Öykü

Nöbetçiler

Sehpanın üzerini bir yığın abur cubur dolduran iki arkadaş, DVD arşivindeki en sevdikleri fantastik filmi izlemeye dalmışlardı. İkisi içinde mitler, efsaneler deyince akan sular duruyordu. Filmlerden, oynadıkları oyunlara, okudukları kitaplara kadar hepsi bu türdeydi. Hemen hemen bütün mitolojilerdeki tanrıları, yaratıkları ve hikayeleri biliyorlardı. İşte bu yüzden defalarca seyrettikleri filmden, ilk defa görmüş gibi gözlerini alamıyorlardı. Sabah okulda başlarına gelebilecek olanlar bile umurlarında değildi.

Dillerinden düşürmedikleri mitolojik hikayeleri, okulda anlattıklarında özellikle kızlar tarafından çok ilgi görüyordu. Okul bahçesinde, tiyatro yapıyormuş gibi yine bir hikaye anlatıyorlardı. Acar, tam olmayacak zamanda olmayacak cümleyi söylemişti. Hikayede geçen kocaman çirkin yaratığı, okulun belalısı iri yarı olan koca kafaya benzetti. Çevresindeki kız ve erkek öğrenciler hep birlikte güldüler. O sırada kendisini izlediğinden haberi yoktu. Arkasını döndüğünde göz göze geldiler. Bakışlarından ateş fışkırıyordu. Onca kişinin önünde rezil olmuştu. Acar, yavaşça çantasını yerden aldı ve diğerlerinin arasından zıplayarak sınıfa kaçtı. Semih de aynı şekilde sınıfa sığındı. Şansa son dersin boş olması ile okuldan erken çıkarak kurtuldular.

Filmin bitiş yazıları akmaya başladığında Semih:

“Oğlum, geç olmuş ben kaçayım!” diyerek kalktı ve kapıya doğru yöneldi, çıkmadan önce arkasını dönerek “Yarın dikkatli olalım.” dedi.

O gittikten sonra dağıttıkları odayı toplayan Acar, yarım bıraktığı ödevi üzerinde biraz çalıştı ve yattı.

Sabah erkenden buluştular. Dükkânların önünden geçerek gittikleri yolu kullanmak, kuş gibi kafese girmek olurdu. O ahmak ve etrafındakilerin orada beklediğini çok iyi biliyorlardı. Arkası ormanlık olan okula, ağaçların arasından gelerek ulaştılar. Kimsecikler yoktu. Duvardan atladılar ve oyalanmadan sınıflarına koştular.

Bütün gün okulun bahçesine dahi çıkmadılar. Ders aralarında yakalanmadan eve nasıl döneceklerini düşündüler. Gelirken atlattıkları koca kafalı daha çok sinirlenmiş olmalıydı. Koridorda dolaşıp, sınıfın içine tehditkar bakışlar atıyordu.

Günün son zili çaldığında herkesten önce dışarıya çıktılar. Bahçe kapısının önünü iki kişi tutmuştu. Anlaşılan son derse girmemiş nöbete durmuşlardı. Arka tarafa yönelip duvara çıktıklarında orayı da tuttuklarını gördüler. Yan duvarın oralarda kimse gözükmüyordu. Duvarı aşıp diğer tarafa geçince çöp konteynırları yanına gizlenmiş iki kişi peyda oldu. Çalınan ıslık ile etrafları sarıldı ve lakap takmaktan herkesin adını unuttuğu koca kafa liderleri geldi.

“Altı üstü bir benzetme yaptım ve herkes güldü. Bu kadar hırs yapmaya ne gerek var?” diyerek söyleyemediği cümleleri içinden geçiriyordu Acar.

Bir süre pis pis sırıtarak yüzlerine baktılar ve hepsi birden üzerlerine çullanıp vurmaya başladı. Gelen tekme ve tokatlara karşı kendilerini korumaya çalışırken debelenip duruyorlardı. Bu sırada araya giren bir kişi, tuttuğunu sağa sola savurdu. Adamın bu yaptığı karşısında ayağa kalkan koşarak uzaklaştı. Yerde yatan iki arkadaş yavaşça doğrulmaya çalışıyordu. Yardımlarına gelen kırca saçları yüzünün üstüne düşmüş, siyah paltolu bu kişi konuşmadan arkasını dönüp gitti. Çantalarını yerden kaldıran gençler, aldıkları darbelerin ağrılarıyla eve doğru yol aldılar.

İkisi de kendilerini kurtaran adamın, üzerlerinde bıraktığı tuhaf etkinin suskunluğu ile hiç konuşmadan yürüdüler. Semih, kendi evinin olduğu sokağa yetişince, görüşürüz der gibi bir el hareketi yaparak o yöne döndü. Acar da eve geldiğinde kimseye görünmeden odasına girdi. Çantasını köşede duran koltuğun üzerine fırlattı. Üstünü başını çıkarıp yatağa uzandı ve gözlerini tavana dikti. Bütün gün yaşadıkları ve yediği dayağı unutmuş o adamı düşünüyordu. Neden bu şekilde etkilendiğini de kafaya takmak, bir düşünceler karmaşasına yol açıyordu. Yaşadığı stresten ve yorgunluktan dolayı kapanan göz kapaklarına engel olamadı ve uykuya daldı.

Annesi, bir müddet sonra akşam yemeğine çağırmak için odanın kapıya vurdu. Acar gözünü açarak;

“Ben aç değilim.” diye bağırdı.

Gözünü tekrar kapatmıştı ki birden geri açtı. Koltuğun üzerinde duran çantasını gördü. Tablet bilgisayarının zarar görmüş olabileceği geldi aklına. Yerinden kalktı ve çantanın içini açıp kontrol etti. Tablet zarar görmemişti, fakat çantada ona ait olmayan bir şey vardı.

Birkaç yerinde değişik şekiller olan ahşaptan yapılma bu şey, yeşil renkli bir matruşkaydı. Eline alarak incelemeye başladı ve daha sonra ortadan ikiye ayırdı. İçinden kırmızı renkte başka bir tane çıktı. Bunda farklı şekiller vardı. Daha önce bu bebeklerden görmüştü, bunun çizimleri ve havası çok farklıydı. Böyle bir şeyi çantasına kimin koyduğu hakkında bir fikri yoktu.

Kırmızı renktekini açmak istedi ve ne kadar uğraşsa da bir türlü beceremedi. Tekrar diğerini eline alarak dakikalarca bırakmadı. İçini dışını dikkatlice gözlemlerken, iç tarafında bir şeyler yazdığını gördü. İlk bakışta orada olduğu anlaşılması zordu. Gözlerini kısarak o yazıyı okumaya çalıştı. “HALK KÜTÜPHANESİ- KURTULUŞ BİRLİĞİ- SAYFA 50” yazıyordu. Alt tarafında da muhtemelen kitabın hangi rafta olduğunu gösteren bir kod vardı. Bu durum Acar’ı çok heyecanlandırdı. Kütüphaneye giderek orada ne yazdığını öğrenmek için can atıyordu. Bir yandan da başkasına ait olanın peşinden gitmenin, başına iş açmasından korkuyordu. Ama merakı korkusundan daha büyüktü.

Gece gözüne uyku girmemişti. Gün aydınlandığı gibi üzerini giydi ve esrarengiz matruşkayı da yanına alarak dışarı çıktı. Semih’in evinin önüne geldi. Saat çok erken olduğu için bir kenara oturup bekledi. Arkadaşının babasının işe gitmek için evden çıktığını gördü ve o gider gitmez koşup kapıyı çalmaya başladı. Yeni uyanan Semih henüz gözlerini ovuştururken, o içeriye girerek harıl harıl olanı biteni anlattı.

Okula geldiklerinde bahçedeki banklara oturmuş konuşuyorlardı. Bu iş Semih’i de sardı. Her zaman oyunlarda oynayıp, filmlerden gördükleri ve yaşamak istedikleri maceranın içine girmişlerdi sanki. Bu arada daha dün onları dövmek için yanıp tutuşanlar, bu gün yanlarına yaklaşmıyordu. O adam sadece onları değil, diğerlerini de etkilemişti. Ama oların üzerinde korku bırakmıştı.

Saatleri sayarak zamanı geçirdiler ve çıkış vakti geldi. Okuldan fırlayıp kütüphaneye gitmek için dolmuş durağına koştular. Bir süre bekledikten sonra tıka basa dolu dolmuşa itiş kakış binip, zorlu yolculuğun ardından kütüphanenin önünde indiler.

Ülkenin en eski kütüphanelerinden biriydi. Üzerindeki işlemeleri ile hayranlık uyandıran büyük kapıdan girdiler. Kitap cennetine düşmüş gibi bir manzara karşıladı onları. Bir sürü kitap özenle raflara dizilmişti. Yavaşça ilerlediler. Arka arkaya dizilmiş masalarda oturan birkaç genç kafalarını kitaplara gömmüşlerdi. Köşedeki L koltukta orta yaşlı bir adam kitap okuyordu. Fazla kimse yoktu. Acar, kağıda yazdıklarına bir göz attı ve doğru kısmı buldu. İkisi de gözlerini kitaplara dikip aramaya başladı. Raflara bir süre bakındıktan sonra Acar elini bir kitaba uzatarak aldı. Onu gören Semih yanına geldi. Beyaz bir kitaptı ve üzerinde büyük harflerle “KURTULUŞ BİRLİĞİ” yazıyordu. Kalpleri hızlı atmaya başladı, aradıkları şeye ulaşmak inanılmaz bir duyguydu. Acar heyecanla diğer sayfalara bakmadan hemen tarif edileni açtı ve Semih’in duyacağı kadar hafif bir sesle okumaya başladı.

“Karanlık güçlerin insanlığı hakimiyeti altına almaya çalıştığı zamanlarda, güneş bereket ve bolluk veren yüzünü göstermez oldu. Tabiat ahengini yitirdi. Nehirlerden su yerine kızıl kan akmaya başladı. Ağaçlar küle dönüşüyor ve toprak can çekişiyordu. Her yer alev alev cehennem olmaya doğru gidiyordu. Nereden ve nasıl geldikleri bilinmeyen şeytani ordunun karşısına çıkanlar, günden güne eridiler. Acımasız, hissiz ve durmak bilmeyen bu savaşçılar ölüm saçıyordu. Yavaş yavaş başlayan bu işgal bütün yeryüzünü tehdit ediyordu.”

O sayfada sadece bunlar yazılıydı ve altında bir heykel resmi vardı. Elinde büyük bir kılıç tutan savaşçı heykeliydi.

Yazanları okuduktan sonra Acar’ın sırtındaki çantadan gelen bir tıkırtı sesi duyuldu. Bunun üzerine çantadan çıkardıkları sır kutusunu kontrol ettiler. Bir türlü açılmak bilmeyen kırmızı olan kolaylıkla açıldı. İçinden bir başkası çıktı, bu seferki mavi renkliydi. Yanında rulo hâlde duran küçük bir kağıt vardı. Bilindik kağıtlardan değildi, daha çok bir deri parçasına benziyordu. Burada da yazan birkaç cümle vardı.

BAKMAK İLE GÖRMEK FARKINI BİLEN KİŞİ

ÇÖZEBİLİR ANCAK BU GİZİ

VARMAK İSTİYORSA SONUCA

KALDIRMALI GÖZÜNDEKİ PERDEYİ

Bir bilmecenin içine düşmüşlerdi. Birbirlerinin gözlerine baktılar. Neyi görmek? Yalnızca bu soru vardı akıllarında.

Acar, biraz önce yaşadıklarının şaşkınlığı ile rafa bıraktığı kitabı, bir şeyler bulabilme amaçlı eline aldığında şok oldu. Bu o kitap değildi. Tam bıraktığı yerde duruyordu. Kapağı ve ismi değişikti. Ellinci sayfaya ve diğerlerine baktı, sır olup uçmuş gibiydi. Mavi olan kutu da açılmıyordu. Bir öncekinden çıkanı sonuca ulaştırınca, diğerinin açıldığını anladılar. İşler giderek tuhaflaşıyordu. Ellerindeki bilmece ve kafa karışıklığı ile oradan ayrıldılar.

Semih, diğer gün okul olmadığından Acar’ın evinde kalmak için ailesinden izin aldı. Eve geldiklerinde mutfaktan atıştırmalık bir şeyler alıp odaya kapandılar. Bunu çözmenin bir yolunu bulmak istiyorlardı. Defalarca kez okudular bilmeceyi. Bakıp göremedikleri ne olabilir diyerek kafa patlatıp durdular, fakat bir sonuca ulaşamadılar. Saatin gece yarısını geçtiği sıralarda Acar yerinden kalkarak;

“O heykeli hatırladım.” dedi.

Şaşkınlık içinde ona bakan Semih, henüz bir şey anlamamıştı.

“Oğlum, kitapta okuduğum sayfada bir heykel resmi vardı!” dedi Acar heyecanla.

Semih de hatırladı.

“Ne olmuş varsa? diye sordu.

“O heykeli daha önce gördüm.” dedi Acar.

Bu cevabı duyan Semih’in kafasında şimşekler çaktı. O da görmüştü ve nerede olduğunu iyi biliyordu.

Bulundukları yere dört saat uzaklıkta bir antik kent vardı. Acar birkaç kez gitmişti ve en son bir yıl önce beraber gitmişlerdi. Diğer notun çıkması ve kitabın kaybolmasının şaşkınlığını yaşarken heykeli unutmuşlardı. Bu gizem orada açığa kavuşabilirdi. Tek yapmaları gereken oraya gitmekti. Sabah bu işi yapacağız der gibi birbirlerinin gözüne baktılar.

Güneş aydınlığını yeni yeni gösterirken ikisi de ayaktaydı. Acar, ne kadar parası varsa yanına aldı. Hazırlıklarını yaptılar ve yola düştüler. Fazla uzak olmayan otogara kestirmelerden koşarak kavuştular. Gidecekleri yere en yakın mesafeden geçen otobüse binip, bu meçhul maceraya teslim oldular.

Acar, yaklaşık üç saat sonra ailesini aradı. Bir başka arkadaşının köyünde olduklarını, akşam söylemeyi unuttuğunu ve çeşitli yalanlar anlattı. Annesi ve babası normalde bu duruma kızardı. Daha öncede gittiği ve yakın bir yer olduğu için ses etmediler. Semih için bir problem yoktu. Onun ailesi Acar’ın evinde olduğunu bildikleri için rahattı.

Nihayet otobüsten indiler. Antik kente çok yakın olan küçük ilçeye giden arabaya bindiler. Yarım saat süren bu kısa yolun ardından ilçeye varıp, hiç durmadan antik kente doğru yürümeye başladılar.

İki günde hayatları enteresan bir hâl almıştı. Akıllarının ucundan geçmeyecek şeyler yaşıyorlardı. İpuçlarını buldukça açılan diğer parçalar, bir teknolojiye mi yoksa büyü gibi bir şeye mi ait net bir cevap bulamıyorlardı. Sonunun nereye çıkacağını bilmeseler de, ikisi içinde bu serüvenin ortasında olmak büyük zevkti. Belli bir mesafe yürüdükten sonra oraya kavuştular ve artık heykel karşılarında duruyordu.

Koşar adımlarla yıkıntıların üzerinden atlayarak onun etrafında dönmeye başladılar. Yıllara meydan okuyan bir dayanıklılık ile sapasağlam duruyordu. Elindeki kılıcı doğuya kaldırmış, kafasındaki miğferi ve üzerindeki detaylarla ihtişamlı bir görünüme sahipti. Tam olarak ne yapacağını bilmeyen gençler, deri parçasına yazılmış bilmeceyi tekrarlıyordu. Heykelin yüzünün dönük olduğu tarafta bulunan sütunlara göz attılar, ama herhangi bir şey bulamadılar. Heykelin alt tarafında kabartma bir yazı vardı. Değişik şekillerden meydana gelmişti. Orayı göz hapsine alan Acar, dakikalarca dikkat kesildi. Aniden çantasından çıkardığı kurşun kalemle yazının üzerini çizmeye başladı.

“Ne yapıyorsun?” dedi Semih.

Yaptığı işe odaklanan Acar, sesini çıkarmadı. Hızla hepsini tek tek çiziyordu. Semih sorusuna cevap alamayınca üstelemedi ve bitirmesini bekledi. Son şeklin üzerini çizen Acar:

“Bakmak ile görmek arasındaki farkı bilmek…” dedi ve sevinçle olduğu yerden kalktı.

Onun bu yaptığına anlam veremeyen Semih, sevinç kahkahaları atan arkadaşına bakıyordu. Acar, onu omuzlarından tutarak yazıya doğru çevirdi. O anda gözlerindeki şaşkınlık ve neşe birbirine karıştı.

Heykelin altındaki şekillerden oluşan yazı, aslında gizlenmiş normal harflerden meydana geliyordu. Her harfin üzerine fazladan eklenen işaretler, değişik şekiller gibi görünmesini sağlıyordu. Acar, adeta gözündeki perdeyi kaldırarak, bakmakla kalmayıp içindeki gizemi gördü. Bilmece tam olarak cevabını buldu. Kalp atışlarının hızı ile sesi titreyen Acar:

“Dile getirirsen bu yazıyı, elinde bulacaksın sır taşını.” diyerek ortaya çıkardığı yazıyı okuyunca, heykelin miğferinden küçük bir parça yere düştü.

Yerden aldıkları parçanın iç tarafında parlak bir taş vardı. Acar, avucunun içinde sıkıştırınca üzerindeki heykel kalıntıları ufalanarak toza dönüştü. Pırıl pırıl parlayan bu taşın neye yaradığını bulmak için sıradaki matruşka lazımdı. Çantadan çıkarıp mavi olanı açtılar. İçinden sarı renkte bir başkası çıktı. Yine deri parçası üzerinde, aynı heykelin kılıcı doğrultusunda bir kaleyi gösteren çizim vardı. Onun altında da bir şeyler yazıyordu.

TAŞ BULUNCA KALEYİ

AYDINLATIR GECEYİ

Bunu okuduktan sonra cep telefonlarını çıkardılar. Haritalardan antik kent civarında ve geniş çevresinde arama yaptılar. Semih, ilçeye yaklaşık altı kilometre uzaklıkta bir kalenin bulunduğunu gördü. Üzeri işaretlenmiş olduğundan bulması zor olmadı. Yönüne bakıldığında, heykelin kılıcını tuttuğu doğuya denk geliyordu. Aradıkları yer orası olmalıydı. Bu seferki not açıkça gece orada bulunmalarını söylüyordu. Henüz çok erkendi. Dinlenmek ve düşünmek için ilçeye dönmeye karar verdiler.

Açlıktan guruldayan karınlarını doyurmak için bir kebapçıya oturdular. Yemeklerini yediler ve gece oraya nasıl gideceklerini konuşurken, garsondan bilgi edindiler. Kendi yaşlarındaki garson, toprak ve düz bir yolun oraya kadar gittiğini söyledi. Gece orada ne yapacaklarını kimseye anlatamayacakları için tek başlarına gitmeliydiler. Taksi veya başka birinin sürdüğü araç ile gidemezlerdi. Yürümenin de ne kadar güvenli olacağını bilmiyorlardı. Oradan çıkarak ilçede dolanmaya başladılar. Birkaç sokak döndükten sonra aradıkları çözüm karşılarında duruyordu. Bir motosiklet kiralama yeriydi burası. Semih’in ehliyeti vardı ve bir scooter motosiklet kiraladılar. Lazım olabilir diye iki tane el feneri alarak çantalarına yerleştirdiler. Sonrasında gündüz gözü ile hem yolu öğrenmek, hem oraları keşfetmek için kaleye gittiler.

Motosikletin zorlanmadan gideceği bir yol vardı. On dakikadan biraz uzun sürede kavuştular. Bir kısmı yıkılmış kalenin yarısından fazlası hâlâ ayaktaydı. İçini otlar kaplamıştı. Biraz dolandıktan sonra enteresan bir şeye rast gelmediler ve geri döndüler.

Vakit öldürmek için oturdukları kafeden saat on bir olduğunda kalktılar. Motosiklete binip karanlıkta yavaş yavaş kaleye doğru yola çıktılar. Yetiştiklerinde el fenerlerini çıkarıp kalenin içine girdiler. Acar, kapalı alanın ortasında dururken cebindeki parlak taşı çıkardı. Elindeki feneri korku ile çıtırtı seslerine doğru çeviren Semih:

“Şimdi ne olacak?” dediği gibi taş parlak bir ışık saçmaya başladı.

Bu parıltı, kalenin duvarında ışıkla oluşan bir kapı meydana getirdi. Semih, kapıya doğru gidip yan tarafında oluşan şekilli ışığa elini değdirince, bir geçit açıldı. Bu sırada taş ışığını içine çekti ve parlaklığını kaybetti. Hemen sarı matruşkayı çıkardılar. Kolayca açıldı, içinden küçük beyaz bir tane daha ve harita çizimi çıktı. Feneri içine tuttukları bu geçitte, aşağıya doğru inen merdivenleri gördüler.

“Şimdi ne yapacağız?” dedi Semih.

Derin bir nefes alan Acar:

“Aşağıya ineceğiz.” dedi.

Haritanın buraya ait olduğunu ikisi de biliyordu. Usul usul aşağıya indiler. Haritadaki koyu çizgi gidecekleri yeri gösteriyordu. Bu dehlizde kaybolmamak için dikkatli davranıyorlardı. Yanlış bir koridora dönerler ise başlarına kötü şeyler gelebilirdi. Belki de oradan hiç çıkamazlardı. Gerilim dolu bu karanlık koridorun sonuna yetiştiler. Gidecek başka bir yer yoktu. Çantadan gelen ses, son matruşkanın da açıldığını haber veriyordu. Baktıklarında onun içinden anahtar benzeri bir metal çıktı. Bununla birlikte küçük bir ışık, muhtemelen giriş deliği olan yeri ortaya çıkardı. Acar, anahtarı alarak oraya yerleştirdi ve çevirdi. Duvar, içeriye doğru açılan bir kapıya dönüştü. Artık bu son noktaydı ve korkan adımlarla içeriye girdiler.

Küçük bir odaya benziyordu. Karşı duvarı, dalgalanıp duran bir ışık kaynağı kaplamıştı. Sağ taraftaki duvarın önünde, muhafaza altına alınmış olan okudukları beyaz kitap duruyordu. Etrafı inceledikleri sırada, açılan kapının arkasındaki gölgeden bir kişi çıktı.

“Sonunda…” dedi kalın sesiyle ve tam karşılarına dikildi.

“Sende kimsin?” dedi Acar.

“Ben size neden burada olduğunuzu anlatacak kişiyim.” diyerek cevap verdi adam.

“Buraya kadar gelmeniz cesur ve zeki olduğunuzu gösteriyor. En başından anlatacağım size.” dedi ve ikisini içeriye çekti.

Kapı tekrar kapanarak duvar halini aldı. Duvardaki dalgalı ışık ters döndü ve normal bir duvar oldu. Muhafaza içindeki kitapta duvardaki gizli bölmeye girdi. Ortamın loş havası aydınlık bir hale büründü. Birbirlerinin yüzlerini daha iyi görebiliyorlardı. Aynı anda içerisi de değişti. Tuhaf üç sandalye ve bir masa ortaya çıktı. Bunlara oturdular ve onların konuşmasına fırsat vermeden anlatmaya başladı.

“Çok uzun zamanlar önce, aslında kadim zamanlarda denebilir. Bu topraklardan çıkan karanlık bir güç insanları ve doğayı yok ediyordu. Cehennem dünyaya akıyordu sanki. Simsiyah kıyafetler içindeki acımasız savaşçılar kimseye acımıyordu ve onları durduracak kimse yoktu. Çaresizlik herkesi esir almıştı. Bu sıralarda esrarengiz bir kişi geldi. Onun öğreteceklerini kavrayacak kişiler seçti ve onları da alarak gitti. Aradan belli bir zaman geçmişti. Her şey olduğundan daha kötüye gidiyordu ki “KURTULUŞ BİRLİĞİ” adında küçük bir topluluk yardıma koştu. Kötülük ve ölüm saçanlar ile amansız bir savaşa girdiler. Uzun süren bu savaşın sonunda başarılı oldular. Bunlar o seçilen insanlardı. Kötü gücü hapsettiler ve kapıyı mühürlediler.” dedi ve karşısında oturanların gözlerine baktı.

“Peki bizle ne alakası var.” dedi Semih.

“Üzerinden geçen uzun yıllar ile herkes olanları unuttu. Ama korunması gereken bir kapı gerçeği vardı. Yıllar boyu nöbetçiler seçildi ve kapıyı korudu. Son nöbetçi benim ve zamanım doldu. Kapı, bu görevi alacak kişiyi hep kendi seçti.” dediğinde gençlerin yutkunma sesleri dışarıdan duyuldu.

“Biraz önceki dalgalanan ışık kaynağı, mühürlenmiş kapıydı. Bu sefer sizi seçti. İlk defa gerçekleşen bir olay yaşandı ve iki kişiyi gösterdi. Bunun neye işaret olduğunu bilmiyorum.”dedi adam.

“Bizi o aşamalardan geçiren kapı mıydı?” diye sordu Acar.

“Kapı sadece seçtiği nöbetçiyi gösterir. Onları hazırlayan bendim. Sizi buraya davet edecek halim yoktu. O aşamaları matruşka içine yerleştirdim. En merak ettiğiniz şeyi de siz sormadan ben söyleyeyim. Büyü benzeri her şey kapının nöbetçisine verdiği güçle meydana geldi. Kitabın kaybolması, heykelde yazan yazı, parlak taş ve harita hepsi sizin için hazırladıklarımdı.” dedi ve ekledi; “Sizleri eğiteceğim ve hazır hâle geleceksiniz. Şunu da unutmayın nöbetçi olmak burada beklemek değil. Normal hayatınıza devam edeceksiniz, fakat dünyada kimsenin bilmediği sırlara vâkıf olacaksınız.”diyerek sözlerini tamamladı.

Her zamanki gibi birbirinin gözüne bakan Acar ve Semih’in yüzünde tarif edilemez bir sevinç vardı.