Öykü

Ölüler Ülkesinden Hikayeler – 1 // Musibet

Ölüler Ülkesinden Hikayeler
1. BÖLÜM

MUSİBET

Kurşuni bulutlar gökyüzünde kayarken dolunay bir beliriyor bir kayboluyordu. Yağmur toprağı bataklığa çevirmişti. Çakan şimşek geceyi bir anlığına gündüz gibi aydınlatınca, patikada bata çıka ilerleyen iki siluet göründü. İki adam sırtlarında taşıdıkları heybeleri ve yağmurdan üstlerine yapışmış giysileriyle tepenin üzerinde durup bakındılar. Soğuktan yüzleri solmuştu. Biraz nefeslendikten sonra uzun ve ince yapılı olan Hekim Alaeddin Efendi sırılsıklam olmuş kukuletasını kaldırdı, gözlerini kısarak etrafı taradı. Çırağı Kasım sırtındaki heybeyi biraz dinlenmek için indirdi. Bayırın ucunda iki kuru ağaç gövdesi gibi hareketsiz duran adamlar önlerini seçmeye çalışırlarken, bir şimşek bayırın aşağısındaki mezar taşlarını aydınlattı. Alaeddin çırağına “hadi” der gibi baktı. Bayırdan aşağı yürümeye başladılar. Yuvarlanmamak için adımlarını dikkatle atıyorlardı.

Yağmur azalıyor, bulutlar dağılıyordu. Önündeki perdenin kalkmasıyla dolunay geceyi aydınlatmaya başlamıştı. Rüzgârla sallanan selvi ağaçlarının yanına geldiklerinde Kasım durdu ve ustasına baktı. Alaeddin çırağıyla göz göze gelince unutmuş olduğu şeyi hatırladı. Başıyla çırağını onaylayıp ellerini kaldırdı. Çırağı da onu takip etti. Dua okumaya başladılar.

Kasım bu duaları okumadan, ölse mezarlığa adım atmayacak biriydi. Çocukluğundan beri Alaeddin Efendi’nin yanında çalışıyordu. Alaeddin’in çok çırağı olmuştu. Birçokları hekimlik sanatının disiplin isteyen çalışma şartlarına dayanamamış, kiminin kafası bu ilme basmamış, bazıları da kimyevi maddelerle çalışmaya alışamamıştı. Sadece Kasım çıraklığa başladığı günden beri azimle ustasının bir dediğini iki etmemişti. Alaeddin’in kendi ustası Yeuda, “Meraksız olan hekimlik ilminde tutunamaz” derdi. Kasım hem meraklı hem akıllıydı. Bitkileri, karışımları hızlı öğreniyordu. Hürmet etmeyi de bilen saygılı bir çocuktu. Uzun bir çıraklık sürecinin sonunda, Alaeddin sırrını onunla paylaşmıştı. Ondan emin olduğu gün Kasım’ı bir kenara çekip ekmek ve kitap üzerine yemin ettirmiş, yaptığı deneyleri anlatmıştı. Kasım ilk başta duyduklarına inanamamış, “Ustam benimle dalga geçiyor, eğleniyor” diye düşünmüştü. Ancak Alaeddin ecza dükkanının altındaki gizli çalışma odasını, nesiller boyunca birikmiş nadir elyazmalarını, dünyadaki en ünlü hekim, aktar ve aşşabların en ince sırlarını yazdıkları parşömenleri, binbir çeşit şifalı bitki ve kimyevi maddeyi gösterince bunun şaka olmadığına emin olmuştu. Kasım, ustasının gizli amacını ve çalışmalarını hiç sıkılmadan saatlerce dinlemişti. Alaeddin nice alimlerin bir ömür tükettikleri ve belki de daha nicelerinin tüketeceği, dünyada çaresi olmayan tek derde çare bulmak için çalışmaktaydı. Gelmiş geçmiş tüm hekimlerin piri Lokman Hekim’in tamamlayamadığını tamamlamak, dertlerin en büyüğüne çare bulmak; ölümü yenmek. Alaeddin Efendi ömrünü harcadığı bu sırra, çırağını da ortak etmişti. Alaeddin’in ömrü yetmez ise, çırağı devam edecekti. İnsanoğlu ne pahasına olursa olsun bir gün “ölüm” denen musibeti yenecekti.

Alaeddin Efendi düşüncelerinden uzaklaşıp Kasım’a döndüğünde onun da duasını çoktan bitirmiş olduğunu fark etti. Alaeddin başını “tamam” anlamında salladı. Kasım bir besmele çektikten sonra sağ ayağıyla bayırın bitip mezarlığın başladığı alana adımını attı.

Soğuk gecede uzun süredir yağmur altında kalmış ve üşümüş iki adam, hedefe yaklaşmış olmanın verdiği heyecanla yorgunluklarını unutup hızlandılar. Alaeddin çırağının gösterdiği yere doğu yaklaşırken düşündü. Zamanları bol olsa da dönüş yolu daha uzun sürecekti. Çünkü dönerken beraberlerinde ağır bir yükleri olacaktı.

***

Kasım etrafına bakınıp emin olunca yanındaki mezarı gösterdi. Alaeddin çırağının hata yapmadığından emindi. Zaten mezar taşının yeni olduğu da belliydi. Etraflarına son bir kez baktılar. Yağmurlu soğuk bir kış gecesinde buralarda dolanan biri olması ihtimali yoktu. Alaeddin’in işaretiyle Kasım sırtındaki heybeyi indirip içinden iki kürek çıkardı. Mezarı kazmaya başladılar.

Islak giysileri üzerlerine yapıştığından güçlükle kazıyorlardı. Saatlerdir yağan yağmur da toprağı iyice ağırlaştırmıştı. Sessizce çalıştılar. Tek tük düşen damlalar dışında yağmur dinmişti. Hafiften kendini belli etmeye başlayan rüzgar bir anda sertçe esiyor, mezarlıktaki tüm selvileri aynı anda silkeliyordu. Rüzgarın uğultusu, birbirlerine sürtünen yapraklar ve çatırdayan dalların sesleri birbirlerine karışıyor, insanı ürküten bir haykırışa dönüşüyordu. Asırlardır altlarında yatan ölülere bekçilik yapmış olan bu ulu ağaçlar, sanki Alaeddin ve çırağına isyan eder gibiydiler.

İki adam mezarı tamamen kazıp, kefene sarılı cesedi zor bela yukarı çıkardılar. Ceset on sekiz yaşında bir kıza aitti. Aşağı köyün kızlarından birisiydi. Zengin bir ailenin oğluyla üç gün önce evlenmişti. Kalabalık bir aile sofrasında boğazına erik hoşafı kaçmış, genç kocasının ve akrabalarının nafile çırpınışları arasında can verip gitmişti. Alaeddin Efendi haberi duyunca mukadderat diye düşünmüştü. Herkesin kaderi yazılı değil miydi? Genç yaşta yitip giden bu can belki de başka canları kurtaracaktı…

Cesedi nispeten kuru kalmış bir ağaç altına taşıdılar. Kasım heybesinden büyükçe bir çuval çıkardı. Kefene sarılı cesedi çuvala koydular. Çuvalı sırtlanıp geldikleri yoldan geri döndüler.

Alaeddin ve çırağı kente ıssız sokakların olduğu bir bölgeden girdiler. Duvarların gölgelediği karanlık köşelerden yürüdüler. Ara sıra bir sarhoşun attığı nara ya da bir köpeğin havlamasını duyduklarında yakındaki kuytu bir köşeye siniyorlar, etrafı kolaçan edip kimsenin olmadığına kanaat getirince yollarına devam ediyorlardı. Alaeddin Efendi şehrin en eski hekimlerinden olduğu için tanınan biriydi. Ayrıca mütemadiyen yöredeki dağ ve ormanlara gidip, şifalı otlar aradığı da bilinirdi. Bir bekçi ya da zaptiye bu saatte onları görse şaşırmazdı aslında. Hatta hürmetinden ya da er geç her faninin bir gün Alaeddin Efendi’nin şifalı ilaçlarına muhtaç olacağını bildiğinden, dalkavukluk olsun diye çuvalı taşımaya yardım etmek isteyebilirdi. Alaeddin’in korkusu da bundandı. Taşıdıkları ölü insan bedeninin ağırlığı en aptal kişinin dikkatini çekebilirdi. Arsız bir zaptiye belki birkaç kuruş bahşiş de koparırım umuduyla “Aman Alaeddin Efendi, size zahmet olmasın!” diyerek ceset torbasını sırtlanmaya çalışırsa, içinde şifalı ot var yalanı suya düşerdi. Neyse ki böyle bir karşılaşma olmadı. Liman bölgesindeki hanlardan küfelerle taşınan birkaç sarhoş ve devriye gezen bekçileri ustaca atlatarak dükkana ulaşmayı başardılar.

Bir süre dinlendikten sonra Alaeddin “Haydi” dedi çırağına, “Vakit ilerliyor. Şu esvapları değişip işimize başlayalım”. Usta ve çırağı hızla ıslak ve çamurlu giysilerini değiştirdiler. Lâboratuvar olarak kullandıkları odada daima yedek kıyafetleri hazır bulundurmak adetleriydi. Kimyevi maddeler ve şifalı otlarla hazırlanan bileşimler üst baş kirletebiliyordu. Kasım ceset torbasını tek başına sırtlayarak alttaki gizli odaya indi.

***

Gazyağı lambasından yükselen parlak turuncu alevler odayı aydınlattı. Odadaki kalın dilmeli ahşap kütüphanelerden yayılan ağaç kokusu odadaki ilaç kokularına karışmıştı. Birçok şifalı bitki ve karışım irili ufaklı kavanozlarda raflara dizilmiş haldeydi. Üstü türlü alet edevatla dolu bir tezgah, en uçta bir koltukla beraber bir çalışma masası, ortada ise üstünde kurumuş kan lekelerinin olduğu eski bir ahşap masa vardı. Burası sanki bir büyücünün şatosundaki çalışma odası gibiydi.

Alaeddin gözlerini kırpıştırıyor, ellerini ovuşturuyor, bir yandan da yıllardır çalıştığı el yazmaları ve notları son kez gözden geçiriyordu. Bir önceki gün vefat etmiş kızcağızın cesedi masanın üzerindeydi. Alaeddin ve Kasım kefen parçalarıyla kızın göğüs ve kasıklarını örttüler. Kasım dikkatlice masanın üzerinde karışımları hazırlarken Alaeddin de kızın vücudunu tepeden tırnağa kontrol etti. Kusursuz bir vücuttu. Genç, sağlıklı ve hiç zarar görmemiş bir beden… Havasızlıktan öldüğü için herhangi bir hastalık da söz konusu değildi. Alaeddin hazırladığı sıvıların zerk edileceği kısımları, kızın kollarının üst kısmı, kalbi, boyun bölgesi ve ense kökünü güzelce temizledi. Acem bir kuyumcuya hazırlattığı özel iğne uçlarını çıkardı. Birer tane kollara, bir tane kalbe, bir tane boyna ve en kalın olanını da kızın ense köküne özenle sapladı. Bu iğnelerin uçlarını hayvan barsağından yaptığı hortumlara bağladı. Hortumları da tezgahtaki küçük tulumba cihazına taktı. Bakır boruları, cam hazneleri bulunan bu küçük tulumba garip bir nargileyi andırıyordu. Alaeddin, Kasım’ın getirdiği karışımı tulumbanın haznesine boşalttı. Parlak yeşil, koyu kıvamlı karışım lambaların ışığında parladı.

Alaeddin cesedin başına, Kasım da tulumbaya geçti. Kasım tulumbanın kolunu çevirince pistonlar inip kalktı. Cesetten gelen hortumlar kapkara pıhtılaşmış kanı sanki veremli bir hastanın öksürüğü gibi kavanozun içine püskürtmeye başladı. Cam kaptaki yeşil karışım da cesedin bedenine doğru yol alıyordu. Kasım kolu çevirmeye devam etti. Mekanizma çalışıyor, dişliler gıcırdamadan dönüyor, tulumba bir yandan karışımı ölü bedene pompalarken diğer yandan cesedin pıhtılaşmış kanını haznesinde topluyordu.

Alaeddin kızın yüzüne baktı. Solmuş rengi dışında sanki uyuyor gibiydi. Okuduğu kitaplarda anlatılan kuzey insanlarını hatırladı. Orayı gezen seyyahlar bazı insanların ölü gibi beyaz bir tene sahip olduklarından bahsetmişlerdi. Alaeddin kızı hiç şikayet etmeyen bir hastası gibi gördü ve bir anlığına başarıya ulaşmış olduğunu düşündü. Uğruna yıllarını verdiği bu ilim sayesinde, masasında yatan bu ölü vücudu canlandırdığını hayal etti. Hayatının baharında talihsiz bir kazayla göçüp gitmiş bu kızcağızın tekrar nefes aldığını, güldüğünü, konuştuğunu düşündü. Onu kaybeden anne babasını, kocasını gözünün önüne getirdi. Hiç şüphesi yoktu, bu, uğrunda ömürler harcamaya değecek bir uğraştı. Gerçekleşirse icatların icadı olacak bir uğraş. Ölümü yenmek, Lokman Hekim’in yarım bıraktığı işi tamamlamak, alimlerin alimi olarak anılmak…

Kavanozdaki yeşil karışım azalırken, yandaki kavanoz da yarısına kadar pıhtılaşmış kanla dolmuştu. Alaeddin Efendi Kasım’a “Tamam, kafi” dedi. Kasım yavaşça kolu çevirmeyi bıraktı. Alaeddin değişik boylardaki kum saatlerini çevirdi, bir kağıda yaptığı işlemleri not etti. Sandalyesine oturdu, Kasım’a “Artık sabırla bekleme vaktidir” dedi, “İlk nöbeti ben alıyorum sen uyu şimdi”. Kasım isteksiz bir şekilde odanın köşesindeki şiltenin üzerine uzandı. Merakla cesedi izlemeye devam ediyordu ama yattığı anda yorgunluk ağır basmaya başladı. Kasım uykuya dalarken yan sokaktaki caminin imamı sabah ezanını okumaya başlamıştı.

Alaeddin saatte akan kum tanelerini hipnotize olmuş gibi izlerken, Lokman Hekim hakkında anlatılan hikayeleri düşündü. Güya Lokman Hekim ölümü yenecek efsanevi ölümsüzlük iksirini yani çare otunu bulmuştu. Ama Tanrı buna o kadar çok kızmıştı ki, Cebrail’e bu gizemli iksiri yok ettirmişti. Çoğu meslektaşı onun uğraştığı bu ilmin günah olduğunu düşünüyordu. Ancak Lokman Hekim hakkında anlatılanlar ona inandırıcı gelmemişti. Tıpkı eski Yunan söylencelerinden Prometheus’un hikayesi gibi, kendi kullarından korkan bir Tanrı fikrini kabul edemiyordu. Yaradan eşsizdi, en güçlüydü ve zaten her şeyin sahibiydi. Alaeddin kendini kaderine bırakmıştı. Bir hekim olarak mümkün olan her derde deva bulmaya gayret etmek, bu işe hayatını adamak onun kaderiydi. Ona göre çaresiz dertlerin en büyüğü ölümdü. Ve kainattaki bu küçücük dünyada ölümü yenebilecek bir ilaç yapmak mümkün ise; bunu yapmak da onun göreviydi…

Ezan bitmişti. Odanın dışarı açılan bir penceresi yoktu ama havanın ağarmaya başladığını tahmin ediyordu. Belki de bugün herkes çok farklı bir güne uyanacaktı. Ölümün hükümranlığının sona erdiği bir güne…

Kalktı. Hareketsizlikten uyuşmuş ayaklarını sağa sola esnettikten sonra ölünün yanına geldi. En ufak bir hayat belirtisi yoktu. Canı sıkıldı. Bir şey olacaksa şimdiye kadar olması gerekirdi. Kaç başarısız deneye daha katlanabileceğini düşündü. Kafasını kaldırıp kenarda uyuyan çırağına baktı. Kuşaklar boyu elde edilmiş tüm bilgiler, tüm kayıtlar, deney sonuçlarını rapor eden sayfalarca el yazması, hepsi çırağına kalacaktı. Onun bıraktığı yerden çırağı devam edecekti. Ta ki mutlak bir sonuca ulaşana kadar bu hayal devam edecekti. Alaeddin çırağını uyandırdı. Kasım çok uykulu olmasına rağmen ikiletmeden gözlerini açıp kalktı ve sıcak yer yatağını ustasına bıraktı. Kasım masanın etrafında uykusunu açmak için dolanırken Alaeddin de yatıp gözlerini kapadı. Son hatırladığı deneyin başarılı olması için dua ettiğiydi.

İçi tam geçmişti ki Kasım’ın dürtmesiyle uyandı. Kasım “Usta gözlerine bak! Gözlerine!” diye seslendi.

Alaeddin ilk anda uyku sersemliğiyle hiçbir şey diyemedi. Nerede olduğunu bile ilk anda hatırlamakta zorlandı. Beyni saniyeler içinde ona kaldığı yeri hatırlatınca, yerinden fırladı. Kasım kızın cesedine bakıyordu, “Gözleri kapalı değil miydi usta?”

Alaeddin cesedin başına koştu. Kızın gözleri açıktı. Tüyleri diken diken oldu. Kalbi çarpmaya başladı. Sırtından aşağı soğuk terlerin boşandığını hissetti. Hareketsiz, donuk bir çift göz öylece boşluğa bakıyordu. Alaeddin kızın nabzını dinlemek için eğilecekti ki kız ellerini oynattı.

Kız yattığı yerden kalkmaya çalışıyordu. Şerif Alaeddin ve çırağı Kasım hiç kıpırdamadan masada debelenen kızı seyrettiler. Sanki görünmeyen bir el iki adamı da kıskıvrak yakalamıştı. Az önce soğuk mezarından çıkardıkları ceset şu an gözlerini açmış yeni doğmuş bir bebek gibi beceriksiz hareketlerle doğrulmaya çalışıyordu.

Alaeddin kendisini toparladı, Kasım’a “Pansuman bezi!” dedi, “İğneleri çıkaracağız!”

Kasım tezgaha koştu. Kız kurtulmaya çabalarken kafasının arkasını masaya çarpıyordu. Alaeddin sarığını alıp kızın başının altına koydu. Kızın gözleri açıktı ama şuuru yerinde değil gibiydi. Alaeddin zamanla kızın kendisine geleceğini düşündü, “Dayan kızım! Az daha sabret! Kurtulacaksın!” dedi. Kızın omuz ve başını kendine zarar vermemesi için tutarken Kasım bezleri getirmişti. Kızı zapt etme görevini Kasım devraldı. Alaeddin kızın vücudundaki iğneleri çıkarmaya başladı. Bu iğneler de acı veriyor olabilirdi. İğneleri hızla çıkarıyor, yaraların etrafını temizleyip pansuman yapıyordu. İğneleri çıkardığında deliklerden kan akmıyordu. Kızın ayak kısmındaki son iki iğneden birini çıkarıyordu ki bir çığlık yankılandı.

Alaeddin kafasını kaldırdı. Gördüğü şey kızın Kasım’ın kolunu bileğinin biraz üstünden ısırmakta olduğuydu. Kasım bağırıyor, kızın dişlerinden kolunu kurtarmaya çalışıyordu. Kızın çenesi kilitlenmiş gibiydi. Kasım kolunu geri çekmeye çalıştıkça acısı daha da artıyordu. Alaeddin yıldırım hızıyla kenardaki bıçağın keskin tarafını kavradı ve bıçağın tahta sapını kızın ağzına sokmaya çalıştı. Kasım’ın kolundan kan akıyordu. Fışkıran kan kızın yüzünü boyadı. Kasım panikle kızın suratına vurdu. Alaeddin bıçağın tahta sapını kızın dişlerinin arasına sokmayı becerdi. Ancak kız bana mısın demiyor, ısırmaya devam ediyordu. Kasım can havliyle diğer elinin parmaklarını kızın ağzına sokmuş, alt ve üst çeneyi ayırmaya çalışıyordu. Her yer kıpkırmızı olmuştu. Alaeddin tahta sapı zorlayınca kızın üst dişleri çatırdayarak köklerinden ayrıldı ve Kasım kolunu kurtardı.

Kasım kolundaki açık yaranın üzerini bastırmaya çalışırken bağırıyordu. Alaeddin kızı bıraktı, pansuman bezinin üzerine yara temizleyici karışımı boca etti. Kasım “Kolum! Kolum!” diye inliyordu. Isırılan kısım koptu kopacak gibiydi. Alaeddin bezi yaranın üzerine bastı. Kasım çığlık attı. Alaeddin yaranın üzerindeki et parçasını yerine oturtup pansumana başladı. Sıkıca sarıp sıkı bir düğümle bağladı. Kasım bayılacak gibiydi, gözünden yaşlar geliyordu. Alaeddin Kasım’la işini bitirip arkasına döndüğünde kızın masadan kalkmış olduğunu gördü.

Kız saldırdı. Alaeddin refleksle kızın boğazını yakaladı. Az önce çırağının başına gelenlerden dolayı kızın ağzını kendi vücudundan uzak tutması gerektiğini biliyordu. Kız boynuna kenetlenen parmaklardan kurtulmaya çalıştı. Kafasını sağa sola savurdu, kuduz bir köpek gibi Alaeddin’in eline uzanıp ısırmaya çalıştı. Kızın pençe gibi hareket eden elleri Alaeddin’in yüzüne ulaşamadı. Alaeddin uzun fiziği sayesinde kızın tırnaklarından kendisini koruyabildi. Kız bu kez Alaeddin’in kollarına saldırdı, tırmaladı ama Alaeddin’in kalın giysisi herhangi bir yaralanmayı önledi. Alaeddin ve kız birbirlerine kilitlenmiş durumdaydılar.

Alaeddin kızı bir an önce zapt etmeliydi. Göz ucuyla Kasım’a baktı, “Çuvalı al!” dedi. Kasım çuvalı alırken Alaeddin de kızın dengesini bozdu. Alaeddin kızı Kasım’ın önüne gelecek şekilde çevirince, Kasım kolu yaralı olmasına rağmen çuvalı kızın başına geçirdi. Çuval geçer geçmez Alaeddin “İp getir!” diye bağırdı. Kız kafasında çuvalla çırpınırken Alaeddin kızın kollarından kolayca sakınarak arkasına geçmeyi başardı ve çuvalı kızın omuzlarından aşağı indirdi. Kızın kolları da göğse kadar vücuduna yapıştı. Alaeddin çuvalın boşluğunu alarak sıkıca tuttu. Kız artık karnına kadar inmiş çuvalın içinde sadece dirseklerinden aşağısını kısıtlı şekilde hareket ettirebiliyordu. Kasım iple yetişti ve Alaeddin’le beraber kızı sıkıca bağladılar.

Alaeddin kafasına diktiği su testisini indirdi. Derin bir nefes aldı. Elleri titriyordu. Kasım yanında pansumanlı kolunu tutuyordu. Yüzü bembeyazdı. Masanın üzerinde kafasında çuvalla sıkıca bağlanmış olan kızın sesi çıkmıyordu ama durmaksızın debeleniyordu. Kasım “Ne yapacağız usta?” diye sordu. Alaeddin, “Kolunu soran olursa… Kırda bitki toplarken yaban köpekleri saldırdı diyeceksin” dedi. Kasım çırpınan cesedi göstererek “O tamam da… Bunu ne yapacağız?”.

Öğle ezanı okunurken kızı masaya bağlayıp, kafasındaki çuvalı çıkarmışlardı. Kasım bitkin bir halde koltuğa yığılmıştı. Alaeddin kızı muayene etmek için eğildiğinde kız boynunu uzatıyor, ısırmak istiyordu. Nabız yoktu. Bedeni soğuktu. Alaeddin’in kafası karışmıştı. Nabız yoksa dolaşım yoktu. Dolaşım yoksa kaslar, kemikler nasıl hareket ediyordu? Gözleri inceledi. Fersiz gözbebekleri yuvalarında dönüyordu. İnsani bir yan yoktu bu bakışlarda. Yırtıcı bir hayvanın ifadesiz ama korkutucu bakışlarına benziyordu. Alaeddin kıza seslendi “Duyuyor musun kızım? Anlıyor musun?”. Kız Alaeddin’in elini ısırmak için uzanarak ipleri zorladı. Alaeddin, “Başka çaremiz kalmadı” dedi, “Allah günahlarımızı affetsin”. Alaeddin tezgahtan neşteri aldı ve kızın şah damarını kesti. Kızın öleceğini hesap etmişti. Yeniden öleceğini. Kız hiçbir şey olmamış gibi çırpınmaya devam edince Alaeddin neşteri kızın kalbine daldırdı. Normal bir insan saniyesinde ölürdü. Kız çırpınıyordu. Alaeddin ve Kasım birbirlerine baktılar. Alaeddin kızın yüzünü örttü ve kalın neşteri kızın alnına yerleştirdikten sonra var gücüyle bastırdı. Kalın bıçak kızın kafatasının alın kısmına saplandı. Kafatasının en kalın kısmıydı burası. Alaeddin abandı ama kafatasını delemedi. Alaeddin kaya tuzlarını parçalamak için kullandığı tahta tokmağı aldı ve vargücüyle bıçağın sapına indirdi. Bıçak köküne kadar kızın alnına saplandı. Kız artık hareket etmiyordu.

Alaeddin, “Dükkanı açmazsak konu komşu merak eder. Sen burada iyice dinlen, gece de cesedi hallederiz” dedi ve yukarı çıkmak için merdivene uzandı. Kasım, “Usta… Belki de hayırlı olan, ölü olanın ölü kalmasıdır” dedi. Alaeddin yanıt vermeden yukarı çıktı. Bu duydukları Kasım’ın son sözleriydi.

Alaeddin dükkanını geç de olsa açtı. Onları her sabah erkenden görmeye alışık komşu esnafın meraklı sorularını geçiştirdi. Kimseyi şüphelendirmemek için her zaman olduğu gibi davranmaya gayret etti. Gelen birkaç müşterinin ilaçlarını hazırladı. Belki dikkatli birisi Alaeddin’in her günkünden daha düşünceli ve tedirgin gözüktüğünü anlardı. Hatta en basit karışımları hazırlarken dona kalıp tezgahın arkasındaki defterini kontrol etme ihtiyacı duymasını, gelen hastaları dinlerken dalıp gitmesini, aldığı paraların üstünü yanlış vermesini fark edebilirdi. Ama gelenler zaten kendi dertlerine düşmüş hastalar ya da hasta yakınları olduğu için kimse Alaeddin Efendi’nin o günkü garipliklerini fark etmedi. Kazasız belasız öğle vakti gelmişti. Öğle yemeğini getiren hanımını dükkana bile sokmadan ve fazla konuşmadan yolladı. Dükkanın kapısını içeriden kilitledi. Kasım yeterince dinlenmiştir diye düşündü. Birkaç lokma yemek onu iyice canlandıracaktı.

Alaeddin yemek sinisini bodrum katına inen kapağın yanına koyup merdivenden aşağı indi. Odadaki gaz lambalarının sadece biri yanıyordu. İçerisi karanlıktı. “Kasım, yemek getirdim!” diye seslenen Alaeddin bir yandan da merdivenden düşmeden siniyi aşağı indirmeye çalışıyordu. Tam merdivenin yarısına geldiğinde Kasım’ın yattığı yerin boş olduğunu fark etti. Şilte ve battaniye dağınıktı. Odayı taradı, Kasım’ı odanın diğer ucunda gördü. Kasım kollarını iki yana bırakmış ayakta bekliyordu. Arkası dönüktü. Alaeddin siniyi tezgaha bıraktı, “Kasım!”…

Kasım olduğu yerde ağır ağır, sanki yürümeye yeni başlamış bir çocuk gibi döndü. Alaeddin gözlerini kısarak loş odaya alışmaya çalışırken Kasım birkaç adım atarak öne geldi. Gaz yağı lambası Kasım’ın yüzünü aydınlattı. Kasım’ın gözaltları mosmor, teni ölü gibi beyazdı. Gözleri aynı kızınkiler gibi donuktu. Alaeddin’in kalbi güp güp atarken “Kasım?” diye mırıldandı. Kasım cevap vermedi, ileri atıldı. Alaeddin’e doğru koşarken ağzını da yırtıcı bir hayvan gibi açmıştı.

1. Bölümün sonu

Devam edecek…

Ölüler Ülkesinden Hikayeler – 1 // Musibet” için 7 Yorum Var

  1. Uzun zamandır beni tam anlamıyla meraklandıran bir öykü çıkmamıştı karşıma. Ta ki bunu okuyana kadar… Korku yazmak, gerçek manada korkutmak zor bir iş, ve sen bu zorluğu hareketleri çok iyi tanımlayarak ve kurguyu iyi bir düzende oturtarak vermişsin. Meraklandıran bir yazımın var ve bu sayede hızlıca okuyup sona bir an önce vardım. Zaman akışı gayet yerinde. Cümlelerin iyi kurulmuş ve diyaloglar yapay değil, gayet doğal. Çoğu hikayelerde maruz kalınan monotonluk yok. Umarım devamı için kafanda güzel şeyler vardır da aklımızda kalan soruları cevaplandırırsın. Ben seni gerçekten tebrik ediyorum ve hikayenin devamını merakla bekliyorum. 🙂

    1. Sıkılmadan ve merakla okuduysan amacıma ulaşmışım demektir, teşekkürler. 2. bölüm neredeyse bitti. Bakalım kahramanımızın başına neler gelecek? 🙂

  2. Yazıda üslup ve diğer hususlar ustaca sergilenmiş ancak gözüme takılan bir anlam karışıklığı var: İslami değerlere bağlı bu iki insanın ölüme çare arayışı. Yazının bir yerinde mukadderata vurgu yapılırken temel konu ölüme çare olarak alınmış. Yani bu iki kavram esasen bir birine zıttır.

    1. Teşekkürler. Bu konuların çoğunluk için zıt ve tartışılmayacak kavramlar olduğu doğru. Ancak Alaeddin karakterinin daha karmaşık bir düşünce yapısı var. Bir yanda inancı, bir yanda da duyduğu merak ve ölümü alt etme arzusu kafasında bir ikilem haline gelmiş. O da kendisine göre bu ikileme bir çözüm bulmuş. Bu çözüm hepimizi tatmin etmeyebilir.

  3. Üzerine en çok yazılan konulardan biri. Ama güzel de yazılmış. Klasik zombi öyküleri gibi sonlansa da -zombilerin ısırdığı kişiye o virüsü bulaştırması gibi- bence anlatım farklılığı açısından oldukça orijinal bir öykü. Ellerine sağlık.. Bu arada Fatih Onaydın’ın sorduğu soruya, kendimce öyküden çıkardığım cevabı vermek isterim; burada dini değerlerine bağlı bir hekim olan Alaeddin, “her derdin bir devası vardır,” diye düşünerek ölüme bir çare arıyor. Dünyanın en büyük derdi olan ve çaresi olmadığı söylenen bir hastalığa deva aramasının Allah’ı kızdıracağını düşünmüyor ki öyküde de bunu anlatmış. Her şeyin sahibi olan tanrının kullarına sinirleneceği fikri Alaeddin’e mantıksız geldiği için ölüme çare aramış.. 🙂

    Stephen King’in bir tavsiyesi vardı; “Bütün korku öykücüleri diri diri gömülme olayını yazmalı,” diye. Ben de izin verirseniz, sonraki seçki için ya da bağımsız olarak bu konu hakkında bir şeyler yazmak isterim. 🙂

    1. Beğenmene sevindim. Yaşayan ölüler teması yıllardır takip ettiğim özel ilgi alanlarımdan birisidir ama dikkat ettiysen “z” harfiyle başlayan o sözcüğü hiç kullanmadım 🙂

      Alaeddin karakteri ile ilgili tespitin doğru. Bu onun durumu kendisine açıklama şekli.

      Stephen King sevdiğim yazarlardan biridir. Diri gömülme deyince Poe’yu da anmadan olmaz. Yaşayan ölüler veya bizdeki tabiriyle hortlaklar anonim bir konudur, kimsenin tekelinde değildir, tabii ki herkes istediği gibi yaşayan ölü temasını kullanarak yazıp çizebilir. (Ama yazmaya başlarken Richard Matheson’a ve George A. Romero’ya şükranlarınızı bildirmek kaydıyla 🙂 )

  4. Öykü etkileyici ve akıcı. Ortamı ve hikayenin geçtiği zamanı anlatmak için çalışıldığı belli. Özellikle ilk paragraftan başlayarak güçlü bir resim çizme çabası fark ediliyor. Bir çizgiroman ya da film gibi yazar özellikle görünenlere odaklanmış. Devamında da 5 duyuya hitap eden bölümleriyle, okuyucuyu sarmalayan bir öykü ortaya çıkmış.

    Takıldığım yerler şunlar

    1. Hikayenin geçtiği mekanla ilgili bir kafa karışıklığı var. Burası öyle bir yer ki liman+köy+ıssız mezarlık bir arada. Aynı zamanda da bunların arasında bir gecede kolaylıkla ölüyü taşıyıp dükkana varabiliyorlar. Belki bir at arabaları olsaydı ya da bir eşşek çok sorun olmazdı. Çünkü liman, köy gibi mekanlar hikayeyi zenginleştiriyor.
    2. Alaeddin ilk deneyini yaptığı anlatılıyor ama hemen morali bozuluyor. Sanki ikincisi için plan yaparmış gibi geldi bana.
    3. Tüm bunlar olurken komşular duymuyorlar mı? Sabah ezanının hemen ardından bu çığlık geldiğine göre komşuları büyük ihtimal kahvaltı yapıyorlardı. Çığlığa neden gelmediler? O kadar derin bir bodrum değilmiş gibi geldi.
    4. Bazı sahneler anlatılmak yerine gösterilse daha iyi olacak. Hatta zaten gösterilmiş olayın bir de anlatılmasının olduğu sahneler var.

    Hoşuma gidenler

    1. Öykünün geçtiği alternatif tarih duygusunu vermek için çalışılmış. Sırıtmıyor, modern gözükmüyor.
    2. Yazar 5 duyunun da önemli olduğunu bilerek kullanmış ve öyküye bir gerçekçilik kazandırmış.
    3. Konu bir çok yere gidebilecek güçte. Zombi değil bir Frankenstein canavarı da çıkabilirdi. Köylülerin saldırısı da olabilirdi. Zombi fena bir fikir değil. İlk kısım olarak başarılı olmuş.
    4. Sonrasını merak ettiriyor. Bu da önemli ama bu aynı zamanda da yazara bir sorumluluk yüklüyor. İkincisi nerede?

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *