(Tarihsel olaylar, tarihte geçen kişiler gerçekten alınmışsa da bir çoğu hayal ürünüdür.) (Hikayenin bazı yerlerinde küfür geçmektedir.)
(1987 yapımı The Outing yada The Lamp filminden ilham alınmıştır.)
NAMTAR’IN[1] LAMBASI
(23 Ramazan 658 – 1 Eylül 1260)
(Ayn-ı Calut Savaşı’nda Moğolların Memluklerce yenilmesinden iki gün önce)
(Memlûk Sultanlığı, Mısır, Kahire Şehri, Bab-ı Zelile Mahallesi)
Herkesin malumu olduğu üzere ilk hükümdarından beridir tahttan sultan indirmeyle sonuçlanan darbelerle yönetimin el değiştirdiği Memluk sultanlığında yine tuhaf işler dönmekteydi. Karanlık gecenin ortasında Memluk sarayının korunmasından sorumlu garnizonun memluk çavuşlarından olan Kıpçak asıllı Kızılboğa Çavuş, hızlı adımlarla ordu katiplerinden Seyfüddin’in evine doğru ilerlemekteydi. Ahalinin çoğu evlerine kapanmış, İslam aleminin başına kara bulutlar gibi çöken Tatar ordularının Şam vilayetlerine dek ulaştığı o kara zamanlarda her biri kendi inancı meşrebince birbiri sıra dualar okumaktaydı. Kızılboğa, daha önceden tanışıklığı bulunduğu ve birkaç kere evine gittiği Reşideddin’e daha önce olmadığı kadar aceleyle koşmaktaydı.
Reşideddin’in evinin önüne vardığında aceleyle kapıyı yumruklamaya başladı. Kısa bir süre sonra kapının hızla açılıp Reşideddin’in çıktığını gördü. Reşideddin gürledi:
“-Evi tepemize mi yıkacaksın yahu? Yatsı okunalı çok oldu bu vakitte divan mı var bargah mı var da kapıma dayanırsın?”
“-Yahu bir çenen durulsun be Acem. Daha önemli bir iş var. Baybars’ın emriyle geldim.”
“-Ulan bu saatte Baybars kapıma memluk gönderiyorsa hiç hayır bir şey dönmez ortalıkta. Hayırdır gene tahttan sultan mı indireceğiz?”
“-Yahu bırak zevzekliği iş önemli. Sen giyin gel, yolumuz uzun.”
Reşideddin kapıyı tekrar kapatınca arkasını dönerek onun gelişini beklemeye koyuldu. İçinden Reşideddin’e hak vermiyor değildi. On bir yıl olmuştu devlet kurulalı ama gailesiyle meşhur Bizans’ın entrikalarına bile toz attıracak şeyler yaşanmıştı. Beklerken kendi geçmişini ve kaderini düşünmekteydi Kızılboğa. Baybars’la yan yana çadırlarda dünyaya gelmişti. Borlu kabilesinin yurtları arasında doğmuşlar, birlikte büyümüşlerdi. Dünyanın öbür ucundan Cengiz Han’ın emriyle fethe çıkan Moğol ordularının eline esir düşmüşlerdi. Önce Sivas’a, sonra Halep’e ardından Dımaşk’a götürülmüşlerdi. Baybars bir kuyumcuya kendisi de Emir Bundukdari’ye satılmıştı. Baybars kuyumcunun elinden kaçmış, çocukluk arkadaşı Kızılboğa’yı kurtarmak için Bundukdari’nin konağına girerken yakalanmıştı. Bundukdari’nin bu cesaretli davranış karşısında yaptığı şey Baybars’ı da köle olarak satın alıp yanına aldırmak olmuştu. Kıpçak ovalarında at sırtında ok atıp kılıç çalmayı daha çocuklukta öğrendiklerinden oldukça maharetli olan bu iki köleyi Kahire’ye götürerek Bahri Memlukleri[2] teşkilatına yazdırmıştı. İşte bu noktada kader etkisini göstermişti. Ne uzayıp ne kısalmayı tercih eden Kızılboğa pasif kalmış, Baybars ise teşkilat içerisinde günden güne sivrilerek kendisini göstermişti. Kısa sürede üst rütbelere terfi ederek Memluk birliklerinin komutanları arasına girmişti. O zamanlar Mısır’da Eyyübiler hüküm sürüyor tahtta da Turan Şah oturuyordu. Kafir yılıyla 1249’da Frenklerin hükümdarı 9.Luis’in son Haçlı Seferi’yle birlikte ardından getirdiği ordusu Mısır’a ayak basmış, Dimyat’ı ele geçirmiş Mansure’ye kadar ilerlemişti. İşte o günlerde Baybars yine kendini göstermiş, Kızılboğa’da dahil olmak üzere kendi adamlarını alarak Mansure’ye gitmişti. Kıpçak olduklarından gayrinizami harbi iyi bilen memluklerin önderliğinde ağır zırhlı Haçlıları önce Mansure’nin içlerine çekmişler ardından evlerin çatılarından oklarla ve taşlarla sokaklarda barikatlarla kıstırdıkları Haçlıları perişan etmişlerdi. Bizzat Baybars’ın emriyle harekete geçen memlukler Haçlıları daha da perişan hale sokmuş Frenk Kralı Lois onun tarafından esir alınmıştı. Memluklerin bu denli sivrilmesine tahammül edemeyen Turan Şah’ın onlara karşı tutum alması nedeniyle yine memluk birlikleri içerisinde örgütlenmeye kalkışan Baybars olmuştu. Nitekim Turan Şah’a yapılan suikastin elebaşılarından biriside o olmuştu. Baybars’ın ve Kıpçak memluklerinin bu denli sivrilmesini çekemeyen Çerkez unsurlarda, diğerlerini kendi yanlarına çekerek eski sultanın karısı Şecer-üd Dürr’ü tahta çıkarmışlar, o da memluk ileri gelenlerinden Aybek’le evlenerek onu sultan yapmıştı. Böylece Memluk Sultanlığı kurulmuştu. Bahri Memluklerden olmasına rağmen bir takım çevrelerin etkisiyle Bahri Memluklerin önde gelen reislerinden Aktay’ı öldürtünce Baybars, Kızılboğa ve çevresi Dımaşk ve Kerek Eyyubilerinin yanına sığınmışlardı. Bu sırada Mısır yine durulmamıştı. Şecer-üd Dürr Aybeg’i öldürtünce Aybeg’in oğlu Mansur Ali intikam amacıyla kafir yılıyla 1257’de onu öldürüp tahta çıkmıştı. Bu karışık günlerde ise asıl karanlık dışarıdan gelmişti. 1258 yılında Tatar[3] orduları Bağdad’a girerek Abbasi hilafetine son vermişler, halifeyi öldürmüşlerdi. İlhanlı Moğollarının hükümdarı Hülagu Han bu hamlenin ardından Memluklere elçi gönderterek onları açıkça tehdit etmiş bunun üzerine Mısır’da yeniden iç karışıklıklar baş göstermişti. Halk içerisinde Tatarlara olan direnişiyle tanınmış Harzemşahlıların son hükümdarı Celaleddin’in yeğeni olarak tanınan Kutuz, halkı etrafına toplayarak bir başka harekete girişmiş ve Seyfüddin Kutuz adıyla tahta çıkmıştı kafir yılıyla 1259’da. Bunun ardından da Aybeg döneminde Mısır’dan kaçan Baybars ve çevresi geri dönerek Kutuz’un hizmetine girmişlerdi. Şimdi ise Tatar komutanı Ketboğa’nın emrindeki bir Tatar ordusunun Tih sahrasına yaklaştıklarının haber alınmasıyla birlikte tüm komutanlar ve Memluk ordusu Sina yarımadasına gitmişti.
İşte şimdi Kızılboğa, Baybars’tan aldığı emirle orduyu bırakarak hızla Kahire’ye dönmüş ve ikisinin de tanıdığı güvenebilecekleri tek ordu katibi olan Acem asıllı Reşideddin’in yanına gelmişti. Bir süre sonra Reşideddin üstünde iyi durumunu göstermeyecek bir şekilde tedbil-i kıyafet sıradan bir halk giysisiyle dışarı çıkıp kapısını sıkıca kapatmıştı.
“-Demek Baybars yolladı seni. Yine ne planlıyorsunuz lan? Sultan Kutuz’u mu tahttan indireceksiniz şimdi?”
“-Dengesiz dengesiz konuşma be Acem. Yürü yolda anlatırım.”
Yürümeye başladıklarında bile Reşideddin söylenmekteydi. İki eski dost koyu bir muhabbetin eşliğinde Kahire sokaklarını arşınlamaya başladı:
“-Yahu siz memluk milleti niye hep böylesiniz? Gece buluşmalar, adam toplama, suikast. Zaman kötü, Tatar kapıya dayanmış hala karışık işler peşindesiniz.”
“-Ben katiplerin rüşvetçiliğine girsem gün aydınlanır anlatana kadar.”
“-Aman bırak katipliği batsın. Sizin yüzünüzden bu mesleğin tadı tuzu kalmadı. Meslek hayatında iki devlet, beş hükümdar gören kaç katip var lan? Üç yılda bir adam tahttan mı indirilir? Resmi evrakı ona göre düzenle, sultan değişti yeniden yaz bu ne be?”
“-Bana sorma benim aklım ermez. Aklım erseydi bugün burada olmazdım. Koca Baybars! Yanyana çadırlarda doğduk biz biliyorsun değil mi?”
“-Kardeş olsan ne çıkar. Adam komutan oldu, sen çavuş kaldın. Neyse bırakalım avrat gibi dedikodu yapmayı, sen şu meseleyi anlat.”
“-Tatarların geldiği tarafa bir sürü casus saldık. Geleni gideni yoklasınlar diye. Birisi bir esirle döndü. Etrafında on tane Tatar savaşçısı görünce soylu biri, komutan felan sanmışlar. Casusları Çerkezden seçmiştik iyi pusu kurarlar kılıcı tez çekerler. Tatarlar oklarını çekseler halimiz yaman ama bizim Çerkezler binmişler hızla tepelerine. Almışlar ortadaki adamı. Komutan sandığımız putperest rahiplerinden biri çıktı. Budacılar varya ondan işte. Adam korkusundan ne biliyorsa anlatmaya hazır.”
“-Bir rahip on asker. Ne yapıyor bunlar büyü felan mı kocakarı misali?”
“-Galiba. Güya bir şey aratıyorlar. Resim verilmiş ellerine. Ama sihirle büyüyle alakalı bir nesne. Lambaya benziyor. Ortasında el işlemesi, elin ortasında göz şekli var. Bunu arıyorlarmış. Nedeni sorduk büyü dedi sihir dedi durdu o da çok bir şey bilmiyor herhalde. Baybars emir verdi, dedi bu Tatar kısmı boş şeylerin peşine düşmez, git Kahire’ye Reşideddin’i bul Falcılar sokağına gidin üfürükçü taifesine şu lambayı sordurun.”
“-Gece gece dalga mı geçiyorsun Kıpçak?”
“-Yok be Acem kapısından mihrabına kadar hepsi bu. Aynı böyle. Bu Tatar kısmı boş iş peşine düşmez. Lamba felan kesin bir tılsımın büyünün işaretidir.”
“-Sen hastasın ha. Adamların ordularının cihanda girmediği yer kalmamış, yakında buraya da girecekler. Ne olduda gelin susturmak isteyen kaynana gibi büyülere muskalara başvurur oldular. Mantık olarak biri büyücüye gidecekse bizim durumumuz sakat bizim gitmemiz lazım.”
“-Senin bu dediğini Baybars’ta hesap etti. Hatta kandırma olabilir dedi. Ama birkaç rahipte daha çıktı bu lamba mevzusu. Tatarlar elçi göndertip rahipleri geri istediler felan oyun olabilir. Ama gerçek bir şeyde olabilir. Kağıt yanımda. Sadece araştıracağız o kadar. Beni bu vazifeyle görevlendirdi.”
“-İyi de beni neden araya soktunuz sende biliyorsun falcılar sokağını?”
“-Baybars akil adam uğraşsın, ona git o işinin ehlini bilir diye sana gönderdi. Öğreneceğiz işte. Gerçekse gerekirse gidip biz alacağız.”
Gecenin karanlığında iki adam böylelikle Kahire’de Bab-ı Zelile denilen kapının bölgesine geldiler. Zillet Kapısı anlamına geliyordu ki gerçekten burası hor görülecek işlerin döndüğü bir yerdi. İdamların yapıldığı yer olmakla birlikte daracık bir yolun iki yanında birkaç yer vardı ki burada türlü çeşit meyhane, fesathane ve bir nice kirli işin döndüğü evler vardı. İşte bu mahaldeki bir başka dar sokaktan girerek çevresinde dört hane ve bir kulübenin olduğu bir çıkmaz sokak olan Falcılar Sokağı’na geldiler. Reşideddin, Kızılboğa’ya dönerek:
“-İsmi aldatmasın bu sokaktaki tek falcı şu evde oturan Remilci Yermayil’dir. Onun yanındaki şu iki katlı olanı Muskacı Kör Arab’ın. Onun karşısında da Nübyeli Jambuna Ana’nın evi var, zencilerin bebeklerle putlarla yaptıkları iğneli büyüleri bilir. Yanındaki evde Düğümcü Selahattin’in evi. İçlerinde en maharetlisi odur, derler ki peri kızıyla evlensen bile bir okur üfler o kız sana ertesi gün acuze görünürmüş. Ama hepsi hikaye. Şu kulübede Koca Usta yaşar. Bunların hocası ağası sayılır. Kendisi mesleğinde o denli ilerlemiş, kendini o denli gizemli sanatlara vakfetmiş ki mal hırsı, dünya hırsı görmezmiş.”
“-Lan iyi diyorsun, usta diyorsun öğrencileri evde adam kulübede yaşıyor. Hem anlamıyorum sen bunları nereden tanıyorsun?”
“-Katiplik yaptık o kadar bu şehrin çoğu beni bilmez ama ben tanırım. Bunlar saraya çok çıkıp girer. Fal baktıranı var muska yazdıranı var ohoo. Neyse vakit gece ama yine de Koca Usta’yı mecburen kaldıracağız.”
Sade görünümlü kulübenin önüne geldiklerinde Reşideddin kapıya birkaç kere vurdu. İçeride sanki derin bir kuyunun dibinden belli belirsiz bir “Kimdir o?” diye Arap lisanında bir kelime duyuldu. Reşideddin Kıpçak Türkçesi’nde seslendi: “Benim Koca Usta, Katip Reşideddin!” Kısa bir süre sonra kulübenin kapısının açıldığını gördüler. Elinde ufak bir lambayla kapıdakilere şaşkınca bakmakta olan kambur, sakalı neredeyse yerleri süpürmekte olan kısık gözlü bir ihtiyardı. Reşideddin’in Kızılboğa’yı gösterdikten sonra:
“-Devlet işi baba. Sana danışmamız gereken bir mevzu var.” Dedi. İhtiyar kafasını salladıktan sonra yine Kıpçak Türkçesi’nde ama hiç takılmadan sordu:
“-Bir kusur mu işledik?”
Kızılboğa şaşkınlıkla sordu:
“-Koca Usta, senin tipin bizim Kıpçak atalarına pek benzer. Dilinde aksansızdır. Aslın nereden senin?”
“-Kıpçak değilim ama bilirim Kıpçakça’yı. Oğuzca bilirim ben. Babam oralardan gelmiş ta Selçuk Hakanları zamanında. Gecenin bir vakti kapıma soyumu sopumu öğrenmeye gelmediniz herhalde? Geçin içeri geçin.”
Koca Baba’nın ardından kulübeye girdiklerinde tüm zemini kaplayan büyük ve geniş bir kuyu ağzıyla karşılaştılar. İçeride eşya namına hiçbir şey yoktu. Şaşkınlıklarını bırakmadan tüneline içine doğru inen taş merdivenlerden inmeye başlayan Koca Usta’nın ardından inmeye başladılar. Soğuk taş duvarları elleriyle yoklaya yoklaya dipsiz karanlığa doğru inmeye başladılar. Bir müddet sonra düz bir dehlize denk geldiler. Dehlizin ucuna doğru giden Koca Usta demirden yapılma, üstünde bir nice muska ve tılsımlı yazı taşıyan kapıyı açtı. Onun yol göstermesiyle içeriye girdiler. Burası oldukça yüksek tavanlı ve geniş bir salondu. Bir ucunda iki kapı daha vardı ki başka odalar yahut dehlizlerin varlığına işaretti. İçeride her yer tabandan tavana kitap raflarıyla doluydu ki üstlerinde sihir, büyü ve tılsım sanatına dair bir nice kitapla, yazmayla, kağıt parçalarıyla, taş veya tahta tabletlerle, hayvan ve bitki parçalarıyla, kurukafalarla, kadavralarla, cam kavanoz yahut su içinde yaşayan tuhaf hayvanlarla, kafes içinde hayvanlarla ve yılanlarla, cam şişe içinde böceklerle, insan vücut parçalarıyla, duvarlara kazılı işaretlerle, asılı muskalarla, kazanlarda ve imbiklerde kaynayan tuhaf sıvılarlar ve bir nice simya eşyasıyla doluydu. İçeriye giren en cahil biri bile burası için kolayca “büyücü mekanı” yakıştırması yapabilirdi. Salonun ortasında tahtadan bir taht duruyordu, onunda karşısında alçakça bir döşek vardı. Koca Usta lambayı bir masanın üzerine bıraktıktan sonra koltuğa oturdu. Parmağını şıklatır şıklatmaz uğursuz bakışlı simsiyah bir kedinin gölgelerden fırlayarak kucağına oturmasına izin verdi. Koca Usta kediyi okşarken züppe bir bakışla Reşideddin ve Kızılboğa’yı seyretmeye başladı. Daha ağızlarını bile açamadan Koca Usta konuştu:
“-Baştan söyleyeyim eğer İpek tüccarı İbn Tahir’in kızı Miraye için aşk büyüsü yaptırmaya geldiyseniz vazgeçin. Kızın babası eşek yüküyle para döktü kızına büyü yaptırılmasın diye.”
Kızılboğa hiçbir tepki vermeden tahtın karşısındaki sedire çöktükten sonra:
“-Karı kız meselesi değil usta merak etme. Beni yukarıdan gönderdiler.”
“-Yukarıdan derken? Gök cinleri?”
“-Ne cini amca memluk alametlerini görmedin mi? Devletin tepesinden yani.”
“-Ulan 11 yılda üç sultan indirdiniz tepe mi bıraktınız devlette?”
“-Siyaset konuşmaya gelmedim amca. Şikayetin varsa üç mahalle ötede Kadı Bahattin var, beni tanır selamımı söyle sana dilekçe yazsın. Neyse ustam beni gönderdiler. Bir takım şahıslar bir tılsımlı eşyanın peşine düşmüş. Biz bunun ne olduğunu öğrendik ama aslı astarı var mı gerçek mi değil mi diye öğrenmeye geldik.”
“-Hayırdır normal yollar bitti şimdi sultanların başına cinleri şeytanları mı salmaya geldiniz?”
“-Amca iş ciddi. Tatarlar kapıya dayanmış, bu şeyin peşindeler. Orduda hükmü geçer bir komutan, ismini zikredemem beni gönderdi işin aslını arattır dedi. Koyunlarında şu kağıtları taşıyorlar, üstünde o tılsımın şekli çizilmiş.” Dedikten sonra koynundan dörde katlanmış Çin yapımı bir kağıt parçası çıkardı. Tam ihtiyara uzatacağı sırada bir kitaplığın önünde durmakta olan ufak bir sehpanın taş zeminde kulak tırmalayıcı bir sürtünme sesiyle birlikte kendiliğinden kayarak tam ihtiyarın önüne geldiğini gördü. Reşideddin ve Kızılboğa tam korkuyla besmele okuyacakken ihtiyar sözlerini yarıda kesti:
“-Sizin de gördüğünüz gibi buranın geleni gideni eksik olmaz. Uluorta dua okumazsanız sevinirim. Kağıdı sehpanın üstüne açarak koy.”dedi. Kızılboğa elinde tuttuğu kağıdı açarak sehpanın üzerine bıraktı. Koca Usta kağıdın üstüne eğilir eğilmez yüzü korkudan sarardı. Kağıdı eline alarak yakından baktı. Orta büyüklükte çizilmiş lamba suretine, ortasındaki dört parmaklı el işaretine ve en ortasındaki göz işaretine baktı. Hızla yerinden kalkarak gölgelerde kalmış kitap raflarından birinin önüne gitti. Birkaç kitabı karıştırıp karıştırıp tekrar yerine koyduktan sonra bir tane kırmızı kapaklı kitabı seçti. Aradığını bulmuş gibi bir hali vardı. Birkaç sayfa çevirdikten sonra “İşte burada” dedi. Yerine yeniden oturduktan sonra kitabı açık bir şekilde sehpanın üzerine bıraktı. Kitabın dili Süryani lisanıyla yazıldığından okuyamadılar ama oradaki bir lamba çizimi tıpatıp kağıttaki lamba çizimine benziyordu:
“-İyi ki bana gelmişsiniz. Başka birisi görse hayatta ne olduğunu bilmez, gerçeği size söyleyemezdi. Bu Tatarlar boş bir efsanenin peşinde değiller. Burada çizilmiş olan yeryüzündeki en tehlikeli birkaç tılsımdan biridir. Hatta bazen çölde bulunan üstünde Süleyman’ın mührüyle kapatılmış semboller bulunan içinde tehlikeli ifritleri hapsetmiş olan küpler bile daha az tehlikesizdir. Namtar’ın Lambası derler.”
Kızılboğa:
“-Neden tehlikeli bu lamba?”
“-Lamba değil. İçindeki şey tehlikeli. Kadim çağlarda anlatılan hikayelere göre ta Babillilerden de önce eski Sümerlilerin, bu topraklarda ilk uygarlığı kuranların anlatılarına göre Namtar bunların karanlık tanrılarından birisiymiş. Yeraltında yaşayan ve kötücül olanlardanmış. Bir gün karanlıklar kraliçesi Ereşkigal’ın emriyle tüm sihir gücünü kullanarak bu lambayı yapmış. Bu lambanın özelliği içine istenen bir ruhani varlığı hapsedebilmesi ve sahibi olanı o lambanın içindeki şeyi yönetebilmesiymiş. Ama tek tılsımı varmış. Sahip dilek dilemedikçe o varlık o dileği gerçekleştirmezmiş. Böylece hep lambanın içinde esir kalırmış. Bunun neden yapıldığı bilinmiyor. Dinsel metinlere göre Marduk komutan olmazdan önce devler ve canavarlar ordusunun komutanı Kingu’yu hapsetmek için yaptırılmış, Marduk Kingu’yu yenincede vazgeçilmiş. Ama Namtar bunu kendisi için saklamış ve gücünü kullanmak için ateş perisi, rüzgarın efendisi korkutucu iblis Pazuzu’yu içine hapsetmiş. Bir dilek dilenmediği için asırlarca bin yıllarca Pazuzu alacağı intikamın ateşiyle beklemekteymiş. Bu lambanın söylencesi çok eskidir ve bir çok efsanede geçer. Tanrı dedikleri de kesin büyücü taifesidir. Meşhur Alaaddin’in lambası hikayesindeki lambanın asıl budur! Hatta bir rivayete göre sade Pazuzu değil ona eş bir çok iblis ve cinde gene bu lambaya hapsedilmiş.”
Reşideddin:
“-Hangi Alaaddin? Eski Konya Sultanı Alaaddin mi?”
“-Yok yahu hikaye olanı. Varya hani sihirli lamba hikayesi. İşte aslı bu. Bu lambanın saklı olduğu yeri bilen yok. Ben hariç. Ben yıllar önce onu buldum ama araştırmalarım onun ne olduğunu gösterince aramaktan vazgeçtim. Ne dilerseniz dileyin Pazuzu serbest kalırsa insanlık için hiç iyi olmaz.”
Kızılboğa:
“-Usta sen söyle ne yapalım? Bana verilen emir düşman bunu almadan ele geçirmekti.”
“-Casusları nerede yakaladınız? Yeri saklıdır. Tabi bu elimdeki kırmızı kitaptan onlardada varsa. Ki muhtemelen vardır. Tatarların Mazenderan dağlarındaki Alamut kalesine girdiklerini duymuştum. Eğer Hasan Sabbah’tan kalma o kütüphaneye girdilerse bir kopyası orda olmalıdır kesin yerini biliyorlardır.”
“-Tih sahrası civarında yakalandılar. Bu Racdiye[4]şehrinin yakınlarında.”
“-Racdiye mi? Allah kahretsin! Çok yakınlar. Demek ki öğrenmişler. Siz gidin onlardan önce bulun o halde. Racdiye kentinin altında Romalılardan mı kafir Kıptilerden mi bilmem kadim tüneller vardır. O tünellerde saklıdır lamba ve bildiğim kadarıyla korunmaktadır. Ama yine de siz gidip onlardan önce bulun ve oradan kaçırın. Zira düşman eline geçerse bizim için hiç iyi olmaz. Hatta durun bende geliyorum.”
“-Yolculuk edebilir misin?”
“-At sırtında yada deve sırtında seyahat ettiğimde tahtta Eyyubi hanedanı bulunuyordu. Artık çok yaşlıyım. Ama elimde bizi oraya hızla götürebilecek bir şey var. Siz yukarı çıkın ve dışarıda bekleyin.” dedi.
Reşideddin ve Kızılboğa şaşkın bir şekilde hiçbir şey diyemeden karanlıkta el yordamıyla ilerleyerek tünelden ve merdivenlerden çıkıp Koca Usta’yı beklemeye başladılar. Koca Usta bir süre sonra elinde sarılı orta büyüklükte, eski püskü bir halıyla çıktı. Tam Kızılboğa halı silkelemekle ilgili bir latife[5] patlatacaktı ki Koca Usta halıyı açarak göğe doğru fırlattığında halının süzülerek yarı belleri hizasında havalanmaya başladığını gördüler. Şaşkınlıktan neredeyse küçük dillerini yutacaklardı. Koca Usta:
“-Süleyman Peygamber’e asi bir peri beyinin kalesi ele geçiriliyor. Bey bir hayli iriymiş, üstünde yünden bir elbise varmış bununla uçarak cenk edermiş. Bir şekilde altedilmiş ve elbisenin tılsımlı olduğu görülmüş. Ben bunu bir yerde bulduktan sonra bir halıcıya ördürerek daha kullanışlı hale getirdim. Olabildiğince hızlıdır. Sadece üstüne sağlam oturun ve sıkı tutunun.” dedikten sonra halının ön tarafına oturdu. Reşideddin ve Kızılboğa şaşkınlıktan neredeyse dillerini yutacaklardı. Bir gecede neredeyse masallara denk şeyler yaşamışlardı. Koca Usta’nın ardından temkinli bir şekilde halının uçlarına oturmalarının ardından yavaş yavaş halının havalandığını gördüler. Her biri bir ucuna yapışarak korku dolu gözlerle altlarından uzaklaşmakta olan yeryüzüne bakıyorlardı. Bir süre sonra o denli yükseldiler ki Kahire surları bile altlarında kalmış, karanlık gecedeki yıldızlara dek yükselmişlerdi. Bir müddet sonra hızlı bir şekilde batı yönüne doğru ilerlemeye başladılar. Kahire çoktan gerilerde kalmıştı. Bir anlığına Kızılboğa’nın aklına bu halıya el koyma ve askeri amaçla kullanma fikri gelmişti. Oldukça büyüktü ve bununla kolayca kalelere girilip kapılar açılabilirdi. Ama yükseklik korkusu öyle galebe çalmıştı ki bu düşüncesinden hemen vazgeçti. Böylece belkide tarihin ilk hava kuvvetleri sayılabilecek Memlukler Hava Kuvvetleri daha kurulmadan tarihin tozlu raflarına karışmıştı.
Racdiye dedikleri şehir oldukça eski bir şehir olup kimin döneminde yapıldığı bilinmiyordu. Ama Romalılardan da eski olduğu kesindi, zira bu şehrin kanalizasyonlarından arada bir çıkan sargılı naaşlar ve duvarlardaki kafir zaman resimleri kadim Mısırlıların izini göstermekteydi. Çöl ortasında olmasına rağmen su kuyuları üzerinde bulunması burayı hem kervanlar hem bedeviler hem de medeniler için önemli bir yaşam sahası kılmıştı. Yükselen kuleleriyle, minareleriyle, görkemli sarayları ve kervansaraylarıyla, dilenci gezmez sokaklarıyla çöller ortasında bir inci, hazineler içerisinde en görkemli zümrüt kolyeydi Racdiye.
İşte gecenin o vaktinde Racdiye kentinin göklerinde süzülmekte olan o tılsımlı halının tepesinde Kızılboğa ve Reşideddin ancak masallarda duydukları göz açıp kapayana kadar diyardan diyara uçma mevzusunu bu denli canlı yaşayabilmeleri karşısında halen suskunluklarını korumaktaydı. İkisinin de gördüğü ve yaşadığı bu şeyler karşısında anlayabileceği, algılayabileceği hiçbir şey kalmamıştı. Bir tek Kızılboğa fazladan dünya üzerindeki bir nice büyülü sırları ve onların emirler ve hükümdarlar tarafından kullanılma riskini düşünmekteydi. Cihanın haline akıl ser ermeyeceğine hükmetmişti.
Halı şehre yaklaştıkça Koca Usta’nın komutlarıyla birlikte şehrin sokaklarına doğru alçalmaya başladı. Şehrin surlarının dibine bulunan ve yeraltı tünellerinin girişi olan dehliz ağzına doğru helezonlar çizerek yavaş yavaş alçalan halı tünelin tam önünde durdu. Dehlizin önüne geldiklerinde Koca Usta’nın dürtmesiyle birlikte Reşideddin’le Kızılboğa halıdan inerek dehliz kapağının önünde durdular. Koca Usta halıyı sarıp sarmaladıktan sonra yine bir iple sırtına çaprazlama astı. Dehlizi kapatan parmaklıkların önüne giderek kapıyı kontrol ettiğinde kilitli olduğunu farketti. Diğerlerine dönerek:
“-Kapı kilitli. Lağım bekçisini bulup kapağı açtırmamız lazım.”
Kızılboğa:
“-Halıyı uçurdun, iskemleyi uçurdun şu kapıyı mı açamadın?”
“-Evden aceleyle çıkmasaydık ejderha zehri alırdım. En güçlü zırhı bile eritirdi. Gel gör ki evde kaldı mı onu da bilmiyorum. Pek bulunan bir hayvan olmadığından elimde hiç kalmamış olabilir.”
Reşideddin:
“-Gidip kaldıralım bari adamı kapıyı açsın. Yalnız koca şehirde lağım bekçisini nereden bulacağız?”
Kızılboğa:
“-Sen bilmiyor musun yerini? Katibim katibim diyorsun ama…”
Reşideddin:
“-Lan saçma sapan konuşma! Kahire olsa neyse cümle memalikin tahririni ben mi tutuyorum? Nereden bileyim lağımcının evini?”
Koca Usta:
“-Şuradaki evlerden birine sorun. Şu çavuş gidip sorsun.”
Kızılboğa:
“-Lağımcının evini millet ne bilsin on tane kapak vardır, her gün gidip gelmiyor ki adam? Sıçarım böyle harekata!”
Kendilerine ellerinde fener olan iki memluk askerinin yaklaşmakta olduğunu gördüler. Askerler gelir gelmez ilk etapta şaşırdılar. Gecenin bir vakti lağım kapılarından birinin dibinde iyi giyimli bir adamla, fakir görünümlü bir yaşlının ne yaptıklarını merak ediyorlardı. Kenarda bekleyen çavuş alametli memluk subayını görür görmez esas duruşa geçerek tekmil verdiler. Kızılboğa önce Reşideddin’e sonra memluk askerlerine dönerek:
“-Bunlar bilirler kesin? Bu kentin lağımcısı nerede lan?”
“-Teftiş mi var komutanım?”
“-Soruma cevap versene, nerede buranın lağımcısı?”
“-Lağımcı yok komutanım. Sadece arada bir tıkanma olur çok nadir, o zamanlarda da şehrin kadısından anahtarları alır öyle hallederiz.”
“-Tamam gidip alın kadıdan anahtarı!”
“-Komutanım kadı öyle herşeye izin vermez. İzin kağıdı lazım.”
“-Düşün o zaman önüme birlikte gideceğiz. Amca sen burada bekle, Reşideddin sen gel benle bürokrasiden anlamam sen derdimi anlatırsın!”
Askerlerin ardında düşen Reşideddin’le Kızılboğa dik bir yokuşu çıkarken Kızılboğa söylenmekteydi: “Kahire’de sultanları devir, Racdiye’ye gelince kadıdan boklu lağımın anahtarını istemek için izin al. Bürokrasi ne pis bir şey lan!” diyerekten. Birkaç sokağı geride bıraktıktan sonra sade görünen, tek katlı bir evin önünde durdular. Memluk askerleri birkaç kere kapıyı yumruklayınca kapının hızla açıldığını ve öfkeyle burnundan solumakta olan asık suratlı, orta yaşlı bir adamın tam karşılarına dikildiğini gördüler. Askerlere bakarak gürledi:
“-Gecenin köründe mahkeme mi var da kapı mı yumruklarsınız?”
“-Kusura kalmayın kadı efendi, emir gereği. Lağım kapılarının anahtarlarını istiyor komutanımız.”
“-Gecenin köründe lağım temizliği mi yapacaksınız? Hem kanun var gece vakti evrakta çıkmaz anahtarda çıkmaz!”
Kızılboğa askerlerin arasından geçerek çavuş alametini göstere göstere kadı’nın karşısına dikildi:
“-Rahatsız ettik kadı efendi ama devlet meselesi. Şu iki sokak ötedeki lağımın anahtarı lazım bize.”
“-Devlet lağım görevlerini de mi size bıraktı artık? Gecenin köründe anahtar felan verilmez.”
“-Kadı efendi biz buraya izinle gelirdik gelmesine de, şimdi yine sultan değişti. Kanunda düzenleme yapıyorlar. Şimdi buraya gelecektim Sultan’ın adını yazıp, Sultan Arapça lakap isterim diye tutturdu. Sabaha kadar anca bulur kendine bir lakap. Fermana yazılması gelmesi felan sabahı bulur. Yanımda şahittir diye katibi de…”
Reşideddin Kızılboğa’yı yana doğru ittirerek kadının huzuruna çıktı. Kadı sordu:
“-Yine mi sultan değişti katip efendi?”
“-Yok kadı efendi bu cahil aklı sıra mizah eder. Başka bir mesele vardır. Devlet meselesi. Tatarın casuslarından biri buraya saklanmış. Tünellerde kıstırdık, elimizden kaçırdık. Zincirli kapının arasından geçmiş, bizim orayı açtırmamız şart.”
“-İyide oradan insan geçemez ki özellikle o şekilde sardırmıştım zinciri. Neyse de o casusu ölü farz edin siz peşinden gitmenize gerek yok.”
“-Nasıl yok kadı efendi, Tatara gidip bilgi mi versin, başımızı derde mi sokalım?”
“-O bir şekilde o tünellere girdiyse sağ çıkamaz zaten. Bakın ahali bilmediği için bizde pek deşelemiyoruz ama şunu bilin. O tünellere giren sağ çıkamaz garip ama gerçek.”
“-Eşkıya felan mı var nedir yani?”
“-Eşkıya olsa gene iyi. Şimdi ben söylesem bana inanmazsınız, dalga geçersiniz.”
Kızılboğa:
“-Ben biliyorum bu şey değil mi lağım fareleri. Dev lağım fareleri. Suriye’den yukarı tarafta cırdon diyorlar, kedi kadar büyük hatta kedi bile yiyor, insanın üstüne atlıyor.”
Kadı:
“-Ne faresi ne sıçanı? Allah sizi inandırsın benim görmüşlüğüm yokta orayı temizleten askerlerin ve eskilerin demesi. Bu şehir evvelden putperestlerin mezarlığıymış. Bu tüneller felan sonradan açılma değil burası kurulduğunda varmış. Altında hala gezinen dolanan şeyler varmış.”
“-Ne var? Fareler mi?”
“-Ne faresi yahu? Ben söyleyenin, görenin yalancısıyım ama askerden de ahaliden de gördüğünü söyleyen var. Tövbe estafurullah cahiliye keferesinin cenazeleri yürürmüş!”
“-Ölü? Bildiğin cenaze kalkıp geziyor?”
“-Arada bir lağım tıkanır. Bazen denk geliriz. Bu kafirler bezlere sararlar ölülerini hani göçebe hakanları öldüklerinde de yapılır ya tahnit diyorlar, mumya mı ne? Onlardan biri iki tanesi tıkanırdı kanalda. Ama canlıları varmış.”
Reşideddin:
“-Nasıl ya canlı mı ölü mü şimdi?”
“-Canlı derken yürüyen manasında. Bizim askerlerden ikisi görmüş. Kolları kalkık, dev gibi, üstü başı sarılı, leş gibi kokan canlı cenaze. Keferenin mumyası yürüdü diye tünelden zor çıkmışlar.”
Kızılboğa:
“-Kusura bakma da kadı efendi öyle saçma sapan şey mi olur? Sittin sene evvel ölmüş gitmiş, rahmeti almış veya almamış kalkıp gezecek mi?”
“-Ben onu bunu bilmem. Kıyamet gelende ölüler kalkacak derlerdi, hazır Yecüc Mecüc[6] kapıya da dayandı. Başımızda sultanlar inip çıkar, fitne kol gezer. Kesin kıyamet günü yaklaştı.”
Reşideddin:
“-Sen ver anahtarları bize. Canlı cenaze felan sökmez bize. Casusun kellesini alıp gideceğiz.”
Kadı kendisine yapılan bu ısrara dayanamayarak tekrar eve girdi. Bu sırada Kızılboğa askerlere beşer tane meşale bulmalarını emretti. Kadı elinde büyükçe demirden bir anahtarla çıkıp Reşideddin’e verdikten sonra kapısını örttü. Memluk askerleri sönük vaziyette beş meşaleyle yanlarına geldikten sonra iki sokak aşağıya yürüyerek önünde Koca Usta’nın beklediği lağım tünelinin önüne geldiler. Meşaleleri yaktıktan sonra her biri eline bir tanesini aldı. Reşideddin tünel kapısını açtıktan sonra paslı demir kapıyı ardına dek açtı. Karanlık ve pis kokulu ıslak ve dipsiz tünel ağızlarını açmış onları beklemekteydi.
Askerlerden birisi Kızılboğa’ya:
“-Komutanım biz gelmesek?”
“-Kapıda bekleyin daha iyi işi halledip hemen gidelim.”
Reşideddin:
“-Ne demek o? Dur bir dur. Niye gelmiyormuşsunuz?”
Memluk:
“-Komutanım aşağıda kafirin ölüleri dolanırmış. Diri olsa neyse de bunlar kıyama gelmiş ölü komutanım biz ne yapalım?”
Koca Usta:
“-Adamlar haklı. Buraya yıllar önce malum nedenle girdiğimde bende görmüştüm. Size söylemeyi unuttum yalnız, buranın altında cidden yürüyen cesetler var. Herhalde o malum şeyi korumak için kafirin papazları tılsım koymuşlar.”
Reşideddin:
“-Bu şimdi mi söylenir? Neyse ne, ölüyse ölü. Siz Memluk askerisiniz. Yeryüzünde sizinle cenk edecek asker, ölü yada diri meydanlara çıkmadı daha. Düşün önümüze ne kadar kalabalık o kadar iyi!”
Kafile yanan meşalelerin altında tünele girdi. Birkaç adım uzunca bir koridorda ilerledikten sonra denk geldikleri bir kemerin ardından aşağıya uzanan taş merdivenlerden inmeye başladılar. Birkaç kat aşağıysa indikten sonra tekrar bir kemeri geride bırakıp üç ayrı yere giden bir tünele denk geldiler. İhtiyarın peşinden ortadaki tünele sapıp yeniden uzunca bir koridora girdiler. Duvarlarda cahiliye döneminden kalma putların ve cinlerin resimleri, onların acayip şekilleri nakşedilmişti. Tılsımlıdır diye hiç biri ne okumaya nede bakmaya cesaret edemedi. İhtiyarın peşinde kah sağa kah sola ilerlerken leş kokusu, soğukluk ve su damlamalarının sesleri dayanılmaz bir hal almıştı.
Tam ilerlemeye devam edecekleri sırada arkadan gelen askerlerden birinin “Arkamızdan geçti!” çığlığıyla birlikte kılıçlarını ve hançerlerini çekerek arkalarına döndüler. Dipsiz bir karanlık uzamaktaydı önlerinde. Kızılboğa:
“-Hani nerede?”
“-Arkamızdan birisi geçti komutanım, hemen şu kemerin oradan ayak sesleri duydum!”
“-Ses yankı yapmıştır! Saçma sapan konuşma! Koca Usta şu emaneti bulalım artık!”
Kafile yeniden yürümeye başladı ve bu kez hepsi tetikteydi. Onların ışıltısı gözden uzaklaşınca karanlığın içinde sessiz seddasız ayaklarını sürümekte olan ve taze etin kokusunu izleyen ölülerin ayak sürümeleri karanlığı doldurdu. Onların da önünde kimliği belirsiz birkaç adımın onların takip ettiklerinden habersizlerdi. Birkaç tünel daha döndükleri sırada Kızılboğa’nın kolunu birisi tuttu. Askerlerin korkuyla yaptığı bir hareket zannederek onları haşlamak adına geriye döndüğünde korkudan neredeyse küçük dilini yutacaktı. Yerden kendisine uzanmakta olan ve kolunu kavramış bir şey görmüştü. Suratı yılların etkisiyle kurumuş, ağzı yüzü yamulmuş, çürümekte olan kem suretli bir şey simsiyah ellerinden biriyle onun kolunu kavramıştı. Bir insanı delirtebilecek denli korkunç ve iğrenç yaratık ısırmak üzere koluna hamle yapmak üzereydi. Ayağını yaratığın suratına koyup hızla kolunu çektiğinde yaratığın kolununda koparak kendisiyle birlikte geldiğini gördü. O sırada her biri meşalelerin ışığında karanlığın içinden sallana sallana kendilerine gelmekte olan siluetler gördüler. Koca Ustan’nın çok yaklaştık diyerek koşmasıyla birlikte onun ardından karanlık tünellere daldılar.
Bir tünelin ucunda altın işlemelerle süslü, tunçtan bir kapı gördüklerinde Koca Usta’yla birlikte oraya doğru seğirttiler. Koca Usta kapıya gelir gelmez elini kapı kolunun üzerine koyup, yıllar önce tekrar okuduğu tılsımlı sözleri okumaya başladı. Kapı bir süre sonra arkasından zincirler boşanıyormuşçasına gelen korkutucu sesler duydular. Altın süslü tunç kapı büyük bir gürültüyle ağır ağır ardına dek açıldı. Koca Usta kapı açıldıktan sonra çantasından çıkardığı bir avuç dolusu beyaz tozu yere çizgi halinde serpti. Üzerine de yine çantasından çıkarttığı ufak bir şişe içindeki mavi sıvıdan boşalttı. Beyaz çizginin karanlıkta ışımaya başladığını ve bir şekilde ölülerin oradan geçemediğini gördüler. Geri dönüp açılan kapıdan içeri girdiklerinde büyükçe bir kaidenin üzerinde duran resimdeki şekline benzeyen lambayı gördüler. Koca Usta tuzak olup olmadığını anlamak için yine bir başka sarı renk tozu çıkartarak kaideye doğru üfledi. Lambayı eline aldığı sırada arkasından gelen çığlık sesleri üzerine gerisingeri baktı. Kızılboğa’nın iki memlukün gırtlaklarını hayvan boğazlar gibi kestiğini gördüler. Reşideddin korkuyla bir kenara büzülmüştü. Kızılboğa soğukkanlı bir yüz ifadesiyle konuştu:
“-Lambayı bana ver hemen.”
“-Ne yaptığını sanıyorsun sen?”
Reşideddin:
“-Tatar casusu herhalde?” dedi ezilip büzüldüğü duvar dibinden. Kızılboğa:
“-Ben onun bunun casusu değilim. Demin karar değiştirdim. Elimde sultanlık için bir anahtar varken neden onu gidip Baybars’a teslim edeyim?”
Koca Usta:
“-Saçmalama! Bu bildiğin bir tılsım değil. İçine kadim zamanların korkunç çöl cinleri hapsedilmiştir! Bela mı getireceksin başımıza!”
“-Bir dilek. Basit bir dilek o kadar!”
Sözlerini bitirdikten sonra elindeki hançeri hızla ihtiyara fırlattı. Koca Usta göğsüne saplanan hançerle birlikte lambayı elinden düşürerek yere yığıldı. Kızılboğa lambayı eline alarak elinde tuttuğu meşalenin ışığına ona baktı. Meşaleyi duvara taktıktan sonra iki eline aldı. Koca Usta son kalan gücüyle konuşmaya çalışıyordu.
“-Sakın okşamaya kalkma…”
Kızılboğa lambayı masallardaki gibi okşamaya başladı. Ama başlar başlamaz yüzündeki sırıtma dondu. Lambanın içinden siyah bir duman tütmeye başladı. Dumanlarında arasından her biri korkutucu ve ürkütücü, iğrenç canavar suretlerini görmeye başladı. Lambadan çeşit çeşit suretler çıkıyordu. Onların böğürtüleri ve korkunç kahkahaları yeri göğü inletiyor, sanki kafalarını delirtebilecek bir vızıltıyla dolduruyordu. Dumanın tünellerden taştığını ve her kanalizasyon kapısından şehre dolduğunu gördüler.
Racdiye şehri tarihe geçen son lanetli şehirlerden birinin gazabını an be an yaşamaktaydı. İnsanlar görüp görebilecekleri en korkunç kabuslarından delilikle dolu kahkaha ve çığlıklarla uyandılar. İnsanlar çırılçıplak sokaklarda koştururlarken en korkunç kabusları dirilmiş onlara kadim çöllerin korkunç cinleri musallat olmuştu. Her birinin derisi soyuluyor, alevden yeller sokakları kavuruyor, insan parçaları sağda solda uçuşuyordu. Böylece o koca şehir, o çöl zümrüdü Racdiye lanetli çöl cinlerinin gazabına uğrayarak, kara tanrı Namtar’ın lambasıyla birlikte çöllerin derinliklerine gömülmüştü. Buna şahit olan kervan insanlarının ve bedevilerin delirdikleri ve anlattıklarıyla tımarhaneler doldu, bu lanetin yeniden uyanmaması için çökmüş şehrin kalıntılarını kasten kumların arasına gömüp kayıtlardan sildiler.
Bir şehir bir gecede çökmüş, bir gecede kayıtlardan düşürülmüştü. Derler ki bu unutuluşa rağmen o çöken şehrin hikayesi hala anlatılır ve oradan geçen yolcular bir gece ansızın Racdiye’ye çöken kabusları rüyasında görerek uyanır veya sonsuz gecede delilerin kahkahalarını işitir…
SON
[1] Namtar: Sümer inanışlarından Babil ve Akad inançlarına geçmiş bulunan kötücül ve iblisvari tanrı.
[2]Memluk ordu teşkilatı iki unsura dayanıyordu. Nil üzerindeki El-Ravda adasındaki garnizonda yetiştirildiklerinden ötürü Kıpçak ve Türk asıllı Memluklere Bahri Memlukler denilirdi. Kara tarafındaki garnizonda yetiştirilen ve Çerkez unsurlardan devşirilen Memluklere ise Burci Memlukler denirdi. Memluk devletini kuranlar bu Bahri Memlukler teşkilatı yani Kıpçak askerlerdir.
[3] Tatar: O tarihte Moğol ordularına verilen isimlendirme.
[4] Racdiye bir şehir ne gerçekte nede tarihte varolmuş bir mekandır.
[6] Yecüc ve Mecüc: O devirde Moğol orduları için yapılan benzetmelerden birisi.
- Çeşmenin Duldası - 1 Ekim 2021
- Paşa, Voyvoda ve Cadı - 1 Nisan 2021
- Şalgamika Nasıl Dağıldı? - 15 Haziran 2017
- Balkanski Grob - 15 Mayıs 2017
- Tahta Kılıçlar Mezarlığı - 15 Ekim 2016
Yine kendine has tarzınla yine enfes bir öykü sunmuşsun bizlere sevgili Wyern.
Özellikle “Kahire’de sultanları devir, Racdiye’ye gelince kadıdan boklu lağımın anahtarını istemek için izin al. Bürokrasi ne pis bir şey lan!” şeklinde kurduğun diyalog ve bir önceki hikayendeki küpe yaptığın gönderme bu öykünün en beğendiğim kısımları oldu.
Bir de senin yazılarında hiç mi iyi insan olmaz arkadaş? 🙂 Herkes üç kağıtçı, herkes menfaatçi… Hiç birine tam olarak ısınamıyor insan. Ama gerçek hayatta da bu tarz insanlar böyle davranışlar sergiliyor, değil mi?
Ellerine, zihnine ve kalemine sağlık…
Teşekkür ederim hocam, yorumunuz için çok teşekür ederim. Bu toprakların hikayesini ve insanını anlattığım için ve dedikodu, hile, desise, entrika, arkadan iş çevirme ne saraylarımızdan nede güncel yaşamımızdan eksik olmadığı için, ne kadar fantezi yazsam bile gelip hikayeme sızıveriyorlar. Karakterler aslında olduğundan iyi veya kötü değil. Sarayda büyümüşler ve aşırı hırslılar. 21.yüzyılda plazalarda dönüyordur benzeri muhabbetler birde işin içine metafizik bir tılsımı elde etme girince iş elden çıkıyor 🙂 Tekrar teşekkür ederim 🙂
harika bir öykü olmuş tebrikler