Öykü

Konuk Taşı

Hiçliğin ötesinden sürüklenip çıkıntılı taştan bir duvara tosluyorum adeta… Neredeyim ben? Etraf karanlık, uzaktan işitilen gıcırtı dışında sessiz… Paslı bir nem kokusu dağlıyor ciğerimi. Islak, hafif çamurlu zeminden güçlükle doğruluyorum.

Şişmiş, yamuk bir çehre taşıyorum sanki ellerimin gösterdiği kadarıyla… Kimim ben? Hiçbir şey hatırlamıyorum, bir şeyler hatırlamam gerekiyor mu ondan da emin değilim. Belki de tam şu an var oldum ilk defa, hatırlayacak bir şey olmaması doğal… Ama normalin nasıl olması gerektiğini nereden biliyorum o zaman?

Zihnimi zorlayınca bazı görüntüler geliyor… Farklı bir düzleme aitler… Yüzlerce kişinin el ele tutuşup sözsüz bir müziği fısıldadıkları bir sahne… Ben de aralarındayım, ancak bir an sonrasında sonsuz bir boşluğa düşüyorum… Nasıl anlatılır bilmiyorum…

Bir miktar bekliyorum karanlığın gözlerine bakarak, sonra sıkılıyorum. Dışarı çıkmalıyım, eminim bundan fazlası var! Yaşam yahut yaşamım, bu kadarla sınırlı olamaz. Duvarı takip eden ellerim dar bir geçidin haberini veriyor. Zorla da olsa çıkmayı başarıyorum. Uzun bir koridordayım şimdi, yer yer başka geçitler var; hafif bir esinti saçlarımı okşuyor, içimi ferahlatıyor. Koşarak temiz havanın peşine düşüyorum, bir mağarayı andıran kahverengi duvarlar çıkışa yaklaştıkça görünür hale geliyor…

“Demek uyandın…”

Girişin ardındaki kırmızı göğü izlerken arkadan gelen ses beni hazırlıksız yakalıyor, ani bir refleksle ellerimin boğazına sarıldığını fark ediyorum, ufak bir hareketle nefesini kesebilirim…

“Sakin ol, bu şekilde davranırsan cezasını sen çekersin.”

Suratı pullarla kaplı adam, çok yaşlı olmasa da gözleri çok şey gördüğünü ele veriyor. Amacımın bu olmadığını göstermek için ellerimi yavaşça havaya kaldırıyorum. Sorularıma cevap verebilme ihtimali taşıyan kişiye böyle davranmamalıyım…

“Bu şekilde daha iyi…”

Konuştuklarını anlıyor olsam da cevap veremediğimi fark ediyorum, gözlerim telaşla büyüyor, kendimi işaret edip başımı sallıyorum.

“Evet, bu bazen olabiliyor, tam olarak neden biz de bilmiyoruz. Eminim şu an bize söyleyecek çok şeyin vardır, zaten seni bu yüzden çağırdık, bize yardım etmen için. Gördüğün üzere kaybettiğimiz bir savaştayız…”

Bu adam neler saçmalıyor böyle, ne savaşı? Kimseye yardım edebilecek durumda değilim ben, daha kim olduğumu bile bilmiyorum. Bana açıkla, kimim ben, burası neresi? Kendimi tekrar işaret edip ellerimi yana doğru açıyorum. Adam hayal kırıklığına uğramış bir ifadeyle başını sağa sola sallıyor.

“Sanırım bir sorunumuz var… Beni takip et.”

Dışarı çıkıyor. Önce tereddüt etsem de hızlıca ardına düşüyorum.

Gök kırmızı, bulutlar mavi. Koyu sarı kumları yarıp da yükselen kara kayaların birinden dışarı çıkıyoruz.

“Bu sefer bir sorun olabileceğini hissediyordum. Bunu anlatacak doğru kişi ben miyim emin değilim, ama kraliçenin karşısına hiçbir şey bilmeden çıkamazsın.”

Kelimeleri toparlamaya çalışır bir halde elini kısa boynuzlarından birinin üzerinde gezdiriyor, bu sırada havadan hızla geçen bir grup karaltı dikkatimi çekiyor, onları takip eden başka silüetler de var.

“Bak şimdi, varlık farklı katmanlardan oluşuyor. Her katman normalde kendi halinde, diğerleriyle hiçbir sorun yaşamadan, hatta onlardan bihaber yaşayıp gidiyor. Katmanlar arası yolculuk ilmini herkes bilmiyor, biz de düşmanımızdan öğrendik. Kansızlar, onlara bu adı verdik, çünkü kanları akmıyor. Alt katmanlardan birinden geliyorlar, hangisinden emin değiliz. Kendi katmanlarından dışlanmış olabilirler veya daha kötüsü orayı tükettikleri için yeni bir ev arayışında olabilirler. Biraz daha hızlanalım.”

Hafif bir sarsıntı hissediyorum, sert zırhlar kuşanmış bir grup savaşçı telaşla yanımızdan geçiyor.

“Güçleri bizi aşıyor, onlardan birini devirmek için bizden yüz tanesi ölüyor. Bir süre önce, buraya gelmek için kullandıkları nesnelerden biri şans eseri elimize geçti. İlginç bir tabiatı var, soğuk siyah bir metal. Bilgemiz büyük çabalar sonucu nesneyi çalıştırmayı başardı ama bu kontrol etmesini bilmediğimiz bir güç… Keşke sen de onun gibi olsaydın, senden önce geleni kastediyorum… Üst katmanlardan birinden gelmişti, adı kendi dilimizde telaffuzu zor bir kelimeydi, bu yüzden ona Kurtaran diyorduk.”

Yere açılan bir tünelin merdivenlerinden aşağı inmeye başladık. Yol boyunca dizili cam küreler loş bir ışıkla yolumuzu aydınlatıyordu. Tavanda ince detaylarla bezeli resimlere bakacak vaktim olmadı, acelemiz vardı.

“Şu bahsettiğim nesne, buraya getirdiği kişi hayatta olduğu sürece ışık saçıyor, o kişiye bir şey olursa tekrar kararıyor. Böylece o nesneyi tekrar kullanabiliyoruz. Kurtaran’ın öldüğünü bu şekilde anladık… Oysa savaşı bitirecek bir planı olduğunu söylüyordu… Şimdiyse elimizde sen varsın, kraliçemize sunacağın bir şeyler olmalı, aksi takdirde… Neyse, orasını şimdi düşünmeyelim.”

Basamaklar bizi geniş, yarım küre şeklinde bir odaya getirdi. Merkezde bulunan geniş masanın etrafında hararetli bir tartışma sürmekteydi.

“Kanatlı birliklerimizi sahadan çekip halkımızı savunmak için kullanmalıyız, daha bu sabah iki kansızın şehre çok yakın bir bölgede dolandığı haberini aldık, yerimizi bulmuş olabilirler.”

“Öyle olsa bile atalarımızın açtığı bu mağaralarda güvendeyiz.”

“Sen buna yaşamak mı diyorsun?”

Tartışmayı ilgisizce dinleyen kraliçe bizim gelişimizi fark edince bir el işaretiyle sessizliği sağladı. Buradaki herkes gibi, açık mavi derisi pullarla kaplıydı. Boynuzları bir tacı andırır şekilde başının üç tarafından çıkıyordu. Giysileri diğerlerinden çok da farklı sayılmazdı, kırmızı ve mor ağırlıklı, kenarları çiçekleri andıran kıvrımlı bir elbise giyiyordu.

“Aramıza hoş geldin uzaktan gelen, bu zor günümüzde bize yardım et lütfen, ışığınla yolumuzu aydınlat, bize farklı dünyaların gücünü ödünç ver.”

Maalesef yapamayacağım şeyleri istiyordu benden, kimseyi kurtarabileceğimi zannetmiyordum…

“Bir sorun mu var?”

“Kraliçem, üzgünüm fakat uzaktan gelen konuşamıyor; bir kez daha bu şekilde olmuştu hatırlarsanız; Sükût bizimle konuşamıyordu ancak muazzam bir savaşçıydı, ön saflarda bize çok yararı dokunmuştu. Yeni konuğumuz da benzer özelliklere sahip olabilir, kendisi son derece çevik, buna gözlerimle şahit oldum.”

Kraliçe yanındaki iki kişiyle duyamadığımız bir şeyler konuştu, ardından başka birisi geldi, acil bir mesele var gibi görünüyordu.

“Öyle olsun Servador, onu bilge kişiye götür ki bize nasıl yardım edeceğine karar versin, eğer gerekirse sıfırlamayı da deneyebiliriz. Gidebilirsiniz.”

“Elbette kraliçem.”

İsminin Servador olduğunu öğrendiğim bakıcımla uzun koridorlardan ilerledik, yer altındaki odalar bir labirenti andırıyordu. Yerin altına uzanan bir saray… Halkının tarihini anlatan duvarların yanından geçtik seri adımlarla, tanımadıkları yabancıları alıkoydukları kısmı es geçmişti duvar ustaları…

Çeşitli baharat ve ilaç şişelerinin raflarda dizili durduğu, uyku getiren ağır bir havası olan odaya ulaştık en sonunda. Bu odanın şekli de diğerleri gibi yarım küreyi andırıyordu, belki de ısıyı düzgün dağıtmak için böyle bir yol izlemişlerdi…

“Sen burada bekle, bilge olan seninle yalnız görüşecek.”

Muhtemelen bu tek taraflı bir görüşme olacak… Pekâlâ dercesine omuz silktim, bekleyelim de kaderime karar versinler…

“Ah, bu sen misin?”

Ne diyeceğimi bilemiyorum, kimi kastettiğinize göre değişir. Kim olduğumu bilmediğim için cevap veremeyeceğim, zaten istesem de yapamadığım bir şey bu…

“Evet, bence bu sensin, ta kendisi. Bir sorun var gibi, farkında değilsin kim olduğunun, önce keşfetmelisin bunu… Ama nasıl?”

Gözlerimi kapatıp görüntülerin geri gelmesini bekledim. Bir halkaya dizilmiş dostlar, yüzlerini göremiyorum… Sözsüz bir müzik… Sonsuz bir düşüş… Kim olduğumun bir önemi var mı artık? Bambaşka bir yerdeyim, kapıdan geçerken geçmişimi yitirdim… Ama istedikleri bu değil, başka bir şey umuyorlar, onlar için bir başkası olmalıyım. Kendinden emin bir şekilde açtım gözlerimi, bilge olan bunu fark etti.

“Hatırlayacaksın ama zamanla, bir süre dinlen, kendini dinle, sonra bize anlat. Üç gün sonra…”

Böylece uzaklaşıp gitti ve beni tek başına bıraktı…

Sinirlenmek istedim ama yapamadım, umursamıyordum çünkü; yeni doğmuş bir canlının hissedeceği gibi, etraftaki şamata benim için önemsiz ve anlamsızdı. Ama sonra bir ses işittim karnımdan, unuttuğum bir başka şeyi hatırlatan bir ağrı… Acıkmıştım. Bilgenin otları muhtemelen beni doyurmazdı, gerçek bir yiyeceğe ihtiyacım vardı; herhalde uzaktan gelenler için bir şeyler ayarlıyorlardır, değil mi?

Odayı terk edip koridorlardan birine girdim, aç olmasam keşfedilecek gizli hazinelerle dolu bir yerdi burası elbette, ancak o an tek bir dürtü hareket ettiriyordu beni…

“Sen yeni öğretmenim misin?”

Küçük bir kız çocuğu elinde dev bir kitapla meraklı bakışlar atıyordu, hayır anlamında salladım başımı. Elimi ağzıma götürerek boşluğu ısırıp karnımı ovuşturdum. Anlamış olacak ki gülümsedi.

“Sen yiyecek bir şeyler mi arıyorsun? Fazla bir şey değil ama yanımda bu kabuklar var.”

Sert görünümlü, yeşil tonlarda beş altı tane kabuk çıkarttı cebinden. Bir tanesine uzandım, önce içini açmaya çalıştım sonra da ısırmayı denedim. Çocuk bir kaşını kaldırdı, kabuklardan birini kendi ağzına atıp kolaylıkla çiğnedi. Anlaşılan onun türüne taş gibi gelmiyordu bu kabuklar…

“Buralardan değilsin, öyle değil mi? Zaten bize hiç benzemiyorsun. Keşke yiyeceğini yanında getirseydin, biz genelde sert şeylerle besleniyoruz.”

Seçim hakkım olsaydı zaten gelmezdim… Umarım özel günlerde yedikleri, taş gibi olmayan yemekler de vardır burada…

“Aslında hayvanlarımızın yediği şeyler epey yumuşak, onlardan birini deneyebilirsin.”

Çocuk koşarak koridorlardan birine girdi. Mantıklı olan geri dönüp Servador’u beklemek olsa da tok karna beklemenin daha iyi olacağını düşünüp hızlı adımlarla takibe koyuldum. Birkaç dönemeç ve yüzlerce adım sonra yukarı çıkan merdiveni tırmandık. Zemin yine kumdandı, üstü çalılarla kaplı taş duvardan örülmüş yüksek bir ağıldaydık. Hayvanlar görünürde yoktu, belki de dolaşmaya çıkmışlardı.

“İşte, bunu dene.”

Çamuru andıran koyu kırmızı karışımı işaret etti, büyük ve oldukça da yüksekte duran bir kabın içindeydi. Burada ne tür hayvanların yaşadığını merak ederek kaba uzandım. Tadı harika olmasa da yenilebilir kıvamdaydı, teşekkür edercesine gülümsedim.

“Ninte, burada ne yapıyorsun, bu adam da kim?”

“O dışarıdan gelmiş anne, yiyeceklerimizi yiyemiyor, ama kanatlıların yiyeceklerini yiyebildi.”

“Kaç defa söyleyeceğim sana, tanımadığın kişilerle konuşmamalısın, şu an savaştayız, o düşman olabilir.”

“Onunla konuşmuyorum çünkü o konuşamıyor. Üstelik bilge olanın odasındaydı, düşman olsa oraya giremezdi.”

“Orası düşmanın girmek isteyeceği türden bir yer… Öğretmenin seni arıyor, derhal aşağı in, yabancıyla ben ilgilenirim.”

Çamuru andıran yiyecekle karnımı doyurmaya çalışırken konuşulanlara kulak kabartmış olsam da çocuğun gidişiyle birlikte daha fazla yemenin doğru olmayacağına karar verdim, şu anne denilen kadın kızgın bir şekilde beni izliyordu. Zararsız olduğumu anlatırcasına havaya kaldırdım çamurlu ellerimi…

“Dışarı!”

Şey, bir yanlış anlaşılma söz konusu, beni kraliçeniz çağırmış, Servador da beni arıyor olabilir. Şu an dışarı atılırsam bu onları öfkelendirebilir, üstelik savaştaymışsınız, dışarısı güvenli olmasa gerek… Bütün bunları anlatacak el hareketlerini yapmaya çalışsam da kadın anlamadı, uzun pençelerini gösterince dışarı çıkmaktan başka seçeneğim olmadığını fark ettim ve kapı arkamdan kapandı.

Kırmızı mavi göğün altındaydım yine, kumdan çıkan mağaraların yerini taş yapılar almıştı şehrin bu tarafında. Bazılarının önünde tahta kutular vardı kalın iplere sarılmış, belki de bir yere taşınmak üzere paketlenmiş öteberi… Sokaklar boştu ancak uzaktan gürültüler geliyordu, savaşın sesleri muhtemelen…

Yabancı bir evrende tek başıma kalmıştım. Önce tedirgin oldum, ardından gülümsedim. Bu özgür olduğum anlamına geliyordu, tabii bambaşka bir dünyanın hapishanesinde… Buraya ait değilsem ne olmuş yani? Şu an hiçbir yere ait değilim. Gelip giden düşünceler eşliğinde dümdüz ilerlerdim. Şehir sandığımdan büyüktü ancak terkedilmiş duruyordu, çoğunlukla yer altında yaşadıklarından bunun normal olduğunu düşündüm. Yüzeye çıkan binaların bittiği yerde uçsuz bucaksız bir düzlük uzanıyordu, ufukta göğün kırmızısıyla koyu kumlar birleşip karanlık bir duvar oluşturmaktaydı.

Seslerin geldiği yönde, yani havada, iki kanatlı kertenkele siyah bir kürenin peşinde ilerliyordu. Kanatlıların üzerindeki savaşçılar, ucundan elektrik saçan demir mızraklarıyla küreyi dürterek şehirden uzağa sürüklemeye çalışıyordu. Sonra üç savaşçı daha eklendi gruba. Küre karşılık vermeden devam etti, kendi yolunda yuvarlanan bir kayayı andırıyordu… Uzun uğraşlar sonucunda kürenin yolunu değiştirmeyi başardılar, şehirden uzaklaştığından emin olduktan sonra dağılıp etrafı kolaçan etmeye koyuldu kanatlı birlikler, bir tanesi hariç…

“Sen, burada ne arıyorsun?”

Kanatlı kertenkelesiyle birlikte tam önüme hızlı bir iniş yaptı. Hayvanın üzeri parlak bir zırhla kaplıydı, savaşçı ise hareketlerini engellemeyecek biçimde deri korumalar giyiyordu. Yakından bakınca bir yabancı olduğumu anlayıp mızrağını uzattı, buranın halkı yumuşak derililere alışkın değildi pek…

Ben düşman değilim, dostum; beni sizinkiler çağırdı, daha doğrusu zorla buraya getirdi. Sonra bazı yanlış anlaşılmalar oldu ve kapı dışarı edildim. Aslında kraliçeyi tanıyorsan beni ona götürmene memnun olacağından eminim; ben de aynı şekilde hissedebilirim, yani bir miktar… İşte bu anlama gelebilecek hareketler yapmaya çalıştım, en sonunda pes edip boyun eğdim.

“Delice hareketlerine rağmen zararsız birine benziyorsun, ancak alarm durumunda olduğumuz için gitmene izin veremem, beni anlıyor musun?”

Kalın bir zincir uzatıp ellerimi bağladı, karşı koymanın anlamsız olacağını düşünüp direktiflerine uydum. Birkaç dakika sonra kanatlının sırtına bağlı şekilde havadaydım, önümde oturan savaşçı uçan kertenkelenin başını çevirerek hayvanı şehirden uzağa doğru yönlendirdi. Geniş kum denizini aştık, yer yer görülen sık çalılarla kaplı bir öbeğe iniş yaptık. Savaşçılardan bazıları burada toplanmış dinleniyordu.

“Bize yine ne getirdin Zek?”

“Bir yabancı, sanırım kaybolmuş. Şehrin sınırlarında dolaşıyordu, güvenli olmayacağını düşündüm komutanım.”

“Doğru olanı yapmışsın. Getir de kimin nesiymiş öğrenelim.”

O anda yer sarsılmaya başladı, metalik bir kırılma sesiyle inledi gökler. Çelikten bir ölüm makinesi grubun orta yerine düştü, zamanında kaçmayı başaramayan iki savaşçının cansız bedenlerini etrafa saçarak… Geri kalanlar silahlarını çekti, ancak makinenin sekiz bacağı amansızdı. Zek’in elinden saçtığı alevler düşmanının içine işlemekten uzaktı. Acısız bir ölümdü en azından, örümceği andıran bacaklardan biri kalbini delip geçtiğinde Zek’in haykıracak vakti dahi olmamıştı…

İki savaşçı, makinenin bacaklarını kalın bir iple sarmaya çalışırken bir üçüncüsü de ışık saçan kırmızı gözlerine nişan aldı. İri metal ok hızla dönen gözlerden birine saplanıp ışığını kesti. Bu hareket düşmanı sinirlendirmişti, sekiz bacağını hızla döndürerek ipten kurtuldu ve keskin bıçaklarıyla savaşçıların kollarını parçaladı. Kazanan çoktan belliydi; makine, kenarda kalan biçare yaralıların da öldüğünden emin olduktan sonra gözlerini bana çevirdi.

Düşmanca bir bakışa benzemiyordu bu, küçük bir bıçakla ellerimi bağlayan zinciri kesti. Anlam veremedim, beni de öldüreceğini düşünüyordum, oysa aksine kurtarır gibi bir hali vardı…

Bir süre hareketsiz durdu makine, benden karşılık mı bekliyordu? Katliam sahnesinden uzaklaşmak için ayaklandım, makine de beni takip etti, sanırım ilginç bir dost edinmiştim. Konuşabilsem bile ona söz geçirebileceğimden şüpheliydim, gayet sıradan bir şekilde elimi uzattım, hareket etmedi. Elimi siyah çeliğin üzerine koydum, bu soğuk zırhın içinde bir can var mıydı? Yoksa ruhsuz bir icattan mı ibaretti?

Bir an için zihnimde bir kapı aralandı, bu ölüm saçan robot bana hiç de yabancı gelmemeye başladı. Sanki başka bir hayatta ve başka bir zamanda karşılaşmıştık onunla, daha doğrusu onun gibilerle… Çok uzaktaydı bu anılar, hayal meyal gelip geçen görüntülerdi sadece… Ancak tam olarak dost olmadığımızı söylüyorlardı; robot, bana zarar vermesi mümkün olmadığı için hareketsiz duruyordu ancak bedenimi deşmeyi ölesiye arzuluyordu. Bunu iğrenç katilin kırmızı gözlerine baktığımda hissedebiliyordum…

Sonra dünya karardı ve yeniden boşluğa düştüm…

Uzun bir yolculuktu, sonsuz bir düşüş; ancak bu sefer anı kırıntıları zihnimde birikiyordu. Bazı şeyleri hatırlamaya başlamıştım; kâşifler arasına seçildiğim günü, küçükken kardeşlerimle oynadığım oyunları ve annemin yaptığı yemekleri… Boşlukları dolduran bu hatıralar bana bir parça yabancıydı, başkası tarafından eklenmiş gibi ama aynı zamanda da bendendi…

Karanlık bir odadaydım sanki uzun bir süre boyunca, el yordamıyla yolumu bulmaya alışmıştım. Derken birden ışıklar yandı ve ellerimin aşina olduğu etrafa gözlerim alışamadı…

Varlık, katmanlar halinde birbirine sarılı bir yumaktı. Eğer şanslıysanız, kendi katmanınızı oluşturan ipin sınırlarının dışına çıkmanız gerekmiyordu. Öte yandan, bulunduğunuz katman hızla yanan bir fitili andırır şekilde tükeniyor olabilirdi. Bir zamanlar durum halkım için de bu şekildeydi. Sınırları zorlayanlar sebebiyle katmanımız yok oluşun eşiğine gelmişti. Kurtuluşu başka bir katmana göç etmekte bulduk ve ardımızda bıraktıklarımız ufalıp yok oldu… Biz kurtulmuştuk ama varlığın farklı uçlarında benzer kaderi paylaşan canlılar olabilirdi. Katmanlar arası seyahati gerçekleştiremedikleri için kaçamayacak durumda olanlara yardımcı olmak, bu konuda derin bilgi sahibi bizler için bir ödev haline geldi…

Kâşifler dedik kendimize, dev yumağın koruyucuları…

Elbette bu gücü başka amaçlarla kullanmak isteyenler de vardı, Kâşifler dışında katmanlar arası seyahat edebilenler de…

Onları kurtarmanın bedelinin bu kadar ağır olacağını hiçbirimiz bilemezdik… Artık ismini dahi anmak istemediğimiz bir türün canlıları, kendi katmanlarının sonunu getirdiler ve kaçmalarına yardım ettiğimiz için artık her yerdeler… Güç peşinde, ellerine geçirdikleri bütün kaynakları tüketiyorlar, buna canlı olanlar da dahil… En kötüsü de katmanlar arası seyahati bizden öğrenmiş olmaları. Belki de uzun zaman önce kendi kaderimize razı olup yok oluşu seçseydik varlığın geri kalanı güvende olacaktı…

Gözlerimi açtığımda Kâşiflerin yurduna geri dönmüştüm, evim dediğim yere…

“Duncan, nerelerdesin? Günlerdir sana ulaşmaya çalışıyoruz, seyahat kaydın da olmadığı için başına bir iş gelmiş olmasından korktuk.”

Ekibimden Traffi’nin sesini duymak iyi geldi. Bilinmeyen katmanları ziyaret edip yardıma muhtaç dünyaları ararken gittiğimiz her yerin kaydı tutulurdu akademide, kayıtsız bir seyahat yapılması mümkün değildi. Ayrıca tehlikeli olabilmesi sebebiyle katmanlar arası seyahat mutlaka bir ekiple yapılmak zorundaydı. Normalde akademi tarafından düzenlenen seyahatlerde hatıralarınızı kaybetmezdiniz, ancak benim için söz konusu olan farklı bir teknolojiyle yapılan kayıt dışı bir yolculuktu; bu durumda tek parça olarak geri dönebilmiş olmam bile mucizeydi.

“Başıma çok ilginç şeyler geldi.”

Evet, konuşabiliyordum, olması gerektiği gibi. Gittiğim yerde neden yapamıyordum emin değilim. Olanları elimden geldiğince Traffi’ye özetledim, pullu yaratıklar zor durumdaydı, ellerinde olmaması gereken bir nesneyi kullanarak farklı katmanlardan rastgele kişileri çağırıyorlardı ve son seferlerinde bir kâşife denk gelmişlerdi…

“Oraya geri dönmeliyiz, yardımımıza ihtiyaçları var.”

Seyahat akademiden yapılmış olsaydı oraya ulaşmak için bir yol haritamız olacaktı, fakat şimdi elimizdeki tek şey hatıralardı. Her katmanın kendine ait kuralları, daha doğrusu bir parmak izi var. Bu parmak izleri çoğunlukla benzer olup ayrıldıkları noktalar bütünün içinde göze çarpmayan şeyler, örneğin suyun moleküler düzeyde bir nebze farklı oluşu gibi. Gittiğiniz bir katmanda suyu içer ve içinde yüzersiniz ama değişikliği fark edemezsiniz, çünkü farklılıklar o katmanın kuralları altında anlamlı gelir. Yine de bedeniniz o suya değmiştir ve bu etkileşim akademideki bazı hassas cihazlar tarafından ölçülebilir.

Traffi ile uzun saatler süren çalışmalarımız sonucu gitmiş olduğum katmanın hangi aralıkta olabileceğine dair bir fikir edinmeyi başardık. Bu bilgiyi orada etkileşime girdiğim maddelerin akademide bulunan benzerlerinden ne kadar uzaksadığını ölçerek edindik. Elbette elimizdeki örnekler yalnızca yanımda taşımış olduğum kalıntılardan ibaretti; tırnaklarımın arasındaki kum taneleri, kanatlıların yemeğinden kalan ve henüz sindirilmemiş proteinler, rüzgârın saçıma karıştırdığı toz…

“Pekâlâ Duncan, taramaya başlayabiliriz diye düşünüyorum, elimizdeki verinin hepsini kullandık, bundan sonrasını deneyerek bulmak zorundayız. Ben diğerlerine haber vereyim.”

Farklı bir katmanı uzaktan gözleyemezdiniz, uzaktan bilgi ileten nesneler belirli bir katmanın kurallarına göre oluşturulmuş olurdu, katmanlar arasında çalışmazdı. Keşfetmenin tek yolu oraya bizzat gitmekti. Katmanlar arası seyahat, eğer ne yaptığınızı biliyorsanız, yolculuğun kendisi açısından tehlikesiz sayılırdı. İki boyutlu bir haritanın üzerinde hareket ettiğinizi düşünün, bu sizin kendi katmanınız içinde yaptığınız hareketleri içerir. Ama tek bir harita yok, üst üste yığılmış farklı boyutlarda milyonlarca harita var. Bir haritadan diğerine geçiş dikey bir hareketle mümkün olur; ancak yeni haritada, yani diğer katmanda, koordinatlar açısından aynı yerde olursunuz. Sadece haritanız değişmiştir. Katmanlar arası değişimin her zaman belirli bir oranda olması sebebiyle gittiğiniz yerde bütünüyle farklı bir dünya yoktur, bu yüzden dikey bir adım atıp da kendinizi uzay boşluğunda bulmazsınız. Dikey hareket boyunca haritanın sınırlarının size yaklaştığını fark ederseniz mevcut düzlemde biraz sınırdan uzaklaşmak yeterli olacaktır. Bu akademinin ilk yıllarında her kâşife öğretilen bir bilgidir…

Sekiz kişilik ekibimiz hazır olunca yola çıktık, çoğunlukla katmanlar arası bir hareket olduğu için fazla yer değiştirdiğimiz söylenemezdi ya da başka bir görüşe göre sonsuz miktarda yer değiştiriyorduk. Akademinin mavi bitkileriyle çevrili yeryüzü şekilleri önce yeşil çimenlere sonra kuru çalılara dönüştü. Yarılan topraktan çıkan alevlerden uzaklaştık, kumlarla kaplı bir denize gelince yavaşladık. Yakın katmanlar arası doğa birbirine ne kadar benzerse orada barınan canlılar da birbirinden bir o kadar farklıydı. Dikeyde bir adım atıp da hayat dolu bir katmandan terkedilmiş bir dünyaya geçebiliyordunuz. Derileri pullarla kaplı halkı ve onların eserlerini gözden kaçırmamak için daha dikkatli aramaya başladık. Yer olarak bizden fazla uzakta olamazlardı…

Tanıdık bir sahne çarptı gözüme.

“Bekleyin, işte burası olmalı. Şu çalıları hatırlıyorum, bu da aynı gökyüzü… Zek ve diğerleri burada öldürülmüştü…”

Yaşananların çok az bir kalıntısı vardı, cesetlerden eser yoktu, onları öldüren makine de görünürde değildi; yalnızca kurumuş dallar… Ama burada olmuştu, bundan emindim, biraz ötede kırılan zincirimin halkalarından birine rastladım… Peki cesetleri kim ortadan kaldırmıştı? Belki de kraliçenin adamları şehri gizli tutmak için kalıntıları temizlemişti. Yoksa saldırgan robotun işi miydi bu?

“Şehir şu yönde olmalı, sınıra yaklaşınca yalnız devam edeceğim, bizi tehdit olarak algılamalarını istemeyiz.”

Aracımız katman içi harekete de uygun tasarlanmış yatay silindir şeklindeki modellerden biriydi, yerden bir miktar yukarıda gidebilmesine rağmen kumlar bizi yavaşlatıyordu. Yaklaşık yarım saat sonra şehrin sınırına ulaştık, kanatlılar bu mesafeyi çok daha hızlı katetmişti…

Hafif esen rüzgâr kızıl gökteki bulutları sürüklüyordu, birbirine benzeyen taş binaların arasından geçip tanıdık bir giriş ardım. Geçen sefer etrafı dikkatlice inceleyemediğim için mi eskimiş görünüyordu binalar? Kapı dışarı edildiğim ağılın işlemeli tahta kapısı çürümeye yüz tutmuştu… Hafifçe ittirdim, acı çeker bir gıcırtıyla aralandı, içerideki kokular mide bulandırıcıydı…

“Kimse yok mu?”

Evet, bu sefer normal yollardan geldiğim için konuşabiliyordum, ancak sesimi duyacak biri yoktu etrafta…

Yer altına uzanan basamakları takip ettim, ışıklar sönmüştü ama kıyafetimin yakasındaki ısı enerjili fener yolumu aydınlatıyordu. Düşman saldırısı sebebiyle şehri terk etmiş olabilirler miydi? Robotlar şehrin yerini bulduysa eski mağaraların olduğu tarafa kaçmış olmaları muhtemeldi. Etrafta robotların olmayışının iyiye işaret olduğunu düşündüm, belli ki bu planlı bir eylemdi; yine de böyle her şeyi olduğu gibi bırakıp gitmeleri garipti. Kolumdaki iletişim cihazına uzandım.

“Arkadaşlar, yer altı şehrine girdim, tehlike yok fakat bölge halkı da görünürde değil. Şehri bir sebepten terk etmiş olabilirler, biraz ileride atalarının oyduğu mağaralarda saklandıklarını düşünüyorum. Bir kısmınız benimle işaretlediğim yerde buluşsun, geri kalanlar da yer altını araştırsın. Unutmayın, pullu yaratıklarla karşılaşırsanız yardım etmeye geldiğimizi söyleyeceksiniz, robotlara karşıysa merhamet göstermeyeceğiz.”

Takip cihazımda Traffi ve Mizuna’nın sinyallerinin mağaraların girişine doğru ilerleyişini izledim, diğerleriyse benim az önce bulunduğum yer altı şehrini araştırmaktaydı. Buraya ilk gelişimde gözlerimi hangi mağarada açtığımdan emin değilim, hepsi birbirine benziyor; birbirlerine tünellerle bağlı olmaları olası. Kaybolmamak için planlı şekilde ilerlemeliyiz, düşmanla karşılaşacak olursak silahlarımız hazır olmalı. Kıyafetlerimizin kol kısmında robotların beynini haşlayacak manyetik şok tabancaları var…

“Bu mağaralar ne kadar da dar. Uyandığında böyle bir odada olduğunu söylemiştin Duncan, peki seni doğrudan o odanın içine mi çağırdılar yoksa bilincin kapalı bir halde oraya mı getirildin?”

“Emin değilim Traffi, o an hiçbir şey hatırlamadığım için varlığımın burada başladığını düşünüyordum. Şöyle bir düşününce, çağırma işlemi burada gerçekleşmiyor olsa bunca zahmete neden katlansınlar? Beni yer altı şehrinde tutmaları daha kolay olurdu. Kullandıkları nesne bu mağaralardan birinde olabilir…”

Öyleydi de… Karanlık bir küp, ışıksız odalardan birinin ortasında bekliyordu. Boyutuna göre epey ağırdı, üzerinde açılacak veya basılacak bir kısım göremedim; tek parçadan ibaretti. Öte yandan pullu halktan kimseye rastlamadık, hiçbir iz yoktu…

“Siz nesneyle birlikte araca geçersiniz, ben yer altı şehrine uğrayıp diğerlerini kontrol edeceğim.”

“Duncan, biliyorsun, eğer geç kaldıysak bu senin suçun değil. Herkesi kurtaramayız, yalnızca elimizden geleni yaparız.”

“Bir numaralı kural, önce kendini kurtar; bunu biliyorum Traffi ama yollarımız bir şekilde kesişti, onlara yardım etmek için elimden geleni yapmam gerektiğini hissediyorum.”

“Anlıyorum, sadece kendini üzmeni istemiyorum. Büyük bir tehlike atlattığının farkındasındır umarım, döndüğümüz zaman en az bir hafta boyunca seyahat yapmamalısın.”

O bir hafta bir kâşif için ölümden farksız olurdu herhalde…

Boş koridorlarında yürüyorum terk edilmiş yer altı şehrinin… Kraliçenin şehir planını incelediği masa, üzerinde yabancı harflerden karalamalar dolu bir şekilde bekliyor sessizce… Bilge olanın baharatları un ufak olmuş, duvarlara oyulmuş hikâyelerin çoğu kaybolmuş…

“Burada yıllardır biri yaşamıyor gibi görünüyor…”

“Evet Duncan, çok garip, cihazlarımız da bu şekilde gösteriyor. Yaşamın izinin bu denli zayıf olması için yüz yıldan uzun süredir buraya kimsenin ayak basmamış olması gerekir.”

“Öyleyse benim gördüklerim neydi, hayaletler mi?”

“Hayaletler seni zincirleyemezdi…”

“Şaka ediyorum elbette, tüm bunların mantıklı bir açıklaması olmalı.”

“Makineler gelip tüm halkı yok edip sonra da izlerini bir şekilde silmiş olamaz mı?”

“İzleri silmekle uğraşmak onlara göre değil, bu tarz ince işlere enerji harcamak istemezler.”

O sırada iletişim cihazından bir ses geldi.

“Bunu görmek isteyebilirsiniz, en alttaki odadayım. Acil değil fakat nasıl anlatacağımı bilemiyorum.”

En alttaki oda bir çeşit mezarlığı andırıyordu. Giriş kapısına gardiyanlar gibi dizilmiş bir dizi heykel vardı, aralarından birinin bana benzediğini fark ettim.

“Bunlar farklı katmanlardan çağırdıkları kişiler olmalı, bakın, şu ben değil miyim?”

“Bu gerçekten çok ilginç, evet, sana aşırı derecede benzediğini itiraf etmeliyim…”

Heykelin altındaki sembollerin ne anlama geldiğini bilebilmeyi diledim, belki de sırra kadem bastığım yazıyordu. Diğer ziyaretçilerin çoğu bilmediğimiz türlerden canlılardı.

“Şu bir insan değil mi?”

“Evet, benziyor. Uzun zamandır onlardan biriyle karşılaşmadık, epey ilginç canlılar…”

“Bence yollarımızın kesişmemesi daha iyi, dua edelim de yeni katmanlarına sahip çıksınlar.”

Heykellerin arkasında geniş aralıklarla dizili büyük taşlar vardı. Oldukça büyük bir odaydı bu, ışığımız sonuna ulaşamıyordu. Hafif bir hava akımı derinlerden gelip merdivenleri takip ederek kaçıp gitmek istiyordu… Taşların bazıları bir arada duruyordu, bu şekilde olanlar arasında epey küçük olanlar da vardı. Kiminin üstüne semboller kazınmıştı, sanki şey gibi…

“Bunlar… Bunlar ölüler!”

Taşlar pullu yaratıkların kıvranır bir pozisyonda katılaşmasıyla oluşmuştu. Çoğu, zaman içinde ayırt edici özelliklerini kaybedip sıradan bir kaya halini almıştı, ancak aralarından bazılarının şekli apaçık ortadaydı. Bütün bir halk buraya gömülmüş gibiydi…

Olanları anlamıyordum…

“İşiniz bitince araçta buluşalım, ben önden gidiyorum.”

Yapabileceğim bir şey kalmamıştı fakat standart prosedürü uygulamamız gerekiyordu. Keşfe çıktığımız bu yer hakkında doldurulması gereken formlar, araştırılacak hususlar vardı.

“Hey, erken dönmüşsün.”

“Özür dilerim Traffi, biraz dinlenmek istiyorum, lütfen beni uyandırmayın.”

“Pekâlâ, sen bilirsin…”

Aracın içindeki uyku kapsüllerinden birine girdim. Bunlar uzun yol sırasında kâşiflerin dinlenmesi için tasarlanmış, yolculuğun negatif şartlarına karşı yalıtılmış özel hücrelerdi. Aslında yalnız kalıp düşüncelerimi toparlamak istiyordum, ama yorgunluk ağır bastı ve uykuya yenik düştüm…

Derisi pullarla kaplı küçük kız yanıma geldi…

“Neden kaçtın?”

Aslında kaçmamıştım, fakat bunu el işaretleriyle nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Hayır anlamında başımı iki yana salladım.

“Önce kendini bilmen gerektiğini söylemiştim sana…”

Bilge olanın sesi odada yankılandı, kendisi görünürde yoktu… Gök gürlemesine benzer bir ses takip etti onu; kraliçenin tacı yarıldı, taht yıkıldı… Yüzlerce örümcek duvarları delip de yol açıyordu, çok uzaktan onları yöneten kişi sinsice gülümsedi… Dört bir yanı sardılar, ölüm kaçınılmazdı…

“Kahramanlarını onurlandırdıkları odada son buldu varlıkları…”

Nereden geldiğini bilmediğim sesin sahibini aradım. Ortalıkta kimse yoktu, yalnızca karanlık…

Soluk soluğa uyandım.

“İyi misin Duncan? Dayak yemişe benziyorsun…”

“Neredeyiz?”

“Akademiye geri döndük, seni uyandırmak için gelmiştim.”

Uzun zamandır böyle bir rüya görmemiştim, o kadar gerçekçiydi ki…

“Bu arada hazırladığımız raporu incelemek isteyebilirsin, rastladığımız yazıtlardan bazılarını tercüme etmeyi başardık. Özellikle Kraliyet Günlükleri bölge halkının tarihi hakkında ilginç bilgiler içeriyor.”

Akademideki odama geçince raporu ekrana yansıttım. Evet, Kraliyet Günlükleri…

“Roscam’ın 79. kralı olarak tahta geçtiğimde, yaşamımızı sağlayan doğal kaynaklarımız tükenmek üzereydi. Bu muhtemelen tarihimize eklenen son paragraf olacak. Bunu kimin için yazdığımı dahi bilmiyorum. Heyhat, kaderin bir cilvesi olsa gerek, var olmamızı sağlayan tek şey bu gezegende yenilenemeyen bir parçacık. Konuk Taşı bizi bu felaketten kurtaramayacak, çağırdığımız son üç kurtarıcı kendine gelemeden parçalanıp gitti. Bilge olan Konuk Taşını ters yönde kullanıp bizi buradan uzaklaştırmayı deniyor ama yapılabilir olduğunu zannetmiyorum. Konuk Taşı kaçınılmaz olanı geciktirmekten başka bir şey yapmıyor. Geçmişin kahramanları bizi kara ölüme karşı korudu, onun yaratıklarını nasıl etkisiz hale getireceğimizi gösterdi. Peki ne için? Buraya zincirlenip kalmışız… Yine de minnettarız… En azından hep birlikte son bulacak… Son bir tören… Son bir kutlama…”

Robotlar sebebiyle değil miydi yani? Peki şu geçmişin kahramanları? Onlardan biri de ben olabilir miydim? Bir parça mutluluk hissettim fakat bu olanları değiştirmiyordu, hepsi ölmüştü, hem de niçin? Havasızlıktan mı? Bir çeşit mineral sayesinde mi yaşıyorlardı? Farklı bir katmanda bolca bulabilecekleri bir maden belki de…

Onlara yardım edebilirdim… Beni çağırma sebepleri robotlar değil de bu olabilir miydi?

Odamın kapısı açıldı, gelen akademinin başkanı Trovigus ve önde gelen üyelerdi.

“Aniden geldiğimiz için bizi bağışla Duncan ancak bu son olaylar doğrultusunda yaptığımız araştırmalar senin Roscam’da kayıtsız bir şekilde bulunduğunu gösteriyor. Elbette oraya bir dış çağrım aracılığıyla gittiğin için seni suçlamıyoruz, üstelik kanıtlara göre oraya yakın bir zamanda gitmemişsin, yani ilk gidişini kastediyorum.”

Ne demek istiyordu? Anlamaya çalışarak gözlerimi kıstım…

“Açıklaması güç, bunun mümkün olmadığını düşünüyorduk ama Roscam’daki yaşam izleri gösteriyor ki bundan yaklaşık yüz yıl önce oradaymışsın… Yani sadece katmanlar arası değil aynı zamanda, şey… Zaman yolculuğu da yapmışsın…”

“Nasıl olur? Unapiedra’nın hesaplarına göre bu asla mümkün olmayan, evrenin akışına ters bir durum.”

“Bunu biz de bilmiyoruz, şaşkınlığımızı mazur gör, ancak çağrı için kullandıkları nesne ile alakalı olabileceğini düşünüyoruz. Uzmanlarımız araştırmaya başladı bile. Nesneyle, onların deyişiyle Konuk Taşı, önceden etkileşime geçtiğin için deneylere senin de katılmanı isteyecektim. Ayrıca Zaman Kâşifi unvanını alacaksın, biliyorsun arada sırada basını da mutlu etmeliyiz?”

“Ne unvanı dediniz efendim?”

“Zaman Kâşifi, ilk zaman yolcumuz olduğun için bu ismi uygun gördük. Düşünebiliyor musun? Eğer bunu kontrol etmeyi başarırsak geçmişte yaptığımız hataları düzeltebiliriz…”

Yeni hatalar yapmak için bir mazerete benziyordu, elbette düşüncemi kendime sakladım.”

“Eee, hâlâ ne bekliyorsun Duncan?”

Hızlı adımlarla araştırma merkezinin yolunu tuttuk. Konuk Taşı cam bir fanusun arkasında mekanik kollar aracılığıyla incelenmekteydi.

“Tahliller taşın içinde ayrı bir mekanizma olmadığını gösteriyor sayın başkan, tek parça aynı elementten oluşuyor, henüz kayıt altına alınmamış yabancı bir madde bu. Roscam halkı yazıtlarında taşın nereden geldiğini açıklamıyor, ancak uzun yıllar boyunca onu kullanmışlar.”

“Peki taşı aktif hale getirmeyi denediniz mi?”

“Çeşitli moleküllere karşı tepkisini ölçtük, henüz hiçbiriyle etkileşime girmedi.”

“Sen ne düşünüyorsun Duncan?”

“Roscam halkı bilimden çok büyüye değer veriyordu, taşı kullanmak için büyü veya içten gelen samimi bir düşünce gerekiyor olabilir.”

Etraftaki araştırmacılardan bazıları kıkırdadı.

“Pekâlâ Duncan, bize bir büyü göster o zaman.”

Trovigus ciddi değildi belki de ama bunun aklımdan geçeni denemek için iyi bir fırsat olduğunu düşündüm.

“Akademideki herkesi dışarı çağırın lütfen, eğer işe yaramazsa söz veriyorum bir daha hiçbirinizi bu saçmalıklarla rahatsız etmeyeceğim, ancak bir kez olsun bunu denemem gerekiyor.”

Başkan çok istemeyen bir ifadeyle onay verdi, yarım saat içinde bütün akademi üyeleri, yani o an için yolculukta olmayan herkes, akademinin bahçesindeydi.

“Sizden ricam bunun işe yarayacağına bütün samimiyetinizle inanmanız. Roscam halkı gibi kurtuluşunuzun buna bağlı olduğuna inanın. En azından bana güvendiğinizi ya da bir şans verebileceğinizi tekrar edin içinizden. Bu taşın canlı olduğunu düşünün, düşüncelerinizi duyabileceğini ve size yardım edebileceğini…”

Fısıltılara aldırmamaya çalıştım, deli olduğumu söylüyorlardı muhtemelen, ama istenilenleri yapmak zorunda kalmışlardı…

“Hadi Duncan, artık dene şu bahsettiğin şeyi.”

“Tabii ki sayın başkan. Herkes taşın etrafına dizilsin lütfen.”

Ne yapacağımı biliyorum diye tekrar ettim içimden, bir yanımsa kendimi aptal konumuna düşürdüğümü söylüyordu. İşe yaramayacaktı…

“Şey, el ele tutuşup benimle birlikte mırıldanmanız da olası mı?”

Herkes yapmadı, ama yine de yüzlercesi vardı… Yüzlerce kişinin el ele tutuşup sözsüz bir müziği fısıldadıkları bir sahne… Ben de aralarındayım, ancak bir an sonrasında sonsuz bir boşluğa düşüyorum…

Bu sefer ne yapacağımı biliyorum dedim kendi kendime, sizi kurtaracağım…

Hiçliğin ötesinden sürüklenip çıkıntılı taştan bir duvara tosluyorum adeta… Neredeyim ben? Etraf karanlık, uzaktan işitilen gıcırtı dışında sessiz… Birisi mi yaklaşıyor? Paslı bir nem kokusu dağlıyor ciğerimi… Hepsinden önemlisi, kimim ben? Belki de şu anda var oldum ve bundan öncesinde yoktum. Nasıl anlayabilirim ki? Kim bilir, belki de yapmam gereken bir şey vardı ve onun ne olduğunu unuttum… Ama yine de bir boşluk olmaz mıydı içimde o vakit?

“Duncan” diyor bir ses arkamdan…

“Başardın!”

Neyi diye sormak istiyorum ama sesim çıkmıyor…

Kendimi işaret edip başımı sallamakla yetiniyorum…

Sinan Sonlu

Bilkent Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği mezunuyum, şu an yine aynı üniversitede bilgisayar mühendisliği üzerine doktora yapmaktayım. Kitaplar hayatımda daima önemli bir yere sahip olmuştur. Okunacak yazılar yazabilmek, dinlenecek sözler söyleyebilmenin yanında, en büyük hayallerimdendir.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Farklı boyutlara sürükleyen bir öyküydü. Karakterin hiçbir şey bilmeden uyanmasını, şaşkınlığını, çevresini keşfetmesini onunla birlikte yaşamamız çok güzeldi. Şimdiki zaman kipinin başlangıçta ve sonda kullanılması iyi bir seçim olmuş ve karakterle özdeşleşmeyi kolaylaştırmış. Ayrıca hafif bir şiirsel hava da katmış. Acaba Duncan başardıktan sonra gelecekte yani güncel dünyada neler değişti diye merak ediyorum.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for acimatriyarka Avatar for sina5an