İmamlar duru sesleri ile sabah ezanını okurken şehre girdi Ahmet Beyeh. Üç sene önce limandan ayak bastığı Cezayir şehrine bu sefer bir kervanla, deve üstünde giriyordu. On gündür yoldaydı ve yorgundu ama yine de son birkaç saattir uyanıktı. Hava hafif hafif aydınlanmaya başladığında sıkıntıdan defterini açmış içindekileri atlaya atlaya okumaya dalmıştı.
… On günlük yoldan sonra Konstantin’e ulaştık. Adı benim şehrime benzese de kendisi küçücük, sevimli ama Konstantiniyye ile karşılaştırılamayacak bir kasaba…
… Üç gündür buradayım doğrusu her yerini gördüm. Bugün beni Tiddis derler o yere götürecek rehberle buluşacağız. Bütün yolculuğumu, duyduğum o Rum harabelerini görmek için yaptığımı düşününce; heyecanlanıyorum…
… Tiddis güzel lakin beni şaşırttı da. Bu harabeler kardeşleri olan bizim Bizans’ın kiremit renkli şehirlerine benzemiyor. Ekseriye kahverengi ve biraz da gri taşlardan yapılmışlar zaten taşlar da kararmış. İlkel tabi asri zamanla kıyaslanınca ancak yine de kemerler etkiliyor insanı. Yarın kervan gelecek buraya, dönüş yolculuğum başlıyor…
… Mola verdik. Güneş tepeye çıkmak üzere. Mustafa Reis’in bana yapacaklarını düşünüyorum da, bir gülme alıyor beni. Ne yapacak ki? Biraz kibarca sitem, biraz kibarca tehdit. Neyse çölün güzelliği ile teselli bulalım…
Bu son cümleyi okuduktan sonra kesik bir kahkaha attı ve defterin son sayfasını açıp “Döndüm Mustafa Reis” yazıp defterini kapattı. Defterin son durağı deri çantası olmuştu.
* * *
Kasbah’ın denize bakan yokuşlarındaki eski bir Hidalgo yapısı olan evine ulaştığında artık göz kapakları kapanıyordu ancak avlu kapısındaki pusulayı görünce uyanır gibi oldu. Pusula Osmanlıca yazılmıştı ve gayet kısaydı.
“Gelir gelmez yanıma gel. Konuşacaklarımız var.
Mustafa Reis”
Pusulayı okuduğunda, bir an için yırtmak istedi ama buna cesaret edemedi. Gitmeye de gücü yoktu. Pusulaya dokunmadan ve sanki normal davranırsa Mustafa Reis’in ondan haberi olacakmış gibi bir tavırla yarım açtığı avlu kapısından içeri süzüldü. Sonuçta bir aydır kayıptı, birkaç saat daha kayıp olsa bir şey fark etmezdi. Avludan olabildiğince hızlı ve sessizce geçtikten sonra yatak odasının olduğu hanesine girdi ve çantasını yere attığı gibi kendisini yatağa bıraktı. Yatar yatmaz uykuya daldı ve güneş batıya kayana dek de uyanmadı.
Sonunda uyandığında yatağında doğruldu ve acıktığını fark etti. Mustafa Reis’in şimdi de yemeği beklemesi gerekecekti. Üzerini giyindi, yüzünü gözünü kapattı. Önce hanesinden sonra avlu kapısından çıktı. Çıkarken gözü yine pusulaya takıldı ve daha bir kaçarcasına uzaklaştı kapıdan.
Limana indi, bir aydır balık yememişti ve canı balık yemek istiyordu. Yüzünü kapattığı için tanınmayacağını düşünse de dikkat çektiğinin farkındaydı. İkindi vakti kimse yüzünü gözünü kapamazdı. Mustafa Reis’e yakalanma korkusu ile balıkçı tezgahlarına doğru yol alırken solunda kalan limana demirlemiş kadırgaların birinden birisi ona seslendi.
“Ahmet Beyeh”
Duymazdan geldi. Ama denizci ısrarlıydı. “Ahmet Beyeh”. Bu sefer adımlarını hızlandırdı. Adam düpedüz dalga geçiyordu artık.
“Mustafa Reis seni arıyordu. Benden laf çıkmaz. Ama bizim yelkenlerle küreklere yapacağın yeni düzeneği altı aydır bekliyoruz. Unuttuk sanma…”
“Benden laf çıkmazmış” diye söylendi Ahmet, “Bütün liman duydu zaten.” Yine de renk vermedi. Balıkçının tezgahına ulaştığında; insan, martı ve gemilerden gelen ahşap esneme sesleri ile rahatladı biraz. Balığını alıp tezgahın önündeki ahşap tabureye oturduğunda ani bir hüzün bastırdı. Eminönü’yü düşündü, orası bu limana göre devasa sayılırdı ama Cezayir’in güneşi de yabana atılacak gibi değildi. Beyaz evlerin mavi denizle birleştiği bu güneşli şehri aslında seviyordu. Onu üzen Konstantiniyye’ye dönememesiydi. Karar verdi ilk iş bir mektup daha yazacaktı, üç senedir işe yarar olarak yaptığı tek iş mektup yazmaktı zaten. Mektup, Konstantiniyye derken aklına geldi artık Mustafa Reis’i görmeye gitmesi gerekiyordu. Balığını yedi ve Reis’in konağına yollandı.
* * *
Mustafa Reis’in konağı da kendi evi gibi Kasbah’ın limana bakan yokuşlarından birinde kurulmuştu kurulmasına ama Ahmet konağa ulaştığında hızla atan kalbinin sebebi sadece konağın yokuşunu çıkması değildi. Konağın kapısına geldiğinde onu bir levent karşıladı ve pis pis sırıtarak içeri girmesini söyledi. Ahmet yolu biliyordu, selamlık bölümüne geçti ve oturdu. Bu konak da eski bir Hidalgo yapısıydı, Ahmet’in evinden farkı aslında mimariden ziyade büyüklük bakımındandı. Bu konak Ahmet’in evinin üç katı kadardı. Fakat Ahmet’in o ana kadar dikkat etmediği bir fark daha vardı. Avluda harika bir çiçek tarhı bulunuyordu, özellikle menekşeler mükemmeldi. Bunu kendisi de yapabilir miydi? Ya Konstaniyye’ye dönmesine izin çıksaydı? Karar veremedi. Düşüncelerinin ortasında bir sesle irkildi.
“Hezarfen Ahmet Çelebi, yoksa Kaçak Ahmet Çelebi mi demeliydim?” Ahmet saçma denilebilecek bir mahcubiyetle sırıttı. Mustafa Reis ise bir o kadar ciddiydi. “Dua et, adamlarım nerede olduğunu buldular, yoksa Vezire yazıp icabına bakacaktım.”
“Ben de öyle tahmin etmiştim.”
“Bana bir haber versen olmaz mıydı?”
“İzin vermezdin”
“Doğru, vermezdim. Peşine takacak adamım yok. Bu denizlerde her bir adama ihtiyacım var.”
“Bu yüzden haber versem olmazdı. Gidemezdim.” Ahmet cesaretine kendi de şaşırmıştı.
“Gitmeyeceksin o zaman, burada sayfiyede yaşamak için bulunmuyorsun. Sürgündesin sen.”
“Sürgün demişken. İkimiz de biliyoruz ki bu sürgün yersiz bir korkunun ürünü. Ben Celali değilim, hiç de olmadım. Ben sadece alimlik peşinde bir ademim”
“Senin sürgün emrin bizzat sultanımızdan geldi. O yüzden bu konuyu tartışmayacağım bile.” Mustafa Reis aslında hissetmediği bir kızgınlık ifadesi takınmıştı.
“Evet ama o da bir ademdir değil mi?”
Ve bu sefer gerçekten kızdı. “Destur!”
“Kızma hemen reis. Konstaniyye’ye mektuplar yazıyorum, sultanımızın fikrini değiştirmek için, ama mektuplarım ona ulaşıyor mu onu bile bilmiyorum. Sen de bir el atsan bu yanlışı düzeltsek birlikte.”
“Destur dedim Hezarfen.”
Ama Ahmet çaresizce ısrarlıydı “Bak sen de söylüyorsun Hezarfen diye, benim burada ne işim var? Tamam şu kadırgaların kürek ve yelken düzeneklerine bir faydam olur belki ama…”
Mustafa Reis’in beklediği laf buydu “Bu asırda bitecek mi o iş?”
Ama Ahmet umursamadı “Biter, biter sen yeter ki bana yardım et reis. Mektuplarımı vezirlerden herhangi birine ulaştır.”
Reis kestirip attı. “Ben senin sürgününe memur edildim. Fazlasını yapmam, zaten sen asi bir adamsın. Celali misin değil misin bilmem. Olsan da Cezayir’de sökmez Celalilik, alırım hemen kellenizi. Ben benden habersiz o Rum harabelerine gittiğini bilirim, bir ay ortadan kaybolduğunu bilirim, evine gelir gelmez bana uğramadığını, limanda fink attığını bilirim.” Mustafa Reis ayağa kalktı ve selamlığa kendisinin getirdiği belli olan bir kitabı Ahmet’in eline tutuşturdu. Sonra devam etti. “Bunu sana verecektim ama ceza olarak vermeyeceğim şimdi”
Ahmet elindeki kitaba bakakaldı “Bu” dedi “Mukkadime değil mi?”
Mustafa Reis’in cevabı kitabı Ahmet’in elinden çekmek oldu. “O kadırgaların sorununu çözersen ve bir daha habersiz ortadan kaybolmayacağına dair yemin edersen uygun bir zaman gelince bunu sana veririm.”
“Ya mektuplar?”
“O konuya karışmam, bana bir uyarı gelirse de seni pişman ederim. Şimdi git”
Ahmet de kalkıp “gitti”. Dışarı çıktığında akşam olmuştu. Çok üzgündü, eve gidemedi, Kasbah’taki bir kahvehaneye gitmeye karar verdi.
* * *
Ahmet kahvehaneye girdiğinde pek kendinde sayılmazdı. Zar zor bir tabureye oturdu, bir kahve söyledi ve sokak çalgıcılarının çaldığı bir Endülüs şarkısını dinleyerek düşüncelere daldı. Mektupları muhtemelen başkente ulaşmamıştı bile, Mustafa Reis kendi başına bir şey gelir korkusuyla bu mektupları toplatıyordu anlaşılan. Ayrıca açık bir dille mektup göndermeyeceğini de söylemişti. Kendi kendine söylendi “Ne işin var da uçuyorsun, kuş musun sen? Hadi uçtun, uç Okmeydanı’nda, ne öyle gösteri yapar gibi Galata’dan ta Üsküdar’a geçiyorsun?” Sonra yere tükürdü “Benim Celali’lerle ne alakam var ki, bana ne Anadolu’dan, ben Konstantiniyye çocuğuyum.” Kahvesini yudumladı, gözlerini kapattı ve uzunca bir süre öyle durdu. Sonra gözlerini açtı tekrar, bu sırada çalgıcılar yeni bir şarkıya başladılar, bu şarkıyı biliyordu o da eşlik etmeye başladı. Uzun süre hiçbir şey düşünmeden, şarkılara eşlik ederek veya sadece dinleyerek peş peşe kahveler içti. Ve kahvehanenin kapanma saatinde kalkıp evine döndü.
Ahmet eve döndüğünde, hem o gün ikindi vaktine kadar uyuduğu hem de içtiği kahveler yüzünden uykusu yoktu. Kitaplarını karıştırmaya başladı. İsmail Cevheri’ye, Abbas İbn-i Firnas’a ve Vinci’li Leonardo’ya ait çizimlere tekrar göz gezdirdi. Acıyla gülümsedi. Bu çizimlere yüzlerce kez bakmış ve onları yorumlamıştı. Belki kendisinden de ileride bahsederler diye umdu. Burada bir kitap bastırmasına imkan yoktu, zaten şaşıp yanılıp barstırabilse de herhalde Mustafa Reis bu kitaba kendisine yedirirdi. Bilinçli olmadan yine konuştu. “Şu benimle sohbet eden seyyah belki duyurur adımı” dedi. Sonra yatağına çöktü ve ayakları yerdeyken sırtüstü yatağına yatarak tavanı seyre koyuldu. Bir süre sonra da kalktı, odanın limana bakan penceresini açıp denizin kokusunu ve denizden gelen meltemi odaya doldurdu. “Demek ki” dedi, “Bir daha dönemeyeceğim geri.”
Belki saatlerce ayakta seyretti denizi, gözünden bir damla yaş süzüldü. Sanki bu damla onu uyandırmış gibi birden hareketlendi ve kesesindeki altınları saymaya başladı. Ona bu keseyi ve altınları sultanın kendisi takdim etmişti, “Kim girdi acaba sultanın kanına?” diye düşündü ama üzerinde durmadı, parasını saymaya devam etti ve o an olabilecek azami memnuniyet ne kadar olabilirse o kadar bir memnuniyetle kesesinin ağzını kapatıp sakladı. Sonrasında abdest aldı, namaz kıldı. En sonunda da yatağına uzandı ve denizin tuzlu kokusunu içine çekerek uykuya daldı.
* * *
“Gel ahali, Konstantiniyye’ye gitmeden kaçırma bunları. Güzel mi güzel, hamarat kızlar. Güçlü kuvvetli, işçi erkekler, hem de sudan ucuz…”
Ahmet buraya geldiğine inanamıyordu ama gerçekler ona fazla bir seçenek de bırakmıyordu. Böyle dört, beş mezat geçti ki, onu gördü. Buna karar verdiği için mi böyle hissetti yoksa ilk görüşte mi aşık oldu, bilemedi. Ama bu kız o kızdı. Tacir bağırmaya başladı.
“Bu Kastilya dilberinin adı Sofia. Akdeniz’de İşbiliye’den Venedik’e seyahat ederken yakalandı. Venedik’e gider bir kadırgada idi. Latince bilir, Kastil dili bilir, görgü kuralları bilir. Hidalgo’dur. Ama asidir onu da söyleyeyim” Tacir burada güldü, Ahmet adamdan bu hareketi üzerine iğrendi, bu pis herifin kızı daha fazla üzmesine izin vermeyecekti. Kızcağız zaten kafasını bile kaldıramıyordu.
“Evet otuz bin kuruştan açıyorum, yok mu…”
“Yetmiş bin kuruş!”
Pazar ahalisi bu rakamı işitince resmen sustu kaldı. Herkes bu fiyatı biçen adama bakıyordu, Ahmet Beyeh’e… Ahmet de servetinin yarısından fazlasını tekrar etti ve kıza doğru yürümeye başladı “Yetmiş bin kuruş”
Tacirin eline parayı altın olarak saydı ve kıza gelmesini işaret etti. Tacir kızı çekiştirmeye çalışınca da “Dur” dedi. Sonra kıza kırık bir latinceyle “Gel” dedi “Kötülük yok bende.” Kız kafasını kaldırdı, Ahmet’in gözlerine baktı. Duygusuz, yıkık ve aynı ölçüde öfkeli bir bakıştı bu, ama ikiletmedi. Ahmet ile birlikte pazardan ayrılmak üzere onun yanı sıra yürümeye başladı. Pazardan ayrılırlarken ahali hala ikiliye bakıyordu.
Eve geldiklerinde Ahmet yol boyu süren suskunluktan sıkılarak, daha da ötesi bunun ne kadar süreceğini bilemediği için korkuyla konuşmaya başladı. Yine kırık bir Latinceyle konuştu.
“Kaçmak yok, tamam? Benim latince küçük. Kastil dilim yok. Sen, Arapça öğrenmek. Ben artık biliyor.” Sonra kıza bir kez daha saklayamadığı bir beğeniyle baktı “Giysi kırık ama çok güzel. Sen çok güzel.” dedi. Kız tam bu anda ona nefretle bakınca da bozuldu ve konuyu değiştirerek devam etti “Sen Sofia, ben Ahmet. Hezarfen Ahmet Çelebi.” Bunu söyledikten sonra da Türkçe olarak “Sen de çok anladın Hezarfenmiş, çelebiymiş ya” dedi ve gülümseyerek kendini bir kez daha gösterip “Ahmet” dedi “Ahmet Beyeh buradaki adımla”. Kız tekrar önüne bakmaya başlayınca da “Uyu” diyerek odadan çıktı.
* * *
Sofia uyandığında Ahmet’i yatağın başında bir sandalyeye oturmuş onu izlerken buldu. Hava kararmıştı ve Ahmet’in elinde içi su dolu bakırdan bir kap vardı. Ahmet yanına bir sandalye daha çekmiş ve ona bir sini içinde yemek ve kızın içmesi için bir sürahi su getirmişti. Kız o kadar açtı ki Ahmet’ten duyduğu korkuyu bile önemsemedi. Gözleri siniye kilitlenmişti. Ahmet de bunu fark etti ama önce bakır kabı kızın kucağına koydu. Kız bakıp dururken de suya menekşeler atmaya başladı. Bir yandan da Türkçe olarak konuşuyordu.
“Menekşeler ve ben” dedi. “Ne menekşeler gül ne de ben bir bülbülüm. Ama menekşe de bir çiçek ve ben de uçabilen bir ademim” Sonra acıyla gülümsedi ve kız, ellerini yüzünü çiçekli suyla silerken kitaplarını alıp ona göstermeye başladı. Kız ilgisiz bakıyordu, gözü ara sıra siniye kayıyordu ama Ahmet umursamaz bir tavırla kitaplarını göstermeye devam etti. Sonra yine anlatmaya başladı “Mustafa Reis –ki umarım tanışmazsınız korkunç bir adamdır- şu kadırga işini halledersem ve yeterince yalvarırsam sanırım bana Mukaddime’yi de verecek. İbn-i Haldun, hiç duydun mu? Gerçi paramın önemli bir kısmını sana harcadığım için kitaptan daha fazlasını istemem gerekecek o işten.” Bunları söylerken kızın artık yutkunmaya başladığını görünce de kızın kucağından içi menekşeli su dolu bakır kabı alıp onun yerine yemek sinisini koydu. Kız korkunç acıkmıştı. Nefes almadan yemeye başladı önündekileri. Ahmet ise aslında kendi kendisine konuştuğunu bilse de konuşmaya devam etti.
“Buraya kolay alışırsın. Bu ev eski bir Hidalgo evi, bu tarz evleri tanırsın” dedi “Ama benim bu evde oturmam gibi belki sen de İşbiliye’de eski bir Emevi konağında oturuyordun kim bilir?” diye ekledi. Sonra kızı seyre daldı, kız artık yediklerini yutmakta zorlandığı için lokmalarını suyla yutmaya başlamıştı. Bu görüntü Ahmet’in yüzünde bir gülümsemeye neden oldu.
“Seninle iyi anlaşacağız” dedi “İkimiz de sürgünüz burada, ben de Konstantiniyye’denim aslında ve biraz önce pek prim vermedin ama ben uçan bir ademim. İnanmıyorsan Mustafa Reis’ten gizli beraber bile uçabiliriz. Yapamayız sanma daha geçenlerde bir ay kaçtım buralardan, çıldırdı ama hiçbir şey de yapamadı.”
Bu sözlerin sonrasında da gülümseyen bir surat ve hafiflemiş bir kalple; nefes almadan yemek yiyen kızı izlemeye devam etti…
- Cehennem, Araf ve Cennet; Tekmili Birden… - 1 Şubat 2023
- Amadam Didam Bordam - 1 Eylül 2022
- Hep ve Tek Umut - 1 Kasım 2021
- Kitsch 1001: Bir “Gönderme” Masalı - 1 Temmuz 2021
- Paradoks ile Diyalektik veya Sıcak Karanlık ile Serin Aydınlık - 1 Mayıs 2021
Yazarken büyük bir keyif aldığınızı hissedebiliyorum, nitekim bu hikayeyi okuması inanılmaz keyifliydi. Orta Çağ’ı çok iyi yansıtıyorsunuz. Fakat yeteneğiniz bundan da ötede, bir önceki hikayede Balkanlar’daydım, şimdi ise Batı Akdeniz kıyılarında.
Bitmemesini istediğim bir hikayeydi, uzun uzun ne kadar beğendiğimi anlatabilirim, fazlasıyla da hakediyor bunu. Gerçeklikten kopardı beni adeta, roman olsa elimden düşmezdi herhalde, okuyucuyu bu kadar hikayeye bağlamak çok özel bir yetenek istiyor. Baş karakterin hislerini çok duru anlatmışsınız. Ve o küçük menekşe detayları muhteşemdi. Gerçekten kaliteli, keyifli ve de iyi bir eser, henüz öteki öyküleri okumadım fakat şimdiden seçkinin en iyilerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Merhabalar,
Öyle gerçekçi bir dille yazılmış ki sanki o dönemin atmosferini soludum okurken. Ahmet Çelebi umduğumdan biraz daha farklı bir karakterdi bu öyküde ama sonuçta hepimizin yazma sebebi de farklılıklar katmak, kendi yolumuzu çizmek. Daha uzun olmasını isterdim. Titizlikle yazılmış ve bir o kadar da akıcı öyküyü bir çırpıda okudum. Diğer seçkilerde görüşmek üzere.
Sizin gibi favori bir yazarımdan bu iltifatları duymanın beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamam. Karakterleri kağıda dökerken gerçekten de keyif alıyorum, bana arkadaş oluyorlar yazım sürecinde.
Ortaçağ uzmanlığı konusunda doğrusu ben son derece amatör bir tarih meraklısıyım diyebilirim. Okuduğum şeyler popüler tarih kitapları, kaynak vs. hiç okumadım zaten okumak için de yeterli donanıma sahip değilim. Ama yine de bu tanımlama çok hoşuma gitmedi dersem yalan olur. Hatta bir espri patlatayım, gözüm önce Mehmet Berk Yaltırık sonra da İhsan Oktay Anar’ın koltuğunda
Okuyup bir de bu güzel yorumları yaptığınız için tekrar teşekkür ederim. Tekrar görüşmek dileğiyle.
Evet gerçekçi, tarihsel ve dingin bir şey yazmak istedim bu sefer, başarabildiysem ne mutlu bana. Tabi Ahmet Çelebi tamamen benim yorumum oldu, belki kendisi bambaşka bir insandı, bilemiyorum.
Bundan önceki son üç hikayem 3500-5000 kelime aralığındaydı ve ben kişisel bir hedef olarak daha kısa olup yine de baştan sona tamamlanmış bir öykü yazmak konusunda kendi kendime bir meydan okumada bulunup bilinçli olarak bu öyküyü 2.000 kelimede tuttum. Bu tür gelişmeye yönelik şeyleri deniyorum.
Yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Diğer seçkilerde görüşmek dileğiyle
Tadı o kadar kıvamındaki… Bir öykü için sayılabilecek tüm vasıfları taşıyor. En önemlisi ısmarlama değil gönülden yazılmış olması. Atmosfer çok başarılı. Basitin en güzel olabileceğinin en güzel örneği bana göre. Osmanlı dönemine ait onemli bir yazarın gelişini görüyorum. Rock the Casbah.