneyinden çıktığı yolculuğu tamamlayan Aslan Yürekli Richard, kaybedilen Kudüs’ü geri almaya gidiyordu emin adımlarla. Akka’nın düşmesine haftalar, belki de günler vardı ve yüz yıl yapılanların hesabını soran Müslümanlar, zaferin tadını çıkartamadan tekrardan teyakkuza geçmek zorunda kalmıştı. Küçük bir kıyı şeridine hükmeden Kudüs Krallığı’nın şövalyeleri, dirilebilecek olma düşüncesinin verdiği heyecanla birlikte emin adımlarla güneye ilerliyordu. Levant’ta sıradan bir gündü.
Anadolu ve Levant’ı içine alan bu devasa satranç tahtasında ne yoktu ki? Papa’nın çağrısına uyarak Avrupa’nın dört bir yanından kutsal topraklara farklı bayraklar altında akın eden Hristiyan fanatikler, doğuyla batıyı birbirine bağlayan yüzlerce yıllık Bizans, Anadolu’ya sığmayıp çöle ve bozkıra taşan Türkler, Kudüs’ü tekrardan Müslümanlara kazandıran Selahaddin ve yaptıkları cerrahî suikastlerle her dinden ve milletten insanın kâlbine korku salmış Batınîler.
Akka’ya doğru yola çıkan şövalyeleri izleyen kalabalığın arasında Khand da vardı. Hristiyan kontrolündeki topraklarda olmasına rağmen başı örtülü, yüzü peçeliydi. Çünkü görüldüğü vakit pek de kolay unutulmayacak bir çehreye sahipti ve unutulmamak sahip olduğu bir lüks değildi. Olan biteni baharat tezgahının önünde izledikten sonra pazarcıyla göz göze gelmeden başını öne eğerek selâm verdi ve geçidi izleyen kalabalığa karıştı. Küçük adımlarla acele etmeden pazar yerinin kuzey çıkışına doğru ilerledi. İpek giyerek kendini soylu ilân edenlerin veya katil olarak şövalyeymiş gibi davrananların pek uğramadığı bir muhite gidiyordu, şehrin eteklerine, mekâna… çünkü anlatacakları vardı.
II
Toprağa gömülü zayıf tahtaların üzerine gerilmiş kumaşların altında onlarca insan vardı, hepsinin ortak yanı, ayaklarındaki prangalardı, küçük bir kız çocuğu hâriç. O ki bütün masumiyetiyle onca gürültünün arasında sessiz sakin bir şekilde oturuyor, gözlerini tek bir noktaya kitlemiş şekilde uslu uslu oturuyordu. Korku hissetmiyordu, çünkü korkunun ne olduğunu bilmiyordu henüz.
Konstantinopolis köle pazarının beklenmedik bir ziyaretçisi vardı o gün. Kafasına sarılı türbandan üzerindeki cüppeye kadar bütünüyle simsiyah giyinen bir Arap, hızlı adımlarla pazarın çıkışına doğru ilerlerken Florus’un başında durduğu kölelerin önünde durdu. Başını iri kıyım kölelerin üstünden arkaya çevirdi, küçük kıza doğru baktı.
“Küçük kız, kaç altın?” diye sordu gözlerini kızdan ayırmadan.
Başını sesin geldiği yere çeviren Florus beklemediği bir görünüşle karşılaştı. Araplar, kesinlikle ve kesinlikle Hristiyanlara para kazandırmamak için onlardan alışveriş yapmazdı. Bu nadirliğin tadını çıkartacaktı Florus, hem de son anına kadar.
“Çok altın yolcu, çok.”
Arap tekrardan sordu: “Küçük kız, kaç altın?”
“Israrcısın demek. Yüz altın.” diye cevapladı Florus, ince telli bıyıklarının altında sinsi bir gülümseme vardı, cüppenin altındaki kesede bu kadar çok altının olacağını zannetmiyordu, hiçbir yolcu korumasız bir şekilde bu kadar çok altınla dolaşamazdı ve Arap’a yaşatacağı hayâl kırıklığının düşüncesi dahi zevkten dört köşe ediyordu onu. Ta ki içi altın dolu bir kese önünde şıngırdayana dek.
“İhtiyar yüklü çıktı,” dedi Florus, sesindeki özgüven geçen her saniyeyle birlikte kayboluyordu, “Fiyatı arttırıyorum, taptaze kız sonuçta, iki yüz altın.” dedi.
Arap bir kese daha çıkarttı ve satıcının durduğu tahta kürsüye attı nazik bir şekilde. Florus ağzını tekrardan açmaya niyetlenmişti ki gözlerini altın kesesinden Arap’ın yüzüne doğru kaldırdı, ne de tâlihsizdi kafasız Florus, göz göze geldi onunla. Yüzünde ne sinsilik, ne de o istediğini elde etmek için her şeyi yapacak hin ifade kalmıştı. İfadesiz, bomboş bir suratla gözlerinin içine bakıyordu. Kimsenin olmadığı bir ormanda bir kaplanın gözlerinin içine bakmak gibiydi Arap’ın gözlerine bakmak, içi ürperdi. Titrek bir sesle “Hemen, hemen getiriyorum kızı,” dedi ve seri adımlarla yerde bağdaş kurarak oturan prangalı kölelerin arasından arkaya, küçük kızın yanına gitti. Üzerindeki kıyafetler paçavra olmasa da eskimişti. Kahverengi saçları omuzlarından aşağıya bir şelâle gibi dökülüyor, kahkülleri alnını kapatıyordu, incecik bilekleri iple bağlıydı. El ve ayaklarındaki ipleri çözen Arap, kızın elinden tuttu ve hiç vakit kaybetmeden pazarı terk etti. Pek de kalabalık denemeyecek bir sokakta dizlerinin üzerine çöküp kızın yüzüne baktı.
“İsmin ne senin?” diye sordu Lâtince, kız sessizliğini korudu. Aynı soruyu Yunanca sordu, kız yine sessiz kaldı. Gözlerinin içine bakıyor, onu duyuyor, ama cevap vermiyordu.
“Ben Sa’eed, Sa’eed el-Hâkim. Açsındır sen, gel bir şeyler yiyelim.” dedi Arap. Pek de uzak olmayan bir hana gittiler. Sofraya oturdukları vakit haftalarca hiçbir şey yememiş gibi yemeye başladı küçük kız yemeği, elleriyle parçaladığı yağlı tavuğu ağzına depiyor, çiğneyemeyeceği büyüklükteki lokmayı minicik ağzında çevirirken arada duraksayıp burnundan nefes alıp veriyordu.
“Doymadıysan bir de kuzu isteyelim mi yanına?” diye sordu Sa’eed gülümseyerek, gülümsemek kemikli suratına muazzam bir zıtlık katıyordu, derin alın çizgileri, kavisli göz çukurları, düz elmacık kemikleri, sert bir suratı vardı. Kız başta boş boş suratına baktı, sonrasında kıkırdadı istemsiz bir şekilde, ağzına bir lokma tıktıktan sonra tekrar Sa’eed’e baktı, kaşlarını çattı ve bir an duraksadı, sonrasında da patlattı kahkahayı. Uzun süredir yokluğundan haberdar olmadığı bir şeyi fark etti o anda Sa’eed, küçük kızın gülüşü, dipsiz yüreğinde varlığından dahi haberdar olmadığı bir yere dokunmuştu.
“Khand,” dedi ve kızın saçını okşadı. “Adın Khand, ta ki sen bana adını söyleyene kadar.”
Khand’ın kırılması epey zaman aldı, aradan geçen haftalara rağmen kız ağzını dahi açmıyordu, hiçbir dilde bir sözcük söylememişti. Sadece yer yer güldüğü oluyordu Sa’eed’in söylediklerine, birlikte yolculuk ediyorlar, yemek yiyorlar, şehirden şehire geziniyorlardı. Khand’ın sessizliği Sa’eed için bir sorun teşkil etmiyordu, zira sabrın vücut bulmuş hâliydi ve eninde sonunda geçmişine dair bir şeyler bulacaktı. Birkaç ay sonra Akşehir’de güvendiği bir demirciye emânet etti Khand’ı ve Konstantinopolis’e gitti, her şeyin başladığı yere. Florus’la görüştü ilk olarak, önceki görüşmelerine kıyasla çok daha medenî olmuştu bu seferki. Elde ettiği bilgilerle birlikte Sa’eed önce Nikomedia’ya, sonrasında da İznik’e gitti. İkna kabiliyeti ve insanlar üzerinde konuşarak bıraktığı etki tarifsizdi, öyle ki ziyaret ettiği topraklarda nam salıyordu istemeden de olsa. İznik’te geçirdiği üçüncü günde öğrendi her şeyi Sa’eed, Khand’ın babası Selânik’ten İznik’e gelmiş bir tüccardı ve yıllar önce şehrin meydanında rakip tüccarların tuttuğu suikastçi tarafından katledilmişti. Annesiyse Gürcistan’dan göçen bir Yahudi idi. Kocası katledildikten sonra kahırdan hasta olup yataklara düşmüş, birkaç hafta içinde o da ölmüştü, geride bir kız çocuğu bırakarak. İşte Khand, Konstantinopolis’teki köle pazarına böyle düşmüştü. Şanslıydı ki savaş vaktiydi ve insanların temel ihtiyacı kılıç kullanabilen azmanlardı, iyi ki yağmur yağmıştı bir gün öncesinde ve Sa’eed yolculuğunu bir gün ertelemek zorunda kalmıştı, iyi ki Sa’eed çıkmıştı karşısına.
Khand, seyahatinden geri dönen Sa’eed’i görünce koşup boynuna sarılmıştı. Hiç kimseye sarılmadığı kadar sıkı sarıldı Sa’eed Khand’a. Yüzüne baktı küçük kız çocuğunun, cennet dedi, böyle bir şey olsa gerek herhalde!
Yıllar yılları kovaladı ve Khand savunmasız bir kız olmaktan çıktı. Şam, Beyrut, Kudüs, Halep, Urfa, gezmediği, yaşamadığı yer kalmamıştı Sa’eed ile birlikte. Mürşit derdi ona, büyük bir hayranlık ve vefayla baktığı bir hoca. Yunanca anlaştılar ilk olarak, sonrasında Khand Arapça öğrendi, Arapça’dan sonra İbranice takip etti öğrendiği dilleri, annesinin Yahudi olmasından ötürü yatkınlığı vardı. Halep’te geçen sürede de Türkçe’yi söktü. Dışarı olduğu vakitler gözleri ve kulakları her şeyi kaydediyordu, insanların yüzlerini, konuştuklarını, kıyafetlerini. At binmesini, kılıç kullanmasını da mentorundan öğrenmişti, kalem gibi parmaklarına ne de yakışıyordu kılıç.
Sa’eed’in Khand’ı eğittiği süreç boyunca gözüne çarpan en belirgin özelliği, gözünü kırpmadan duruma uygun yalan söyleyebilmesi olmuştu. Çok ama çok kısa bir sürede Khand, duruma uygun bir yalan uydurup o yalanı adeta yaşıyordu, bu sayede anlaşmazlıklarda veya tartışmalarda karşı tarafı yenebileceği bir boyuta çekiyordu. Amaç yenmek veya yenilmek değildi, karşı tarafı olabildiğince oyalayıp, çileden çıkartıp, ağzından lâf almaktı. Khand bu iş için biçilmiş kaftandı. İstediğini elde etme konusunda genellikle şiddetten kaçınırdı, çünkü işinin doğası bunu dikta ediyordu, ölüler cevap veremezdi, cevap verenlerse öldürülemezdi. Gerektiğinde rüşvet veriyor, gerektiğinde de büyüleyici güzelliğini kullanmaktan kaçınmıyordu, peçesini indirdiği vakit sadece heybetli savaşçıların değil, o savaşçıların eşlerini ve kızlarını da etkileyebiliyordu.
Sa’eed hakkında pek bir şey bilinmiyordu o vakitlerde, bilenlerse yaşamıyordu. Bir keresinde “İmanım bütün olmasa ve bu güce sadece Hz. Süleyman’ın sahip olduğundan emin olmasam, el-Hâkim’in cinlere emredebildiğine inanırdım.” demişti Nureddin Mahmud Zengi yardımcısına. Ve fakat yaşlıydı artık Sa’eed. Bu yüzden de hedef tahtasındaydı. İran’dan yola çıkan bir Batınî, Irak’ın kuzeyinden Halep’e, oradan da Masyaf’a geçerek İran’daki dağın tepesinde bulunan kaleden çıkan emri tebliğ etmişti. Eğer ki Sa’eed’in bu günleri önceden görmediğini düşünüyorsanız, büyük bir yanılgı içindesiniz, tıpkı onun emrini verenler gibi.
Akdeniz’e gömülüyordu güneş yavaş yavaş, Beyrut’a karanlık hâkim oluyordu. el-Hâkim ise Khand’ı bekliyordu.
III
“Burada kalmam daha doğru değil mi?”
“Hayır, değil.”
“Benden bunu isteyemezsin.”
Sesi çatallaşmıştı Khand’ın. Haddini aştığını cümlesi ağzından çıktıktan sonra fark etmişti.
“Yaptığın mutlak ölüme gitmek.”
“Ölüm mutlak.”
Sonsuzluk kadar uzun süren bir sessizlik.
“Gel benimle.”
Başını öne eğerek Sa’eed’i takip etti Khand. Batan güneş perdelerin arasından sızarak odayı turuncuya boyuyordu. Bir masa, üzerinde bir satranç tahtası ve dairesel şekilde dizilmiş yedi piyon, batan güneş ve tahtaya yansıyan vezir gölgesi.
“Sa’eed el-Hâkim,” diye fısıldadı kendi kendine Khand kapının ağzında, ne bekliyordum ki diye düşündü, gülümsedi, hafif bir utançla kafasını öne eğdi.
“Hazırlan, yola çıkıyorsun, Halep’e gideceksin.”
“Halep mi?”
“Evet, ahırdan Rüzgar’ı al, güneş batınca şehrin kuzey kapısından çık ve Trablus’a geç. İhtiyaçlarını karşıla, fazla vakit kaybetmeden Tartus’a, oradan da Lazkiye’ye sür atı. Bir sonraki durağın Antakya olacak, Frederick’in cenazesinden ötürü güvenlik sıkı, şimdiden aklında bulunsun. Bir gün konakla, sonrasında Halep’e geç. Ben seni bulacağım.”
Dudaklarını büzdü Khand, sessizce “peki,” dedi ve sustu.
“Bunu al,” dedi Sa’eed ve açtığı kutudan bir yemeni çıkardı. İçinde Şam çeliğinden yapılmış bir hançer vardı. Büyülenmişçesine bakıyordu Khand bıçağa, organik deseni, katman katman görünümü, varlığından dahi habersizdi bu hançerin ve çocukluğundan beri Sa’eed’in yanındaydı.
“Bunu atabeye ulaştır, seni benim gönderdiğimi anlayacaktır.” dedi ve duraksadı, “Son bir şey daha… bu yemeniyi boynuna sar ve sakın çıkarma.”
Anladığını belirtir şekilde kafasını öne eğdi Khand, hançeri ve yemeniyi masada, satranç tahtasının yanında bıraktı, içeriye girdi ve hazırlandı. Bir saat önceki Khand’la uzaktan yakından ilgisi yoktu, bedenini saran siyah kıyafeti ve ceylan derisinden yapılmış çizmeleriyle topraklarında gezintiye çıkmış bir kraliçeyi andırıyordu. Alnındaki beni örtmesi için kahküllerini düzeltti ayna karşısında. Mekândan ayrılmadan önce silahlarını yerleştiriyordu kıyafetine iliştirilmiş kılıflarına, hançerin sarılı olduğu beyaz işlemeli mavi yemeni boynuna sarılıydı. Bir anda Sa’eed belirdi yanında, “Khand,” dedi, “Ne olursa olsun çölden uzak dur. Sana dediğim rotadan bir milim sapma,” diyerek cümlesini bitirdi. Gözünü dahi kırpmamıştı bunu söylerken. Khand, mentoruna sıkı sıkı sarıldı ve mekândan ayrıldı.
Mentorunun söylediklerine harfiyen uymuştu Khand, Trablus dışındaki bir handa durmuş, yemeğini yemiş, tekrardan yola çıkmaya hazırlanıyordu. Bir anlığına geçmişi aklına geldi ata binerken, onun geçmişi kırık bir aynaydı, parçaları birleştirirken ellerini kesiyor, parçaları birleştirdikten sonra da mahvolmuş suretini görüyor ve istemeden de olsa “Bu muyum ben?” diye soruyordu kendine. Ve Khand atın başını kuzeyden doğuya çevirdi, gecenin karanlığında Humus’un eteklerinden geçip hiç durmadan Hama’ya gitti, yolu epey kısaltmıştı. Neden yapmıştı bunu peki Khand? Halep’e bir an önce ulaşıp mesajı aktardıktan sonra Masyaf’a dönmek ve mentoruna ulaşmak için mi? Yoksa bir zamanlar olduğuyla şimdi olduğu arasındaki farkı anlayıp engel olamadığı bir kibirden ötürü mü?
Kıyı şeridini takip etmeden Suriye’nin iç kısımlarına dalması yolunu kısaltmıştı, fakat bitkindi ve aşması gereken bir çöl vardı. Beş, belki de on kilometre girmişti çölün içerisine, sıcak yaz rüzgarı kulaklarının içini kumla doldurmuştu. Bir vaha gördü Khand, yolda sürekli paramparça olmuş geçmişini, mentorunun Masyaf’ta ne yaptığını, ona bir şey olursa ne yapacağını, fiziksel değildi yorgunluğu sadece, başı ağrıyordu düşünmekten.
On kilometre yarıçapta tek bir ruh dahi yoktu ve Khand atını suyun dibindeki ağaca bağladı. Pek de aceleci olmayan bir tavırla soyunmaya başladı, önce kılıcının kınını çıkartıp ağacın yanına koydu, sonrasında da boynundaki yemeniyi. Şam çeliğinden hançer hâlâ sağ kalçasının üzerindeydi, dolgun kıçından ötürü hançerin ucu hafifçe havaya kalkmıştı. Gömleğinin düğmelerini çözüp yere koyduktan sonra olduğu yerde donakaldı. Rüzgarın sesi, hareket eden kum tanecikleri, yaprakların hışırtısı değildi duyduğu ses, burada yalnız değildi. Sol omzunun üzerinden başını çevirdi ve bir anda kâlp atışları hızlandı. Bir çift göz ona bakıyordu. Arap’tan İngiliz’e, Fransız’dan Türk’e kadar çok fazla insan görmüştü Khand ömründe, fakat bu adam, eğer bu şekilde adlandırabilirseniz onu, hiçbirine benzemiyordu. Gözü karanlığa alışmıştı, yüzünü seçebiliyordu az çok. Gülümsüyordu karşısındaki varlık, dişleri arasında katran vardı, gözleriyse zifirî karanlığın doldurduğu mağaralara benziyordu. İskandinav savaşçılarından dahi uzun boyu vardı, göz bebekleri büyümüştü gördüğü bu varlık karşısında.
“Kimsin sen?” diye sordu, zar zor açmıştı ağzını, sesiyle bir çocuğunki kadar zayıftı.
“Khand.” diye bir ses duydu, canavarın ağzı açıktı ama ses canavarın olduğu taraftan değil, geride bıraktığı çölden geliyordu.
Gözünü ağacın dibine yerleştirdiği silahına iliştirmek istedi, fakat başaramadı. Sanki uyuyordu ve vücudu üzerinde kontrolü yoktu. Koşmak istese olduğu yerde sayacak veya attığı her adımda çölün kumuna saplanıp batacaktı. Diliyle ağzını yokladı, kupkuruydu. Vahanın suyu fokur fokur kaynıyor, her nefes alış verişinde rüzgar daha da şiddetleniyordu. Canavar metrelerce uzaktan üfledi Khand’ın suratına, dünyanın tüm leşlerini toplayıp lâğıma tıksan böyle kokamazdı. Ne yapacaktı peki şimdi? Ne yapabilirdi ki? Eğer ki bir kâbustaysan, aldığın her karar birbirinin aynısıdır. Peki uyumuyorsan bir kâbustan nasıl uyanabilirsin? İşte bu sorunun cevabını biliyordu Khand. Elini sağ kalçasına götürdü ve hançeri kınından çıkardı, kabzayı sıkıca kavradıktan sonra kolunu açtı ve bir hamlede hançeri kâlbine sapladı. Güç, vücudunu terk etmişti, önce dizlerinin üzerine çöktü, sonra da başı öne düştü. Hançerin saplı olduğu göğsünden akan kan, çöl kumuna damlıyordu.
Hiç bitmeyecekmiş kadar uzun geçen bir gece uyuyakalmıştı Handan ve şimdi uykusu son bulmuştu çalan telefonuyla birlikte, adem elmasının altındaki çukur terle dolmuştu, vücudu yanıyordu. Üç yıldır öğretmendi Kütahya’da fakat hâlâ alışamamıştı havasına, öğle güneşini görünce dımdızlak dışarı çıkmış, akşamına da terli terli rüzgarı yiyince hasta olmuştu.
“Alo? Anne?”
“Kuzum, nasıl oldun, iyi misin?”
“Off…” dedi Handan, uyku mahmurluğu ve kırılmakta olan hastalık enerjisini sömürmüştü.
“İyiyim anne, daha iyiyim. Çok garip bir rüya gördüm.”
“Hayrola inşallah kızım. Sesini duyayım diye aradım da uyandırdım herhalde. Hadi, yat sen yine.”
Israr etmedi Handan, pek uyuyacağı yoktu ama başı çatlıyordu susuzluktan. Dengesiz Kütahya havası en azından bu sefer tutarlıydı, iri yağmur taneleri sert rüzgarla birlikte camı yerinden oynatıyordu.
“Tamam anne, öpüyorum seni, ararım ben.” dedi ve telefonu kapattı. Kafası yastıkta, tavanı izlerken olanları düşünüyordu. Nadirdi rüyalarını hatırladığı, ama bu aklındaydı bütün detaylarıyla birlikte. Ayakta duramayacak kadar yorgun, yeniden uyuyamayacak kadar hasta hissediyordu, yorganı üzerinden atıp ayaklarını yere bastı ve o an çıkan sesle birlikte irkildi. Önce yatağa baktı, bir anlam veremedi, sonrasında kafasını öne çevirdi, ayaklarına baktı, siyah ojeli ayak parmaklarının çevresinde irili ufaklı yüzlerce kum tanesi, odadaki zayıf ışığa rağmen parıldıyordu.
Merhaba Çağatay,
Öncelikle kalemine sağlık, ne ara okumaya başladım, ne ara bitirdim anlayamadım hikayeyi ve bu da sanırım hikayenin başından yakalayıp sonuna kadar kaybetmediğin bir akıcılığın göstergesi. Okurken hiçbir yerde takılmadığım bu öykünün akışında “Keşke biraz daha fazla olsaydı.” dediğim tek şey yalnızca betimlemeler oldu. Elbette yazar ne kadarını uygun görürse makbul olan odur lakin uzun, sıkıcı betimlemelerle arası pek iyi olmayan acemi bir okuyucu olsam da tasvir ettiğin mekanların biraz daha dokunulabilir olmasını umdum akışta. Tabiki bu haddim olmayan serzenişime rağmen Sa’eed’le köle pazarına gittim, Khand’la kızgın çöllere düştüm, hançeri kalbime sapladım ben de.
Bu betimlemenin üzerine böyle bir şey düşünmem biraz şımarıklık gibi görülebilir, anlayabiliyorum. Ancak belki de böylesi betimlemeleri biraz daha okumak istemişimdir metnin genelinde. Eğer yapıcı olmasını dilediğim bu yorumla sınırlarımı aştıysam affet, tam tadında da bırakılmış olabilir tabii.
Onun dışında mekan olarak mistik bir ortadoğu atmosferi seçmen ve hikayeyle büyüyen bir kadının kendini arayışını konu edinmen tadı damakta kalan bir öykü olmasını sağlamış. Sa’eed’le uzun uzun konuşmalarına şahit olmak ve Khand’ın iç dünyasını daha çok öğrenmek istesem de bu, öykünün biçimsel veya içerik olarak bir kusuru olduğunu göstermiyor. Aksine böyle hayaller gerçeğe geçtiğinde hayaldeki gibi olmadığından tam tadında bıraktığını söylüyor gibi.
Ellerine ve hayalgücüne sağlık, umarım diğer seçkilerde de senden bir şeyler okuyabiliriz.
Ne kadar fazla tarihi gönderme ne kadar farklı onlarca mekan var! Bunu coşku ile karşılıyorum, öykü sadece bu açıdan bile ayakları üstünde duruyor ve onlarca güzel detay başıboş savrulmuyor. Orta doğu atmosferinin tadı Seray’ın da dediği gibi ayrı olmuş. Keza ben en çok o havayı sevdim. Evin yolunu bile karıştıran benim için ülkeleri, şehirleri, mekan isimlerini kullanan yazarlar pek havalı ki sorma. Özellikle bu kısımları hafif hasetle okudum ve kıskandım. Tebrik ediyorum.
Son olarak keşke rüya motifi görmeseydik de erkenden bitmeseydi öykü. Hikayenin içerik olarak okuyucuya çok fazla şey sunma potansiyeli var, bu kısalıkta bırakmak öyküyü heba etmek olur. Kalemine sağlık diyor ve burdan önceki öykülerini okumaya gidiyorum.
Sevgiler…
Vaktin ve değerli yorumun için çok teşekkür ederim Seray ^^
Yoğunlaşmak ve zaman, bu öyküyü yazarken karşılaştığım en büyük iki sorun bunlar oldu. Kurgu, karakterler (ki iki tane mevcut), mekânlar, her şey çoktan hazırken gereğinden fazla (belki de değil, tam emin değilim ) detaylara takıldım. Aslan Yürekli Richard’ın izlediği rota, Göksü Irmağı’nda boğulan Frederick, Batınîlerin yapısı, bi’ meme vardı ya internette, “basit bir şeye bakmak için wiki’ye gir, iki saat sonra Sovyetler Birliği’yle ilgili her şeyi bildiğini fark et.” diye, benimki de o hesap, tek fark kitaptan makalelere, filmlerden oyunlara kadar birçok kaynaktan faydalandım. Sonrasında takvime baktım ve şu hâlde öyküyü yazdım:
Betimlemelerle hiç aram yok, ne okurken, ne de yazarken, hiç sevmiyorum. Lâkin eleştirine katılıyorum, uçsuz bucaksız çöl, çeşniden hâllice bir coğrafya, betimlemelerin boyu kısa kaldı.
Şımarıklık ve had bilmemek falan, lütfen, duymadım bunları. Çok teşekkür ediyorum tekrardan vaktini ayırıp okuduğun ve eleştirdiğin için. Diğer seçkilerde bence senden bir şeyler okuyalım
Güzel sözlerin için sonsuz teşekkürler Uygar, koltuklarım kabardı gerçekten de ^^
Öykünün Üçüncü Haçlı Seferi esnasında geçeceğini oturttum kafama, tam olarak nereden estiğini söyleyemem, zira ben de bilmiyorum Yani başı belliydi ve “acaba şöyle mi yapsam?” dediğim hiçbir şey 12. yüzyılın son on yılının verdiği hissiyatı bana veremedi başlangıçta. Bizans panikte, Anadolu karışık, Ortadoğu desen hepsinden karışık. Amma ve lâkin öykünün ortaları ve sonuyla ilgili çok fazla fikir vardı kafamda. Khand’ın rotası konusunda emin olamadım, beş tane rota çıkardım, kilometre hesabı yaptım, atın hızını düşündüm, nereye, nasıl ve ne zamanda gider, bu ve bunun gibi şeylere çok takıldım. Seray’a da söylediğim gibi, zaman ve yoğunlaşma, bunların sıkıntısını çok yaşadım yazım aşamasında. Zamanım olsaydı yoğunlaşmayı bir şekilde hâlleder ve ziyadesiyle uzun bir öykü yazardım, bunu isterdim de açıkçası, fakat dediğim gibi, zaman biraz zora soktu beni ve “iyice baştan savma uzun bir öykü veya olabildiğince toparlanmış kısa bir öykü” noktasına geldim, tercihim ikiden yana oldu.
Tekrardan çok teşekkür ediyorum vaktini ayırıp böylesine güzide bir yorumda bulunduğun için. Sevgiler bizden ^^
Oy Çağatay ya of ki ne of… Her seferinde beni alıp götürüyorsun öykülerinle. Benim öyküme yorum yazanın sen olduğunu anlayamamıştım, şimdi her şey yerine oturdu.
Kingdom of Heaven, Assassin’s Creed tadı aldım öykünden ki ikisi de çok sevdiğim eserlerdir. Karakterler resmen canlıydı öykünde. Uzansam tutacak gibiydim. Genel kanının aksine bence betimlemeler yeterliydi. Şuradaki tasvirine bayıldım mesela:
Sonu konusunda ufak bir hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmeliyim. Bu kadar güzel yaratılmış tarihi bir atmosfere daha görkemli daha yüksek perdeden bir final yakışırdı sanki. Olsun, böyle de güzeldi.
Öykünün arka planında inanılmaz bir çalışma yattığı o kadar belli ki. Öyküyü yazdığın süreden daha uzun araştırmaya vakit ayırmışsın diye düşündüm. Dan Brown kitabında gibi hissettim kendimi. Büyük keyifti karakterlerle beraber seyahat etmek, o tarihi çarşı pazarların kokusunu solumak…
Bir de garip gelecek ama, öykünü okurken Star Wars: Rogue One’dan sahneler geldi gözümün önüne. Neden öyle oldu bilmiyorum. İlginç…
Aynen devam üstat. Çatal bıçağımı elime aldım, peçetemi dizlerime koydum yeni öykülerini afiyetle yemeyi bekliyorum.