Var olmadığı düşünülebilecek kadar eski bir zamanda, kendisinin bile ücrasında yaşayan, geçimini sağlamak için sokakta bulduğu parçalarla oyuncak yapan bir adam yaşardı. Her ayın ilk haftası yaptığı oyuncakları satmak için kendinden kilometrelerce uzakta bulunan, çocukların neşeli sesleri ile dolu bir köye yürüyerek giderdi. Çocuklara olan sevgisinden dolayı daha satış alanına ulaşamadan oyuncakları dağıtır, gün bitene kadar oynaşan çocukları izlerdi. Annesini doğum esnasında, babasını ise genç yaşta kaybeden oyuncakçı, 50 yıllık ömrü boyunca ne bir eş ne de bir çocuk edinebilmişti. Hep yalnızdı. Çocuk istemiyle günbegün dolan yangın yeri gönlü, yalnızlığın soğuğunda donmaya mahkûm idi. Çocukları izlerken hüznün oluşturduğu samimi bir gülüş ve ruhunu saran masumiyet zamanla hasede döner, keşke çocuklardan birinin babası ben olsaydım dileğiyle gününü sonlandırırdı.
Bir keresinde köyden eli boş bir şekilde evine doğru giderken yürümenin verdiği yorgunluk, boş bir mide, yırtık ayakkabılar, çorak yollar ve en önemlisi kırık bir kalp ona ağır geldi. Yanı başındaki ağacın gölgeliğine oturmak istedi. Yavaş yavaş yürürken gözleri karardı ve yere yığıldı. Gözlerini açtığında sabah olmuştu. Hemen karşısında bir tahta yığını duruyordu. Başının dönmemesi için yorgun bedenini yattığı yerden usulca kaldırdı, yığını sırtladı ve evin yolunu tuttu.
Eve geldiğinde yorgunluğa dair hiçbir şey hissetmeyen oyuncakçı sanki sırtında bir yığın tahta değil de kuş tüyü taşımış gibiydi. Ne kırık bir kalp ne de yalnızlık hissediyordu. Anlam veremediği bir itki onu oyuncağını bir an önce yapması için zorluyordu. Tahta yığını arasından en çok hoşuna gideni seçti, bir insan bedeni şeklinde küçükçe kesti, şekillendirdi. Yorgunluğunu hiçe sayarak, açlığına aldırmadan, zamanın farkına varmadan çalıştı. Uzunca sivri bir burun, kara bir renk, düz bir vücut, nereye gitse onu takip eden ruhsuz gözler… Ne kadar güzelleştirmeye çalışsa oyuncak o kadar çirkinleşiyordu. Düzeltmeye çalıştığı yerler kopuyor, yeni parçalar takmaya çalıştıkça uyduramıyordu. Yorgunluğun kendisini iş yapamaz hale getirdiğini fark etti, ara vermek istedi. Dinlenmek için gözünü kapattı. Biraz sonra gittikçe artan bir ağlama sesi duyuldu ve bu sesi cırtlak, oldukça uyumsuz bir ses dizisi takip etti. Gözünü açtığında eklem yerlerini yapmadığı için acılar içinde ona sürünerek gelmeye çalışan, süründüğü yerlerde kendinden parçalar bırakan, kendisini öldürmesi için yalvarır gözlerle bakan, elleri ile yarattığı hastalıklı çocuğunu gördü. Bir çırpıda yerinden kalktı ve zavallı çocuğuna şefkatle baktı. Kollarının arasına alıp göğsüne bastırdı. Bir ses işitti: “Ben neyim?” Acıyla sorulan bu soruyu bekliyormuş gibi, sen benim oğlumsun diye yanıtladı babası. Tok ve titremeyen bir sesle, “Ama bir kişiliğim bile yok,” dedi çocuk. “Neye sahibim?” Soruyu tam olarak anlayamayan baba, buradaki her şeye sahipsin, gördüğün her şey aynı zamanda senindir dedi. “Kendimde neye sahip olduğumu soruyorum,” dedi çocuk. Bilinmeze doğru giden bu konuşmada bir şeyleri yanlış yaptığını anlamıştı oyuncakçı. Çocuğunu göğsünden uzaklaştırdı, yumuşakça bir yastığın üzerine yatırdı. “Ne olduğumu, neye sahip olduğumu, beni neyin kuşattığını biliyor musun?” Tane tane konuşuyor, her soru arasında bekliyor, bilgece bir tavırla babasına bakıyordu. En can alıcı, en kalp kırıcı, en pişman edici soruyu sona bırakmıştı çocuk, “Ne yaptığından haberin var mı?” Şiirsel bir ifade ile devam etti sözlerine:
Acınla, kininle, hasedinle yoğurdun hamurumu
Acıdan başka bir tat bırakmadın bedenime
Oysa şefkat vardır yaratılanın özünde
Yokluğum rahatsız etmezken beni
Varlık ile cehennemlere saldın
Beni var ettin ama yaşatmadın
Beni yaşatmadın Baba
Bunu yapmak senin işin değildi.
Söylenen her sözden sonra burnu küçülen, rengi açılan, gözleri büyüyen, gittikçe güzelleşen çocuk, son bir ah ile terk etti babasını. Kolları arasında güzel çocuğu ile kalakaldı oyuncakçı. Bir söz bile söyleyemedi. Ne yapacağını bilmez halde dizlerinin üzerine düştü. Bir çocuk değil bir acı yaratmıştı kendine. İlk karşılaşma ölüm ile sonlanmıştı. Bir babanın belki de yaşayabileceği en büyük acıyı yaşamıştı. Kollarında çocuğunun oyuncak bedeni ile terk etmek istedi bu diyarları. Gözlerinden yaşlar süzülürken yanağında serince bir rahmet hissetti. Eli yanağına dokundu. Bembeyaz kesildi her yer. Zaman ve mekândan uzaklaştı ama varlığından uzaklaşamadı. Yavaş yavaş gözlerini açtı. Ağacın altında yatarken buldu kendini. Yattığı yerden doğruldu, ayağa kalktı. Ayrılık vaktinin geldiğini anladı oyuncakçı, tam bir gönül memnuniyeti ile gözlerini dikti gökyüzüne, “Haddin aşıldığı yerdeyim Rabbim, bunu yapmak benim işim değildi,” dedi. Göz yaşları içinde şu sözler döküldü dudaklarından: Kim bilir ne gizler vardır görünmeyende, bu gözler ile mi görecektin hakikati? Ne isyan et ne de kirlet berrak kalbini. Böyledir, alınır kibirlinin elinden, kalmaz acı bir hatıradan başka. O’nun vermesinden başka varlığın yoktur, fazlan ile sevinme, eksiğin ile üzülme, verilenden fazlasını da talep etme. Kendi varlığı silikleşirken, birledi Varlık ile varlığını. Şu beyit süsledi son nefesini yeni bir masala başlarmış gibi:
Bir varmış, ben yokmuş
Olanın olmasında bir sebep varmış.
- Ölüme Doğmak - 1 Ekim 2019
Merhabalar,
Elinize sağlık, beğenerek okudum öykünüzü. Şiirsel ve melankolik…
Görüşmek üzere…
Selam,
Farklı bir bakıŠaçısı ile yazılmıŠve insanı ÅiirselliÄi ile doyuran çok güzel bir hikaye olmuÅ.
Fazla söze gerek yok. Kaleminize saÄlık.
Merhabalar,
Öyküdeki melankoliyi çok sevdim. Genelde dramı komediye tercih ediyorum zaten.
Ayrıca düzgün bir Türkçe ile tertemiz yazılmış. Özenilmiş.
Elinize sağlık.