Perde açılırken atılan, yüzyıllardır dünyanın her karış toprağında yasaklanmış o ilk adım, tıpkı her ulustan bebeğin ilk avazlarının daima birbirini andırdığı gibi, her sahnede birbirine benzer. Oyuncu karanlıktan ışığa çıkar, seyirci için yoktan var olur ve birkaç kelimelik bir metnin rahminden, birkaç adımlık bir boşluktan peydah edilmiş başka bir dünyaya doğar. Bu aynı zamanda, üzerinde anlaşılmış, provası yapılmış bir ölümdür ve sahnenin gerisinde kalan gerçek, o birkaç vakit boyunca, hakiki olan değildir. Kimse, bir yazarın kâğıda dökülmüş bir düşünü seyretmekte olduğunu düşünmez. Ve oyuncu, dudağında bu yeni gerçekliğin ilk soluğuyla oyunu başlatırken, bir oyun oynamakta olduğunu bilmiyor gözüktüğü kadar iyi bir oyuncu sayılır.
Bütün oyun gecelerine benzeyen ve belki hepsi, belki de hiçbiri olan bir gecede; ismi bütün dillerde zikredilebilecek, belki de henüz hiç söylenmemiş bir kadın; herkesin çok iyi bildiği, belki de kimsenin henüz hiç işitmediği bir oyuna, işte tam da böyle doğdu. Ancak çeyreği dolu köhne salonda, izleyenler onu gördüklerinde nefeslerini içlerine çektiler ve müzik, sessizliğin o ilk müziği, ılık bir meltem gibi esip yükseldi. Orada tek başına durmuş, harlanmaya hazır bir ateş gibi kıvılcımlanan kadın, müzikle birlikte hareketlendi, ona itaat ederken onu emri altına aldı ve onlar; müzik ve kadın, tek vücut olup doğanın kendisi kadar ritmik, doğanın kendisi kadar tanrısal bir zarafetle devinirken, izleyenlerin bakışları taşlaşmış bir huşuyla takip etti. Kadın esnedi, form değiştirdi, büküldü ve kıvrıldı. Kusursuz adımları birbirini izledi, maskesinin ardından parlayan gözleri alev alevdi.
Müzik kısılıp yok olurken, kadın durulan bir fırtına gibi sükûnet içinde yavaşladı, birkaç adımda sahnenin önüne geldi, ilk repliğini söylemek için her şey tamamen hazırdı.
Derken, salonun arkasında, çift kanatlı kapılar ani bir gümbürtüyle açıldığında, büyü birden bozuluverdi. Seyirciler ayağa fırladı, sessizlik delinip telaşlı gürültüler akıttı, bir grup üniformalı asker sahneye çıkıp kadının çevresini aldı.
“Bizimle geliyorsun!” diye uludu askerlerden biri, bir diğeri onu sırtından sertçe dürtükledi. “Bu oyun yasaklandı, bilmiyor musun? Biletleri iade etmen ve gidip annenin kucağına saklanman gerekirdi! Burada ne yapıyorsun? Diğerleri nerede?”
“Siz seyircilerimi dağıtmadan önce mimus oyuncusu bir kadını canlandırmak üzereydim.” diye açıkladı kadın sakince, küçük bir çocukla konuşur gibi. “Onları bilir misiniz? Sahneye çıkmasına izin verilen ilk kadınlar mimus oyuncularıdır, hepsi köledir üstelik. Ama yine de-“
Onu ite kalka sahneden ayırdılar, susturdular, salondan çıkarıp kaba sözler ve dokunuşlar eşliğinde bir arabaya bindirdiler. Kadın ne onlara herhangi başka bir şey söyledi, ne de karşı koymayı denedi. Sadece, bir asker uzanıp sertçe yüzündeki maskeyi çekerken itiraz etmek ister gibi sağ elini hafifçe kaldırdı, onun bu çaresiz hareketi yalnızca askerler arasında alaylı bir kahkahanın kopmasına yaradı.
Kısa bir süre sonra, onu arabadan indirip bir binaya soktular; karanlık, dar, alçak tavanlı bir odada ellerini bağlayarak bıraktılar. Kadın kapının karşısındaki duvara yaslanarak yere oturdu, hiçbir eşyası olmayan bu küçük odada başka ne yapabileceğini bilmiyordu. Kış toprağında yeşermeyi bekleyen bir tohum gibi bekledi. Bir tanrı olduğu sahne ışığından koparılıp köle edildiği karanlığa baktı ve bekledi. Aklında dile dökülmemiş repliklerinin yükü, yüzünde ağır maskenin iziyle, sular çekildiği zaman dağılıp dört bir yana uçuşan kuytu bir kumsal kadar yorgun, sadece bekledi.
Belki beş dakika, belki de bir koca sonsuzluk sonra, kapı açılıp üniformalı başka bir asker içeri girdiğinde, kadın hâlâ öylece yerde oturuyor ve bekliyordu.
“Pekâlâ, işimi zorlaştırma, kadın!” diye emretti adam, yaklaşıp ona tepeden bakarak. “Bana açık ve net cevaplar vereceksin. Doğruyu söyleyeceksin, zorluk çıkarmayacaksın. Bana saldırmayı ya da kaçmayı denersen buradan bir daha asla çıkamazsın, o yüzden ayağını denk al. Şimdi, söyle bakalım, oyunun yasaklandığını biliyor muydun?”
“Biliyordum.” dedi kadın uslu uslu, sanki ne kadar açık ve net cevaplar verebileceğini kanıtlamaya çalışır gibi.
“Diğer bütün oyuncuların oyuna çıkmaktan vazgeçtiğini de biliyor muydun?”
“Biliyordum.” Kadın ruhsuzca tekrarladı.
“Ama yine de oyunu tek başına oynamaya karar verdin ve seyircilere gelip izleyebileceklerini söyledin, öyle mi?”
“Öyle.”
“Neden? Ne amaçlıyordun? Ne bekliyordun? Fark edilmeyeceğini mi ummuştun? Göz yumacağımızı mı sanmıştın? Adın duyulsun mu istedin? Tutuklanacağını bile bile, tiyatronun kapatılacağını bile bile?”
“Hayır, hiçbiri değil.” Kadın gülümsedi, sonra başını kaldırıp ilk kez üniformalı adamın yüzüne doğrudan baktı, tam gözlerinin içine. “Matruşkalar. Matruşkaları bilir misiniz?” Üniformalı adam kadının onunla dalga geçip geçmediğine karar vermek istercesine duraksadı, sonra öfkeyle ağzını açtı ama kadın o aynı sakin, açık ve net ses tonuyla sürdürdü. “Bence insanları diğer bütün oyuncak insanlardan, o porselen bebeklerden falan mesela, çok daha iyi temsil ederler. İç içe geçmiş üç, dört, beş ve sonsuz tane bebek vardır, bir matruşkanın içinde sonsuz sayısız başka matruşka, başka ihtimal, birbirinin aynı olan ve aslında olmayan. Ben onlar gibiyim, anlıyor musunuz? İçimde, dışımda, benden küçük ve büyük, benimle aynı ve aslında aynı olmayan, bana benzeyen ve aslında benzemeyen bir sürü, sonsuzca başka ben var. Başka roller, karakterler… Ben onlar olmadan var olamam.”
“Siz ve sizin her zamanki sanat masallarınız…” diye homurdandı adam, pek de etkilenmiş gözükmeden. Oysa kadının gözlerinde sahnedekine benzeyen bir tutku yanmış, yüzünü birden aydınlatmış, değiştirmişti.
“Onlarca farklı rol…” diye mırıldandı kadın, şimdi sesi heyecanlı, hatta coşkuluydu. Adam bir adım geri giderek ona dikkatle baktı; bir hastaya, aklını kaçırmış bir ucubeye bakar gibi. “Onlarca farklı var oluş… Oynamadan yaşayamam. Gerekirse bütün oyunu tek başıma oynarım, gerekirse tek sahne kendi zihnim olur. Bir matruşkanın içindeki en küçük matruşka tek başına nedir? Sadece ona, bu bir matruşkadır, diyebilir misiniz? Bir oyuncuya da, onu bütün rollerinden ayırdıktan sonra bir oyuncu olduğunu, kendisi olduğunu söyleyemezsiniz. Nedenini sordunuz, işte ben de anlattım. Yoksa hoşunuza gitmedi mi? Eh, mimusları anlattığımda da pek hoşlanmamıştınız, oysa mimuslar insanları güldürmek için oynanırdı. Kilise onları yasakladığında bile insanlar mimus oyunlarını gülerek izlediler, hoşlanmamanız ne yazık.”
“Delisin sen.” Adam döndü, kapıyı açmak için uzanırken yüzünde tiksintiden, aşağılamadan, biraz da korkudan başka hiçbir şey yoktu. “Hepiniz. Hepiniz delisiniz. Siz sanatçı zırvaları.”
“Belki de size yalnızca bir deliyi oynuyorumdur.” dedi kadın ve başını geriye atarak güldü; çın çın, uzun uzun, doya doya.
Adam kapıyı açıp hızla çıkar, koşar adım uzaklaşırken, kadının kahkahası dakikalar boyu sürdü. Zihninin rolünden bağımsız, hâlâ sükunetle dolu küçük bir köşesinde ise, bu delilik numarası işe yarar da onu sabaha salıverirlerse, dekorun bir yerinde matruşkaları kullanmanın ne kadar güzel bir metafor olacağını düşünüyordu, bir mimus oyuncusuna fazlasıyla uygundu.
Merhaba
Öyküyü çok sevdim. Dolu dolu ve gerektiği uzunluktaydı. Karakteri hemen benimsedim. Gerçekçi yanı ve doğal tepkileri vardı. Sanata bağlılık bu kadar içten anlatılabilirdi. Kaleminize sağlık.
Merhaba,
Güzel yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Karakterle kurduğunuz özdeşleşme beni şaşırtmakla birlikte hakkında söyledikleriniz mutlu etti, biraz fazla ikonik kaldığını düşünmüştüm.
Yorumunuza sağlık sizin de.
Melisa