Öykü

Kuyu

İkinci çocukları olan kızlarının adını “Remide” koymuşlardı. Bir oğlandan sonra gelen ikinci çocuk kızdı. Baba Hüseyin, illa rahmetli annemin ismini vereceğiz deyince Nesrin Hanım itirazlarını sürdürememiş kızlarının adını Remide koymuşlardı. Remide yıllar sonra adının anlamının “korkmuş, ürkmüş” olduğunu sözlüklerden öğrenmiş kendine ne kadar uygun olduğunu anlamıştı.

Remide, okulunu iki yıl önce zorla bitirebilmişti. Okuluyla, öğretmenleriyle ve arkadaşlarıyla bir hayli problem yaşamış neredeyse ite kaka mezun olmuştu. Annesi, bizzat gelerek tüm öğretmenleriyle konuşmuş hiç olmazsa bir lise diploması alması gerektiğini vurgulamıştı. Annesinin -ki annesi hayatta samimiyetine inandığı tek kişiydi- azmi sayesinde liseyi bitirmiş, liseyi bitirmesi sayesinde de bir tekstil fabrikasında iş bulmuştu. Memleketin işsizlerle dolup taştığı bir zamanda, diploması sayesinde iyi bir işi vardı. Evinde oturup koca beklemek yerine çalışıyor üretiyordu. Bu nedenlerle kendini mutlu saysa da doğuştan kendisine verilenlerle de hüzün yaşıyordu. Belki biraz daha asi biraz daha isyankar olsa punkçu da olabilirdi.

Yaşadığı problemlerin temelinde kendi özel durumu vardı. Yüzlerce gece, yattığı yerde Tanrıyla kavga etmesinin ya da anne ve babasına kızmasının nedeni olan özel durumdu bu. Kabahatin en büyüğüyse şimdi hayatta olmayan doğum doktorunundu. Birkaç saniyelik gecikme bir yaşamı bu kadar etkileyebilir miydi? Etkiliyordu. O bir kaç saniye süren havasızlık, yaşamını temelinden etkilemiş şimdiki acınası duruma düşmesine neden olmuştu. Jinekolog Doktor Celal bilmem kimin, annesinin ikinci doğumunu yaptıran doktorun adı buydu- hatasını çekiyordu. Kordon dolanması sonucunda, doğum anında bir süre kısa bir süre nefes alamayınca, beyni bundan etkilenmiş ve tam anlamıyla gelişmemişti. O birkaç saniye, yıllardır yaşadığı, ömrünün sonuna kadar da yaşayacağı bu duruma düşmesine neden olmuştu.

Yıllardır tedavi görüyordu. İlaçlar kullanıyor, yaşamla tanıştığı ilk anlarda olumsuz etkilenen beynini daha iyi kullanmaya çalışıyordu. Yine de durumu, o kadar kötü değildi. Kendisinden çok daha kötü durumda olanları görmüştü gittiği rehberlik servislerinde yada hastanelerde. Kendi işlerini görmekten aciz olanlar, üç beş yaşındaki çocuk beynine sahip olan yetişkinler, yanında biri olmadan tuvalete dahi gidemeyenler. Onların yanında, kendisi bilim insanı sayılabilirdi. Bütün enerjisini vererek ve öğretmenlerinin yardımıyla da olsa liseyi bitirmiş, halen çalıştığı işi bulmuştu. Bu duruma gelmesinde annesinin olağan üstü çabası ve modern tıbbın geliştirdiği ilaçların yapıcı etkisi söz konusuydu.

Çocukluğundan, hatta bebekliğinden beri yaşadığı sorunlara, son bir kaç haftada yenileri eklenmişti; Rüyalar. Kesinlikle kendisinin olmayan rüyalar. Başını yastığa koyduğu anda görmeye başladığı farklı kişilerin, farklı yaşamlarından kesitler olduğuna inandığı rüyalar. Neredeyse her gece başka biri oluyor o kişiyle kendisinin arasındaki benzerlikleri veya farklılıkları görüyordu.

Durumu kötülemeye başladığında, öğrenmeye ya da değerlendirmeye karşı kafasının direnci arttığında, hemen doktoruna koşardı. Artık ailede biri gibi olan Doktor İsmet Beyin önerdiği ilaçları tekrar kullanmaya başlardı. Maalesef ki her ilacın olabileceği gibi kullandığı ağır ilaçlarında yan etkisi vardı. Sanrılar görüyor, olmadık sesler duyuyordu. Garip sesler duymak,  olmayan şeyleri gördüğünü iddia etmek, her zaman olmasa da bazen başına geliyordu. Yıllardır bu yaşananlara kendisi de ailesi de alışmıştı. Son günlerde başına gelenler önceden yaşadıklarına hiç benzemiyordu. Gördüğü rüyalar açıklanması zor olaylardı.

Biri vardı kafasının içinde, yüzünü göremese de sesini duyamasa da biri vardı. Ne zaman gözlerini kapatsa bambaşka birinin yaşamını yaşıyormuş gibi hissediyordu kendisini. Rüyasında, kendini her yerin loş ışıkla kaplandığı bir yerde görüyordu. Hiç bir ışık kaynağı gözüne çarpmıyordu. Yalnızca gölgeler vardı, açık gölgeler, koyu gölgeler. Derin bir kuyu gibiydi burası. Derinlerde, çok derinlerde bir yerlerdeymiş gibi görüyordu kendisini. Hatta orada doğmuş, orada büyümüş ve orada ölecekmiş gibi hissediyordu kendisini.

Bunu ilk olarak ailesine anlatmıştı. Annesi “hayırdır inşallah, gündüz niyetine” diye kendisini dinlemeye başlayınca vazgeçti rüyasının tamamını anlatmaktan. Bir kaç cümle ile genel durumu anlatınca da “içinin çok sıkıldığını falan” söyledi. “Seni refah dolu günler bekliyor” demeyi de unutmadı. Söylediklerine kendisi de inanmıyordu ama yıllardır yaptığını yapmış kızına umut vermeye çalışmıştı. Annesi içinde yaşadığı duruma bağlamıştı gördüklerini. Kendi geleceğinden emin olmadığını yıllardır içinde bulunduğu güvensizliğinin kendisini fazlasıyla yorduğunu söylemişti.

Peki ya o gördüğü loş ışıklarla kaplı kuyu neydi. Rüyalarına giren yüzlerce metre derinliğe sahip geniş silindirik bir yapı neredeydi. Nasıl yapılmıştı bilemiyordu ama yattığı her gece bu kuyuyu görüyordu rüyasında. Biri o kuyudan çıkmaya çalışıyordu. Karanlığa bakıp yardım istiyordu. Kah aşağıya iniyor kah yukarıya çıkıyor çıkacak bir yer, bir yol aranıyordu. Bulamayınca da sessiz çığlıklar atıyor yardım diliyordu. En kötüsüyse, kendinden başkası bunu duymuyordu. Bir kaç gece sonra bir yanıt vermeyi denedi bu kişiye. Yapması gereken özel bir çaba yoktu, yalnızca düşünmesi yetiyordu, yoğun bir şekilde düşünmesi. Beklediği de olmuş, yanıtına yanıt almıştı bir zaman sonra.

Her şey güzel bir akşamın sonunda uykuya yatınca başlamıştı. Mesai arkadaşlarıyla sahile eğlenmeye gitmişler, güzel bir gün geçirmişlerdi. Milli parkın eşsiz sahilinde, yemişler, içmişler, denize girip şakalaşmışlardı. Deniz, kendisini iyice yormuş eve dönünce duşunu aldıktan sonra hemen uyumuştu. Belki saatler, belki de dakikalar sonra kendini o kapkaranlık kuyunun içinde görmeye başlamıştı.

Dairesel kesitli bir kuyunun iç yüzeyi göz göz pencerelerle kapılarla donatılmıştı. Aşağı doğru da baksa yukarı doğruda baksa kuyu uzayıp gidiyordu. Yüzlerce binlerce pencere vardı kuyunun dipsiz gibi görünen boşluğuna açılan. Ve merdivenler vardı, bütün katları birbirine bağlayan merdivenler. Dikey inip çıkan camlı tüpler asansörler vardı. İnsanlar vardı. O kapılarda görünüp kaybolan, tüplerle aşağı yukarı yolculuk yapan insanlar vardı, erkekler ve kadınlar vardı.  Çocuklar vardı, gençler vardı ama sonraki akşamlarda dikkatini çektiği gibi yaşlılar yoktu.

İçlerinden biri gözüne takıldı. Kendi yaşıtı bir genç karanlık bir odada uykuya yatmıştı. İşin en garibi, en kötüsü; yenilen yemekten sonra uykuya yatmış biri, rüyasında kendisini görmeye başlamıştı. “Antas” Kızın adı Antas tı. Kız mıydı? Hissettiği kadarıyla kız olamazdı. Kendisine yakın hissediyordu rüyasında kendisini gören kişiyi, bir tür cinsel cazibe gibi yani. O zaman bir delikanlı olmalıydı. Nasıl oluyorsa oluyor rüyalarda birbirlerini görüyorlardı.

Bir iki gece sonra, aralarındaki iletişim güçlenmişti. Arada kelimeler olmasa da birbirleriyle konuşuyorlardı. Çok sonra bu durumu kendisinin çok sevdiği ama karşılık görmediğine inandığı abisine uygun bir dille söyleyince “telepati” demişti. Telepati. Bilinen yolların dışında iletişim kurma. Öyleyse, Antas gerçekti, yaşıyordu ve böyle bir kuyu vardı, bu kuyuda yaşayan insanlar vardı. Bütün bunlar beyninin kendisine şakası değildi, kendisi kafasından uydurmuyordu.

Bir akşam erkenden yattı. Eğer düşündükleri gerçekse, O genç delikanlı da benzer durum olmalıydı. Onunla bağlantı kurmak istiyordu. Onu tanımalı, kim olduğunu bilmeli, daha önemlisi, niçin rüyalarına girdiğini anlamalıydı.

Antas, kocaman dünyasında mutluluk içinde yaşıyordu. Daha doğrusu yaşıyordu. O rüyalar başlamadan önce…  İyi bir ailesi vardı. Üst düzey yöneticisi olan babası, kendilerini çok iyi bir şekilde geçindiriyordu. İyi bir eğitim almıştı Antas. Evrenlerinin tek üniversitesinden mezun olmasına, yalnızca az bir zaman kalmıştı. Toplumuna yararlı bir birey olarak çalışmaya başlayacaktı bir dönem sonra. Göndericinin emrettiği şekilde yaşayacaktı, üyesi olmaktan şeref duyduğu toplumunu tıpkı babası gibi, Gönderici’nin emir ve yasakları dahilinde yönetecekti.

Neydi yaşamlarının temeli olan birinci kural; “Sormayacaksın”, ikincisi ise “Sordurmayacaksın” dı. Ve devam ediyordu “Sorgulamayacaksın”, “Sorgulatmayacaksın”. Bazen aklına gelse de bazı sorular, hemen unutma ve uyma dualarını okuyordu.

Sonra bir gün, kafasının içine “Aykırı Kişi” nin görüntüsü girmeye başlamıştı. Bir genç kız olarak uykusunda kendisini ziyarete geliyor, güzel rüyalar görmesine neden oluyordu. Bu kişi kendisini aydınlık ve uçsuz bucaksız yerlerde görmesine neden oluyordu. Büyüklerinin hep uyardığı uzak olmalarını söylediği kabusları görmeye başlamıştı. Eğer birine söylerse veya ağzından kaçırırsa tedavi için bir yerlere kapatılacağını biliyordu. Bu nedenle sustu ve içinde beliren kötücül gücü kendi yenmeye çalıştı.

Başlarına dert olan, Aykırı Kişi’ler, zaman zaman herkesin rüyasına girebiliyordu. Rüyalarla, sorularla ya da başka yollarla kendisini bazen aykırı yollara sevk etmeye çalışıyordu. Örneğin, Kimsin diyordu?… Nereden geliyorsun diyordu? Sonra nereye gittiklerini soruyordu. Bu silindirik, kutsal dünyaları ne zamandan beridir vardı. Kim var etmişti bu dünyayı?  Kuyu dünyadan öncesi var mıydı? Sorular… Sorular… Ardından tövbe ediyordu kötü düşünceleri için. Kendisini, Göndericinin gönderdiği bu yoldan çıkarmaya çalışan Aykırı Kişi nin yaptıklarını Kadim Kitap anlatmıştı. “Belirlenen rotanın dışına çıkılmaması” diyordu Kadim Kitap. Aykırı kişi ise belirlenen rotadan zaten çıkıldığını, kendilerinin yanlış yola gittiklerini söylemişti.” Böyle bir şey olabilir miydi? Her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlayan, yüce tasarlayıcı, “Gönderici” nasıl bir hata yapabilirdi. Yapmaları gereken tek şey, Gönderici kendileri için gerekli her şeyi planlamış ve hazırlamış olduğuna inanmaktı. İtiraz etmeden ve sorgulamadan emir ve yasaklara uymak düşüyordu. Ki bütün bunları kabullenmesi o korkunç ve bir o kadar da güzel rüyaları görmesine kadar sürmüştü.

Antas’ın, ailesinin, arkadaşlarının ve toplumunun tüm evreni bu kuyuydu. Kuyunun sonrası var mıdır?  Yoktur ve Olamaz. Öncesi var mıdır? Yoktur ve Olamaz.  Kuyu, varlığın ta kendisidir zaten. Toplumunun bir kaç okulundan birinde okuyan bir çocuk olarak, öğretmenlerine sorular sormuştu küçükken. Ders esnasında, öğretmeninin anlattıklarını sorgulamaya başlamıştı. Örneğin nasıl olurda tüm dünyaları bu kuyudan ibaret olabilirdi. Nasıl olurda güneşleri ya da göremedikleri ama adına güneş dedikleri nesne hep aynı günde ve aynı dakikada doğmakta ve batmaktaydı. Okul yönetiminden bir kaç uyarı aldıktan sonra vazgeçmişti sorularını dillendirmekten.

Bazen kuyunun aşağısında veya yukarısında ne var diye merak ederdi. “Aşağı doğru insek, insek, hep insek nereye varırız derdi. Tam tersi olarak, yukarı çıkmakla nerelere varabileceklerini sorardı arkadaşlarına. Arkadaşları, kendisine bir günahkarmış gibi bakarlar ve yanından uzaklaşırlardı. Öğretmenleri onu tehlikeli düşüncelere saplandığını söyleyerek uyarır böyle devam ederse, kendisini, kurula bildirmek zorunda kalacağıyla korkuturlardı. Bu nedenle kendine bir kafa dengi arkadaş bulamamıştı.

Bir gün uzun süren bir düşünce ya da kararsızlık döneminden sonra aşağı doğru inmeye başlamıştı. Aşağı inmek daha kolay gelmişti kendisine. Normal katları indikten sonra çalışma ve üretme bölgelerine geldi. Durmadı. Alışmadığı kadar aşağılara inmişti. Öyle ki yukarı baktıkça, kendi konutlarını göremez olmuştu. Yoluna devam ettikçe bilmediği yerlere girmekteydi. Bakımsız, fare ve diğer hayvanlara mesken olmuş bölgelere. Ulaştığı her bölge, bir sonraki bölgenin, insansız ve tehlikeli bölge olduğu konusunda uyarı yazılarıyla dolu oluyordu. Korkuyordu aşağı indikçe. Korkuyordu ama merakını da yenemiyordu. Bir yerlerde rüyalarına giren yabancıyı bulacağına inanıyordu.

Maden bölgelerine vardı. Bu bölge, koloninin ya da ülkenin tüm enerjisini elde ettiği yerdi. Göndericinin kendileri için dizayn ettiği, sonsuz güç ve enerji kaynağıydı. “Raktör” ün makamıdır burası. Çalışanların göreviyse Raktör ü besleyecek maddeleri bulup çıkarmaktır bilinmezlik evreninden. Sonraki aşamaysa emredildiği gibi özel ve kutsal giysileri giyip ona yaklaşmak, madencilerin bilinmezlik evreninden bulup çıkardıkları cevherleri kendisine sunmak. Babası, eğer eğitimini tamamlamazsa, kendisini bekleyen yegane işin bu olduğuyla korkutmuştu kendisini. Bütün bu olanakları sunan Göndericiye, bu şekilde teşekkür edecektir yinede. Ne de olsa Kıyamet gününden sağ kalanlara o can vermiştir. O, dünyaların çarpıştığı uğursuz günden, sağ olarak kurtulmalarını sağlamıştır; Kadim Kitap böyle demektedir.

Madende, babasının tanıdıklarına rastladı, Antas. Her ne kadar üst düzey yönetici olsa da, çalıştığı bürolar kuyunun yukarısında yönetim katında olsa da; babasının çok geniş bir çevresi vardı. Delikanlı onlara, ödevi olduğunu bu konuda araştırma yaptığını söyler. O yorgun ve hasta görünüşlü adamlar, kendisini uyarır hatta biri birlikte geri dönmeyi bile teklif eder. “Sen araştırmalarına devam et akşam birlikte döneriz” der.

Antas araştırmalarına başlar. Galeriler açılmıştır metrelerce. Belli bir eğimle aşağı iner. Karanlıktan başka bir şey yoktur bu galerilerde. Kolonilerinden çok daha karanlıktır buraları. Karanlıksa, korku demekti. Delikanlı bir zaman sonra aşağıya inmekle bir şey elde edemeyeceğini anlayınca geri dönmek zorunda kalmıştı. Ulaştığı son noktada, kazı makineleri terk edilmiş halde durmaktaydı. Bilinmezlik evreninin sınırı olmalıydı buralar. Daha aşağılara inmek kendisine bir yarar sağlamayacağı için çaresiz geri döndü.

Günler geceler birbirini kovalıyordu. Gördüğü rüyalar azalmamış aksine çoğalmıştı. Rüyalarına giren kişi sürekli kim olduğunu nerede olduğunu soruyordu. Ama o, kendisine bile veremediği yanıtları, rüyasındaki yabancıya nasıl vereceğini bilemiyordu. Bu durum, Antas ta kimlik bunalımına neden olacak kadar ağır etkiler bırakıyordu. Toplumundan uzaklaşmaya başlamıştı, ailesine ve arkadaşlarına karşı ilgisini yitirmişti. Sorular… Sorular… Kafasının içinde dönüp duran sorular vardı.

Bu durumu nasıl kabullendiklerini anlayamamıştı. Bir tür beyin yıkama ya da bir din öğretisi şeklinde eğitilmişlerdi. Kadim kitap ne derse onun sözünden çıkmamaları sürekli telkin ediliyordu. Kesinlikle soru sormayacaklardı, Sorgulamayacaklardı. Kendilerine verilen her görevi, önünü ve ardını sormadan yerine getireceklerdi. Bu dedelerinin zamanında da böyleydi kendi zamanlarında da. Toplumun kendisi için çizdiği çizgiden dışarı çıkmayacaktı. Okuduğu okul, bir yönetici okulu olduğu içinde babası gibi yönetici olacaktı. Bir dönem sonra stajyer yönetici sonra sorumlu yöneticiliğe terfi edecekti.  Alt kademe, orta kademe deyip yükselecekti. Ve sonunda da babası gibi bir üst yönetici olacaktı. Ve sonra varlığını topluma armağan edecekti.

Cebinden Kadim Kitabını çıkardı. Herkesin cebinde bir kadim kitap vardı, olmalıydı, yasalar böyleydi. Kitabını araladı, ilk cümleyi okudu. “Sormayacaksın” Yalnızca ilk başı değil her bölümün başı da aynıydı. “Sormayacaksın, içinde yaşadığın toplumun geleceği için, yalnızca söylenenleri yapacaksın, sormayacaksın.” Sonra “Sorgulamayacaksın, Sizleri sizlerden bile iyi tanıyan Göndericiniz sizler için gerekenlerin, gerekebilecek olanların en iyisini düşünmüş ve hazırlamıştır. Yalnızca Ona ve onun gönderdiği kitaba itaat edeceksiniz” diyordu Kutsal “Kadim Kitap.”

Aşağı doğru inmesinin üzerinden bir hayli zaman geçmişti. Koşullar uygun olduğunda, yukarıya doğru tırmanmaya başlamıştı Antas. Çalışma sahalarını, mağazaları üretim birimlerini geçmişti. Yavaş yavaş çıkıyordu basamakları. Dikkat çekmeden, yukarıdaki Eğitim bölgelerini geçmişti. Yukarı doğru kademe kademe artan konutları geçmişti; halk konutlarını, yönetici konutlarını geçmişti. Tüm birimlere tepeden bakan her şeye hakim, üst yönetici bürolarını geçmişti. Özel bölgelere geldiğinde daha dikkatli davranmaya başlamıştı. Nöbetçilere ve görevlilere yakalanmamaya çalışarak o bölgeleri de geçmişti. Eğer birine yakalanacak olursa ya da gizli gözler varlığını koruculara ulaştırırsa bir kaç gün önceki mazereti – ders araştırması mazeretini- ileri sürecekti. Nede olsa bu gerekçe aşağıda işe yaramıştı.

Yukarıdaki son noktaya ulaştığında nefes nefese kalmıştı. İnçık tüplerini kullanmamıştı görünmemek için. Ayna gözlerin İnçık tüplerini sürekli kontrol ettiğini biliyordu. Bu nedenle adım adım çıktığı basamaklar yormuştu kendisini. Konsey Başkanının konutunun yanından yukarı çıkmaya devam ettiğine inandığı yolun sonundaydı. Bilinen yolun son noktası olan büyük maden kapının önündeydi.

Bir süre durdu kaldı o nokta da, kocaman maden kapı karşısındaydı ve kesinlikle geçit vermeyecek gibi durmaktaydı. Çaresiz geri döndü . Nede olsa akşam olmak üzereydi. Evine ailesinin yanına dönmek zorundaydı. Ama yolu öğrenmişti ve rüyalarındaki yerin, bu kapının ardında olduğunu düşünüyordu. Kapıda kendisini durduramayacaktı.

Dikkat çekmemek için yine yukarı çıktığı yerden değil de başka ve bilmediği bir yerden indi. Daha önce fark etmediği ilk defa gördüğü bir yolu gördü. Aydınlık ve ışıl ışıl bir yol. Yürüdü… Yürüdü, yürüdükçe gözleri kamaştı. Ve terlemeye başlamıştı. Yolun kenarında bir maske buldu. Koyu renk camları gözlerinin önüne gelecek şekilde taktı maskeyi. Gözleri biraz olsun rahatlamıştı.

Vardığı yer tarımsal üretimin yapıldığı yapay tarlalardı. O zaman okul kitaplarında okuduklarını anımsadı. “Göndericiniz sizin için her şeyi düşünmüştür” Yukarı baktı. Alışılmadık yükseklikteki tavan tamamen aynalardan oluşmuştu. Uzaklarda yanan ya da parıldayan alevler orayı aydınlatmaktaydı. Bu ise hem kendilerine düzen sağlayan gün ışığının hem de zaman zaman dağıtılan iyi yiyeceklerin kaynağını açıklamaktaydı. Kadim Kitabı anımsadı “Göndericiniz sizler için her şeyi düşünmüştür.”

Antas geri döndüğünde gördüklerini kimseye anlatmadı. Anlatırsa, kimsenin kendisine inanmayacağını bildiği için anlatmadı. İlk tatil günü, “Unutulan Cennet Günü” oraya tekrar gidecekti.

Her ne kadar maddi sorunları olmayan, her şeyin düşünüldüğü planlandığı bir toplum olsalar da üyesi olduğu toplumun bir sorunu vardı. Son günlerde artan nüfus sonucu, evrenlerine sığamaz olmuşlardı. Doğup büyüdükleri kuyu kendilerine yetmez olmuştu. Üretilenler, yaşayanların gereksinimlerini karşılayamaz durumdaydı. Eğitim ve istihdam sorunları başlamıştı. Okullar ve eğitim kurumları gereksinimlere yanıt veremeyecek duruma düşmüşlerdir. Sınırlı sayıdaki konutları paylaşamıyorlardı. Barış içindeki toplumları gerginleşmeye başlamıştı. Birbirlerine sevgiyle bakan insanlar düşmanca duyguları öğrenmeye başlamışlardı. Kuyuları, dünyaları, Evrenleri kendilerine dar gelmekteydi. Sorunlar dağ gibi birikmiş ve çözüm bulunamaz hale gelmişti.

Yöneticiler çaresizlik içindeydiler. Toplumun tüm katlarında olduğu gibi eğitim kurumlarında da durum tartışılmaya başlanmıştı. Özellikle son sınıf öğrencilerinde bitirme ödevi gibi kabul edilmeye başlamıştı bu sorunun çözüm araştırmaları. Yöneticiler öğretmenlerden, öğretmenlerde öğrencilerden, çözüm üretmelerini istemekteydi bir tür beyin fırtınası gibi.

Antas, bu soru kendisine geldiğinde, çare olarak evrenin sınırlarına bakmayı önermişti. Alay edeceklerini bildikleri için gördüğü rüyalardan bahsetmedi ama yine de kafasındakileri söyledi. Bilinen evrenlerinin sınırlarını aşıp bilinmezlik evrenine ulaşmalarını, olabiliyorsa daha ötelerine geçmelerini önerdi. Bu araştırmaları, gönüllülerden oluşan gurupları yapacaktı. Kendisinin, bu tür ekiplerde görev alabilmek için gönüllü olduğunu söylemeyi de unutmadı. Daha aşağılarda ya da daha yukarılarda kendilerine uygun yaşam birimleri kurabileceklerini anlatmaya çalıştı. Daha geniş konutları olacaktı. Daha geniş okulları, daha geniş toplantı salonları, gezinti bahçeleri… Gel gelelim sözlerini dinleyen yoktu. Arada bir kaç mırıltı sözlerini destekler görünse de sınıfın geneli kendisini dinsizlikle suçlamıştı. Bir sapkına dönüştüğünü haykıranlar bile vardı sınıf arkadaşları arasında.

Üzerinde baskı hissettiğinde, bir ara gördüğü rüyaları, ailesine anlatmak istedi.  Babası böyle bir şeyin kesinlikle olamayacağını söyledi sert bir ses tonuyla. Böyle bir şey asla mümkün değildi ve mümkün olması düşünülemezdi.  Her ne kadar serbest görüşlü gözüken babasının da Kadim Kitabın sözlerinden çıkamayacak birisi olduğunu anlamıştı Antas. Yine de babasının bir anlık durgunluğundan umutlanmıştı kendisini. Sanki kendisine inanmış ya da inanacak gibi zannetmişti. Bir şey vardı bakışlarında anlayamadığı.

“Bir şey mi oldu baba?” dedi. Adam, dalgın bir ses tonuyla.

“Yok, yok bir şey diye kaçamak yanıtladı oğlunu. Kafasındakini bir kaç gün sonra toplanacak Olağanüstü Toplum Yönetim Konseyinde dile getirecekti.

Babasından destek bulamayan genç, işin kendisine kaldığını anlamıştı. Ötelerde bir yerlerde geniş ve aydınlık bir evren vardı. Gördüğü rüyalar, Aykırı kişinin kendisine bir oyunu olamazdı. “Ya göndericiyse rüyalarına giren” Sürekli gergin duran dudaklarında ince bir gülümseme belirdi. Eğer, Göndericiyse rüyasına giren kendisi seçilmiş kişiydi o zaman. O halde kendisi o evreni bulmalıydı, halkını oraya götürmeliydi. Yapması gereken, kendisiyle iletişim kurmaya çalışan kişiyi, rüyalarının Tanrıçasını bulmaktı.

Fanatik “Kadim Kitap” çılar kutsal kitaptan uzaklaşıldığı için bu duruma geldiklerini söylemekteydiler. Kadim Kitabın öğretilerinin dışına çıkılmıştı, safahata ve lükse batılmıştı. İnsanlar olmadık sorular soruyorlardı. Sorguluyorlardı. Bu nedenle “Gönderici” toplumlarının sıkıntıya düşmesine göz yummuştu. Bir tür cezaydı yaşadıkları. O zaman çözümde Kadim Kitapta Gönderici tarafından yazılmıştı. Erken Uğurlama. Yapılması gereken, belli aralıklarla düzenlenen törenin, olağan dışı bir şekilde tekrarlanması gerekiyordu.

“Uğurlama…”  Öte dünya aklına geldi. Toplumda yaşayan her kesin bir gün gideceği bir yerdi Öte Dünya. Doğduğunuz günden saymaya başlarsanız kırkıncı yılın sonunda gideceğiniz yerdi Öte Dünya. Kırmızı ovaların her yanda göz alabildiğince uzandığı, al renkli gökyüzünün altında özgür rüzgarların estiği bir yerdi ötedünya. Toplumun tüm bireylerinin özgürce, bir arada sonsuza kadar yaşadığı bir yer. Ne bir duvarın nede bir sınırın olmadığı bir yerdi. Her şeyin başladığı o muhteşem yerdi. Kovulunan Cennete geri dönüş. Ve sonsuz yaşam…

O yerde, kovulunan Cennet te yaptığınız fedakarlıktan sonra yaşadığınız yaşantınıza göre bir yer alıyordunuz. Kendinize ve Toplumunuza iyi ve yararlı bir yaşam sürdürdüyseniz Göndericinin yanında sonsuza kadar yaşıyordunuz. Sonsuza kadar. Yok eğer kötüyseniz yine sonsuza kadar yaşıyordunuz ama acı içerisinde. En azından cezanız bitene kadar.

Toplumunuz sizi eğlenceyle törenle gönderiyordu öte dünyaya. Bir düğün ve şenlik sonunda sizi uğurluyorlardı. Yüksek kapının arkasına geçiyor huzur ülkesinde uykuya yatıyordunuz. Peki ya sonrası… Sonrası bilinmiyordu işte. Derin bir uykunun kollarına yatıyordunuz İşte Fanatiklerin çözüm diye düşündükleri nüfusun fazlasını bir ödül olarak erken uykuydu İşte o zaman hem gidenler Göndericinin kızıl göğünün altında rahat edeceklerdi, hem de kalanlar Kuyularında huzur içinde yaşamlarını süreceklerdi.

Olağanüstü Toplum Yönetim Konseyi toplanmıştı. “Binlerce yıldır yaşadıkları toplumun geleceğinden hep sorumlu olduklarını, aldıkları kararların kendilerinin ve toplumlarının uygarlıklarının varlığını sürdürebilmesi için ne kadar önemli olduğunu söyleyerek açmıştı başkan toplantıyı.” Öyle herkese açık bir toplantı değildi bu. Son gelişmeler doğrultusunda bir durum değerlendirmesi yapacaklardı. Yaşanan ve çözüm bulunması gereken onca konuya ek olarak bir başka dertleri vardı.

Hatta bazı fanatikler, yaşananların, o meraklı ve Aykırı kişiye kapılmış genç yüzünden başlarına gelen, Gönderici tarafından verilen bir ceza olduğunu bile söylüyorlardı. Her ne kadar Antas gezilerini gizli gizli yaptığını düşünse de toplumun egemenleri bütün olan bitenin farkındaydı. Bu nedenle Aykırı kişi kurbanı olan bu genç gündemin birinci maddesi olmuştu.

Bir genç ortaya çıkmıştı son zamanlarda. Her şeyi merak eden, durmadan oradan oraya gezen bir gençti bu. Kadim Kitabın buyurduklarının tersini yapan ve en önemlisi sürekli sorular soran, sorgulayan bir genç. Durumu yalnızca izleniyordu. Sarı çizgileri geçmiş, kırmızı çizgilerin sınırlarında dolaşıyordu. Eğer Üst düzey yöneticilerden birinin oğlu olmasaydı kesinlikle cezalandırılabilecek biriydi.

Antas ın babası söz alarak oğlunu savunmaya çalıştı. Ne de olsa kendisi konseyin sürekli üyesiydi. Etkili biriydi, sevilen, sayılan biriydi. “Oğlunun genç biri olduğunu hatalar yapabileceğini” söyledi. “Aykırı Kişi” nin etkisi altında kaldığını ekledi. Bir kaç zamandır garip rüyalar gördüğünü söylemeyi unutmamıştı. Bir türlü anlam veremediği garip rüyalar. Gerçi Baba özel konuşmalarda da kurul üyesi arkadaşlarına anlatmıştı bu durumu.

Baba, asi oğlunun gördüklerini fazla iyimserlik ve geniş hayal gücü olarak yorumlamıştı. Hatta Konsey izin verirse çocuklara masal kitabı yazan bir sanatçı olabileceğini söylediğini anlattı. Kafasındaki düşünceleri dağıtmasını geleceği düşünmemesini istediğini söylemişti. Okulu bitirince karşısına çıkacak Yönetim sınavını kafasına takmaması gerektiğini söylemişti. Ne de olsa kendisi üst düzey yönetici oğluydu. Yine de gördüğü rüyalar azalmamıştı. Kuruldan biri söz aldı.

“Ne tür rüyalardı bunlar. Bize biraz anlatır mısınız?” deyince masa çevresinde bulunan kişilerden itiraz homurtuları duyulmaya başlamıştı. Adam sözlerini kürsünün üzerinde hiç konuşmadan duran başkana bakarak ;  “Yüce Konsey izin verirse tabi” dedi. Başkan, kafasını olumlu bir şekilde sallayınca homurtular biraz olsun azalmıştı. Baba ayağa kalktı. Başıyla ağzından çıkacakları merakla bekleyen konsey üyelerini selamladı.

“Duvarların olmadığı bir yerden söz etmişti. Gözlerini kapatmak zorunda kaldığını söylemişti ışığın şiddetinden. Parlak beyaz bir ışık tüm açıklığı kapladığını söylemişti. Kafasını kaldırıp ışığın kaynağı olan nesneye bakmaya çalıştığını ama bakamadığını söylemişti. “Elleriyle gözlerini kapatmak zorundaydım biraz olsun yukarı bakabilmek için” demişti. Anlatılanları ağızları açık dinleyen üyelerden biri istem dışı konuşmuştu.

“Kadim Kitabın özel bölümlerine, geçmişi anlatan bölümlere o kadar benziyor ki gördükleri.” Bir diğeriyse, “Yaratıcı, toplumunu cezalandırmadan önce, toplumu kendisine verilenleri kötüye kullanmadan önce anlatılanlara benziyor gördükleri.” Ayaktaki baba anlattıkça oğlundan dinlediği rüyasını konsey üyeleri kendi aralarında konuşmadan edemiyorlardı.

“Biraz da, iyi insanlar olduklarında ve bedenlerini toplumlarına verdikten sonra Yaratıcının kendilerini ödül olarak gönderecekleri kutsal yerlere benziyordu. Ne diyordu Kadim Kitap “Işığın gökyüzünde bir top gibi parladığı her yerin ışıl ışıl aydınlandığı bir yere gideceksiniz. Orada yaşayan kardeşlerinizle ortak bir geleceğiniz olacak”

Bütün bu konuşulanlar hoş görünse de ortada bir aykırılık vardı. Kadim Kitabın lanetlediği “Aykırı Kişi” ye hayranlık vardı. Sonuçta ortada değişmeyen bir gerçek vardı. Meraklı bir genç sağda solda dolaşıyor, yasaklanmış yerlere girmeye çalışıyordu. Rüyalar gördüğünü, rüyasında ışıklar içinde, geniş, mavi, sonsuz bir açık alanda dolaştığını söylüyordu. En kötüsüyse sorular soruyordu. Kadim Kitabın en eski, en temel kuralına karşı geliyordu. Bir adım ötesiyse “İnançsızlıktı. Göndericiye asi olmaktı. Kara araç ile yolculuktu.

Konseyin diğerlerine göre genç üyelerinden biri söz istedi.   Anlatılanlar aynı zamanda Kadim Kitabın kayıp sayfalarında anlatılanlara o kadar çok benziyor ki” dedi. Bu cümle o ana kadar toplantıyı sessizce dinleyen başkandan beklenmedik bir tepkinin gelmesine neden olmuştu.

“Ne Kayıp sayfaları!!” dedi kükrercesine. Başkan Konseyin konuştuklarından memnun değildi anlaşılan. Yanındaki yardımcıları sözleşmişler gibi başkanlarına destek verdiler.

“Kadim Kitap tektir ve değişmemiştir.”

“Kadim Kitabımız; Göndericimiz ve sonunda Ona uğurlanacağımız Tasarlayıcı tarafından korunmaktadır. O ana kadar durumu izleyen üyelerin çoğu tepkilerini açıkça göstermeye başlamıştı. Konsey üyelerinden biri ayağa kalktı

“Hadi, hep birlikte tövbe edelim” dedi. Salon tövbe sözcükleriyle çınlamaya başlamıştı. Ama az önce söz alan genç üyenin susmaya niyeti yok gibiydi.

“Peki, o zaman Kadim Kitabının sonuç bölümünde anlatılan  “Bir gün gelecek içinizden biri, dış evrenle bağlantı kuracak. Kendisinin evrensel ikiziyle aynı rüyayı görecek” Öngörüsüne ne dersiniz” dedi. Masanın çevresindekiler üzerine yürümüş kendisini tartaklamaya başlamışlardı. Sayısız el ağzını kapatmaya çalışsa da ama onun sesi duyulmaya devam ediyordu.

“O zaman yeni dünyanızla tanışacaksınız, yeni komşular edinecek onlarla kaynaşacaksınız” diyordu. Kendisini destekleyen ama korkudan sesini çıkaramayanlarda içlerinden  devam ediyorlardı;

“O zaman sizlerin gerçek kurtuluşu sağlanacak.”

“Kendiniz gibi akıllı ve uygar canlılarla birlik olacaksınız.Bu sizin kurtuluşunuz olacak…”

İyi ki toplantı gizli yapılmıştı. Geçmiş yöneticilerin, Kadim Kitapta, Toplumlarının yararına yaptıkları bazı değişiklikler dikkat çekmemişti. Antasın babası da diğerleri de genç üyenin doğruyu söylediğini biliyorlardı. Ama kimse macera aramak istemiyordu. Yaşadıkları huzurlu ve güvenli dünyanın sürüp gitmesini arzuluyorlardı. Kendileri için en hayırlısı da buydu.

Uzun tartışmalardan sonra o gencin yakalanması ve toplumun geleceği için erken uyutulmasına karar verildi. Yaşının gelmesi beklenmeyecek, ilk fırsatta uyutulacaktı. Antas için bir karara daha varılmıştı. Her hangi bir şenlik ya da eğlence yapılmadan sessizce uyutulacaktı. Adı da, diğer isyankarlar ve günahkarlar gibi kara deftere yazılacaktı.

Bu karara en çok üzülen Antas ın babası olmuştu. Başta itiraz etmeye çalışmış ama ne konseye nede Kadim Kitaba karşı duramamıştı. Ne yazık ki yapabileceği hiç bir şey yoktu.

Antasa haber stajyer yazman sınıf arkadaşı tarafından ulaştırıldığında vakit gece yarısıydı. Yurtlarının duvarlarına vuran, akşamı belirten hafif ışık kaybolmuş, yerini gecenin derin karanlığına bırakmıştı. Gönderici, kendileri hakkında gerekli her şeyi düşünmüştü. Eşit zaman dilimleri halinde karanlık ve aydınlık dönemler yaşıyorlardı. Aydınlık dönemlerde toplumun kendilerine verdiği işleri yapıyorlar, karanlık dönemlerdeyse yatıp dinleniyorlardı. O, görevliler dışında, dışarı çıkmanın yasak olduğu dinlenme saatlerinin ortalarında, arkadaşı her riski göze almış, gelip kendisini uyarmıştı. “Seni erkenden Yüksek kapının arkasındaki salona gönderecekler, uyutacaklar” demişti kurul yazmanı dostu. “Bir şeyler yapmalısın” diye ekledi. İyi de ne yapabilirdi, gitmekten başka.

Hazırlıklarını yaptı, rüyalarında gördüğü aydınlık ve ışıkla dolu yeri arayacaktı. Giyindi aceleyle ve yola çıktı. Bir saat sonra yerleşim merkezlerinin bir hayli yukarısındaydı. Birkaç gün önce karşısında durduğu kocaman maden kapı karşısındaydı yine ve yine kesinlikle geçit vermeyecek gibi duruyordu. Zorluklada olsa kapıyı araladı. Karanlık içinde karanlık uzanıyordu önünde. Küçük küçük adımlarla da olsa yoluna devam etmeye çalıştı zifiri karanlıkta.

Ne kadar yürüdüğünü bilemeden dakikalarca yürüdü karanlıkta. Belli belirsiz bir eğimle yukarı doğru çıkıyordu karanlığın içerisinde. Kafasının içerisinde zıt düşünceler oluşuyordu. Geri dönmek istiyordu bir an. Geri dönüp, toplumundan özür dilemek ve yaşantısına kaldığı yerden devam etmek istiyordu bir yanı. Bir saniye sonrasındaysa vazgeçiyordu öte yanı. Gördüğü onca rüya gerçek dışı olamazdı. Kendisini bekleyen halkını aydınlığa ulaştıracak bir rehberdi rüyaları. Geniş ve aydınlık bir dünyaya açılan bir kapı gibi. O halde o kapıya ulaşasıya kadar tırmanmaya devam etmeliydi. Öyle de yaptı…

Uzun süren bir uğraşıdan sonra tünelin sonuna vardığını anladı. Karanlık gene devam ediyordu ama hafif açılmış gibiydi tonu, karanlık içinde gri ışık. Gözleri çevresini daha iyi görüyordu, en azından dar ve uzun tünelin içerisinde olduğunu anlayacak kadar

Bir kaç saniye sonrasındaysa içinde bulunduğu yerin ayırtına varmıştı. Karşısında bir kapı daha vardı. El yordamıyla açabileceği bir kol ya da düğme arandı. Birkaç dakikalık aramadan sonra kapı sessizce yana doğru açıldı. Bakışlarını karşıya yönlendirdi. O saniye korktu gördüğü manzara karşısında

Odaya girdiği kapının ötesi karmakarışıktı. Geniş bir masa vardı. Tüm eğri duvar boyunca uzanıyordu bu masa. Masanın üzeri ve duvarlar düğmelerle tanımlayamadığı nesnelerle doluydu. Onlarca, yüzlerce hatta binlerce irili ufaklı düğme bulunuyordu masanın üzerinde ve duvarlarda. Odanın tam ortasındaysa geniş ve rahat bir koltuk vardı. Birden irkildi, Göndericinin katında mıydı yoksa? Bu kadar karmaşadan ancak o anlayabilirdi. Geri çekildi korkuyla. Sırtının dayandığı dümdüz bir duvarın önünde yere çömeldi. Biraz düşünmeye, ne  yapması gerektiği konusunda bir karara varmaya gereksinimi vardı.

Bu dinlenmesi fazla uzun sürmedi. Az önce içerisinden çıktığı karanlık tünelden sesler gelmeye başlamıştı. Belli ki izini bulmuşlardı ve kendisini uyutmaya götürmek için geliyorlardı. Korku ve heyecanla yerinden doğruldu. Anlaşılan bütün macerası bu odada son bulacaktı. Ne kendine ne de toplumuna bir yararı olmadan pisi pisine gidecekti. Bir mucizeye gereksinimi vardı. Kendini buradan kurtaracak bir mucizeye. Bu mucizeyi de ancak rüyalarının prensesi gerçekleştirebilirdi. Son zamanlarda sık yaptığı gibi dua etmeye başladı.

* * *

Her ne kadar yardım almaya, çevresindekileri gördüğü rüyalar konusunda uyarmaya çalışsa da Remide’ye kimse inanmamıştı. Bazen ilgi ile dinlemişler ama bir şey yapma gereği duymamışlardı; bazen de –çoğu zaman yaptıkları gibi- dinliyormuş gibi yapmışlardı. Kendisine de rüyalarına da inanmamışlardı. Her zaman yaptıkları gibi başlarından savmışlardı. Ama o hiç yılmamış rüyasında kendisinden yardım isteyen kişiye tek başına da olsa yardım etmeye karar vermişti. Uzun çabaların sonucundaysa vardığı nokta burasıydı. Antik Pridima kenti.

Pridima, eski dönemlerden kalma kentlerden birisiydi. Ovada veya deniz kenarında değil, başparmak dağlarının yüksek yamaçlarında kurulmuştu. Bir gurup arkeologa göre ilk kuruluşu eski İon öncesi dönemlerdendi. Diğer komşu kentlerden uzak, kendi Halinde ve yalnız bir kentti. Bu nedenle gözlerden uzak kalmıştı. Efes gibi Didim gibi büyük, şanlı,  şöhretli değildi. Yine de rüyaları Remide yi bu kente çekmişti.

Dağ başında üç beş sütunun bulunduğu bir yerde dolaşan iki gençten büyükçe olanı kendi kendine konuşuyordu. “Bu dağ başında ne arıyoruz” dedi. Yanında duran kardeşi Remide yüzüne bakmakla yetindi ağabeyinin.  Kendiside bilmiyordu bu soruya verilebilecek yanıtı. Ama rüyaları ve sezgileri kendisini buralara çekmişti. Kentin en uç noktasına. Babası buralara yalnız gelmesini istememiş, gönülsüzde olsa abisi Alpayla gelebilmişti ancak.

Alpay kardeşinin istediğini, babasının zoruyla da olsa yaptıracağını anlayınca “Bari tüfeği alayım, bir kaç karatavuk vururum belki” demişti. Birinin elinde tüfek diğerinde koca bir çanta uzun süre sağda solda dolaştıktan sonra görünen yıkıntıların dışına çıkmışlardı. İsteksiz bir şekilde babasının zoruyla gelen abisi bir an önce işlerinin bitmesi için yalvarıyordu Remide ye. O ise kafasının içindeki sesi tekrar duymaya çalışıyordu. Saatlerce dolaştılar. Bu arada antik kentten de uzaklaşmışlardı.

“İşte aradığın orada olabilir” dedi Alpay. Parmaklarıyla gösterdiği yönde bir oyuk vardı. Adımlarını sıklaştırdılar.

Ancak bir kişinin oda zorlukla girebileceği bir yarıktı. Remide, çantasından bir fener çıkardı. Dik bir eğimle aşağı inen tünelvari bir boşluktu fenerin ışığında aydınlanan. Işık huzmesi, sağı solu taradıktan sonra; önce Alpay girdi içeri ardından da Remide.

Delikanlı belli etmemeye çalışsa da korkuyordu. Boşluk boyunca ilerlediler, avcılar veya define avcıları tarafından keşfedilmemiş bir mağaraydı burası. Ağabey, yanında kız kardeşi olduğunu unutmuş, söylenmeye başlamıştı. Yürüdüler… Yürüdüler… Yolun eğimi kendilerini dağın merkezine indiriyordu. Bir süre sonra yol bitti. Aradıkları yanıt burada da değildi. Çaresiz geri döneceklerdi.

Alpay, Remide’nin elindeki feneri aldı. Mağaranın duvarlarını taramaya başladı. Bir şeyden etkilenmiş gibiydi. Neden sonra kardeşine dönerek; “Haklısın” dedi. -“Aradığın her neyse O burada” Remide abisinin yüzüne baktı. Kardeşiyle dalga mı geçiyordu yoksa gerçeği mi söylüyordu anlayamamıştı.

Alpay feneri Remide’nin eline tutuşturdu. Duvarı çakısıyla kazımaya başladı. Bir kaç santimetreden sonra da aradığını bulmuştu. Çakı metalik bir yüzeye sürtünüyordu.

Alelacele kazımaya devam ettiler. Yarım saat sonra geniş ve bulundukları konuma göre dış bükey bir yüzey elde etmişlerdi. Metalik ve üzerine bir şeyler yazılmış yüzey. Zayıflamaya başlayan fenerin ışığında yüzeye işlenmiş karakterleri incelemeye başladılar. Bir yazı gibiydi ama bilmedikleri bilemeyecekleri sembollerden oluşan bir yazı. Alpay bir çığlık attı mağaranın duvarlarında yankılanan.

“Uzaylılar” diyordu. Korkmalı mıydı? Yoksa sevinmeli miydi? Bilemiyordu ama büyük bir buluş yapmışlardı.

Uzun süre incelediler sembolleri. Bir yandan yüzeyi temizliyorlar diğer yandan çözmeye anlamaya çalışıyorlardı işaretleri. Anlamıyorlardı. Çözemiyorlardı. Ortada bir dairesel ve diğerlerinden daha büyük çizilmiş bir cisim, çevresinde de sayısız daireler vardı. Her dairenin bir noktasında belli oranlarda çizilmiş noktacıklar vardı. Noktacıkların çevresinde de daireler vardı daha küçük. Büyüklükleri birbirinden farklı noktacıklar. Beşinci noktaya yakın bir küçük nokta vardı değdi değecek gibi duran.  Yine beşinci noktadan diğer daire üzerindeki cisimlere doğru çizilmiş eğriler vardı. Üçüncü noktaya doğruda eğri bir çizgi çizilmişti. Oklar noktaların hareket yönlerini anlatıyordu sanki.

“Güneş sistemi” dedi fısıldar gibi Remide. Halkaları saydılar, dokuz taneydi. “Hayır” dedi Alpay. “Güneş sisteminde sekiz gezegen var.” Evet, sekiz gezegeni vardı Güneşlerinin. Bir tanesi fazlaydı halkaların. O halde başka bir açıklaması olmalıydı bu işaretlerin.

O anda Remide kafasını elleriyle sıkmaya başladı. Ağabeyi konuşuyordu ama kız kardeş iki büklüm çökmüş kıvranıyordu. Konuşması bitmeye yakın farketti kardeşinin iki büklüm halini. Yanına yaklaştı korkuyla. “Rüyalar mı gene” dedi. Fısıldar gibi. Kardeşi konuşamıyor yalnızca fısıldıyordu.

“Oradalar” dedi son sözlerini söylüyormuş gibi. “Duvarın arkasında bir yerlerde. Alpay yerinden doğruldu. Ne yapacağını bilemez haldeydi. Bir yandan duvarı temizliyor diğer yandan da pürüzsüz yüzeyde bir anahtar ya da kapı kolu aranıyordu. Kardeşini bu şekilde görmüştü defalarca ama son zamanlarda ama bu kadar acı çektiğine tanık olmamıştı. Acı içinde yerden doğruldu Remide. Eliyle ağabeyinin elini yakaladı. Temizlediği duvarın bir yerine yaklaştırdı. Beşinci noktadan çıkan eğrilerin ucunda bir yerdi dokunduğu yer.

“İt” dedi. Alpay elinin dokunduğu yerdeki küçük bir girintiyi hissetti. Oraya bastırdı tüm kuvvetiyle. Bilinmeyen, şu an astroid kuşağına dönüşen beşinci gezegenden kendi dünyalarına olan yolun sonundaki noktaydı bastırdığı. Ayaklarının dibinde açılan kapağa elindeki fenerle ışık tuttu Alpay. Aşağıda karaltılar kargaşayı bırakmış kendilerine çevrilen ışığa vermişlerdi tüm dikkatlerini.

 * * *

Toplum koruma görevlileri tünellerden çıkmış önlerinde dikilen kaçağı etkisiz duruma getirmek istiyorlardı. Her sözü her kelimesi Gönderici tarafından yazılmış Kadim Kitaba aykırı davranan günahkar, ellerine geçmişti artık. Çaresizlik içerisinde titreyen Antas olduğu yere diz çöktü. Ama bir saniye sonrasında karşısında dikilen öfkeli adamlar sus pus oldular. Bazıları diz çöktü bazılarıysa yere kapandı.  O saniye bir mucize olmuştu,  parlak ışık halinde gözlerine dolan bir mucize. Antas ın, rüyalarının Tanrıçası kendisini ve toplumunu kurtarmaya gelmişti.

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *