Küçük çocuk, ucu bucağı olmayan yemyeşil araziye bakarak bir ıslık koyuverdi. Türlü türlü ağaçlar, binbir çeşit ürünün yetiştiği tarlalar, toprak yürüyüş yolları, içinde kayıkların gezindiği yapay akarsular ve daha niceleri bu yüksek tepeden görünen muhteşem bir manzaranın süslerini oluşturuyordu.
“Bütün buralar senin mi dede?”
Yaşlı adamın sinekkaydı tıraşlı yanakları, genişleyen gülümsemesiyle gerildi. “Benim, senin, hepimizin.”
“Çok güzelmiş, keşke daha önce gelseymişim. Eve dönünce babama kızıcam, daha önce beni buraya getirmediği için.”
Çocuğun adı Salih’ti. Dokuz yaşındaydı ama vücudu yaşıtlarından daha az gelişmiş olduğundan en fazla yedisinde gibi duruyordu. Zekâsı ise on beş yaşındaki abisiyle yarışırdı. Ki zaten doğum öncesi yapılan genetik testlerde zekâ potansiyelinin yüksekliği açık şekilde görülmüştü. Muhtemelen babasının, Salih’i dedesiyle pek görüştürmek istememesinin sebeplerinden biri buydu.
“Babanın suçu yok ki. Ben istemedim gelmeni.”
“Neden?”
“Çok işim vardı, neden olacak. Harıl harıl çalışıyordum. Ama şimdi emekli oldum, rahatım.”
“Abim senin dünyanın en zengin adamı olduğunu söyledi bir keresinde. Çok çalıştığın için mi?”
“En zengin mi? Abartmış. Belki Anadolu’da ilk üçe girerim ama dünyada değil.”
“Babam bazen senin paralarını çok saçma şeylere harcadığını söylüyor. Bana söylemiyor tabii ama duyuyorum. O yüzden mi en zengin değilsin?”
“Peh. Babana sorsan her şey saçma. Evet, eğer öyle düşünürsek doğru söylemiş, çok para harcıyorum. Mesela baban bu güzellikleri de saçma buluyor.”
Çocuk şaşkınlıkla dedesinin gözlerine baktı. Eliyle yeşil araziyi işaret ederek, “babam buranın nesini saçma buluyor ki?” dedi. “Hiçbir yerde böyle kocaman açık alanlar yok.”
“Orası öyle ama babanın düşünce biçimi farklı. Neyse, boş ver şimdi bunları. Hadi aşağı inelim de doğanın tadını çıkar. Kapalı bir kutunun içinde ömrünü harcıyorsun. Ağaçları, çiçekleri, hayvanları görmüyorsun. Dışarı bile kırk yılda bir çıkıyorsundur.”
“Kırk yılda bir mi? Ben o kadar yaşlı değilim ki dede.”
“Lafın gelişi be oğlum. Eski bir deyimdir ‘kırk yılda bir’. Çok seyrek manasında…”
Salih başını salladı. Bazen babasının bile acayip deyimler kullandığını biliyordu, dedesinden hiç bilmediği şeyler duyması gayet doğaldı. Tepeden aşağı kıvrıla kıvrıla inen patikaya yöneldi. Dedesi de onun kadar çevikçe olmasa da aynısını yaptı. Çocuğun, güneş görmemekten bembeyaz kalmış tenine acıyarak bakmaktan alamıyordu kendini.
* * *
Ülkenin son otuz yılının iş dünyasına damgasını vurmuş; hoşgörüsüz, sert tavırlarıyla tanınan ve kimi zaman radikal kararlarıyla servetini dahi tehlikeye atabilen bir işadamı olarak bilinen Aziz Karamanlı, yapay da olsa doğanın izlerini taşıyan devasa arazisinde saatlerce gezdikten sonra Salih için hiç de aksi bir adam değildi.
Salih, onun sayesinde güneş ışınlarını camlardan filtre edilmeden bünyesine almış, alışık olmadığı kadar bol oksijen solumuş, minik göllerdeki su kuşlarıyla oynamış; piknik yapan, gezinen, oyunlar oynayan diğer çocuklarla muhabbet etmiş ve harika bir günün ardından dedesinin evine dönmüştü. Bu ev, şehirlerdeki alışık olduğu gökdelenler gibi yüksekti ama yine de onlardan çok farklıydı. Her nasılsa o da doğanın bir parçasıymış gibiydi. Fotosentez yaparak binanın enerjisini de sağlayan alglerden oluşan yeşil tanklar, binanın duvarlarını kaplıyordu.
“Bir şey sorucam,” dedi çocuk. Asansördeydiler. Az önce akşam yemeklerini yemiş, Aziz Karamanlı’nın “hadi bir de terasa gidelim beraber,” önerisiyle ayaklanmışlardı.
“Sor bakalım.”
“Bugün gezdiğimiz her yer senindi değil mi?”
“Bunu daha önce de sormamış mıydın, yoksa ben hakikaten yaşlanıyor muyum?”
“Sormuştum da şeyi merak ettim. Oradaki onca insan kimdi?”
“Hımm. Onlar benim çalışanlarım oluyor. Çeşitli şirketlerimdeki tüm çalışanlar izinli olduklarında oraya gelme hakkına sahipler. Tabii aileleri de. İsterlerse burada çalışmayan arkadaşlarını da getirebiliyorlar.”
“Ne güzel. Ben de büyüyünce senin şirketlerinde çalışmak istiyorum.”
Aziz şakadan somurttu. “Hımm, bilmiyorum, bunun için çok çalışmak gerekiyor. Hepsini özene bezene seçiyoruz.”
“Tamam çalışırım, ne var ki?”
“O zaman bir şansın olur belki. Heh, işte geldik bile. Sana başka bir şey anlatacağım birazdan. Kendi dedemin hikâyesini.”
“Aaa, hava kararmış bile,” dedi Salih asansörden terasa adım atar atmaz. Yıldızlar öyle güzel parlıyordu ki ağzı açık kalmıştı. Onları çıplak gözle hiç görmemişti. Evlerinin penceresinden gökyüzünün görünmesi imkânsızdı. Hava karardıktan sonra dışarı ya da gökdelenlerinin tepesine çıkmasına da izin verilmemişti hiç. Bu yüzden karanlık gökyüzü, yıldızlar ve Ay sadece okuyup bildiği, resimlerde gördüğü şeylerdi; hiç bizzat onlardan gelen ışınımlara maruz kalmamıştı.
* * *
Terastaki iki kişilik oturağa yaslanmışlardı. Oturağın arka kısmının eğimi sayesinde yarı uzanır haldeydiler ve gökyüzü alabildiğine önlerine seriliydi. Dolunay tam karşılarında parıldıyordu. Aziz Karamanlı cebinden gümüş renkli yuvarlak bir cisim çıkardı. Zincirliydi, parlaktı. “Daha önce bundan görmedin, değil mi?”
Salih, başını iki yana salladı. “Bu ne ki?” dedi elini uzatarak.
Aziz, usulca cismi çocuğun eline bıraktı. “Açılıyor,” dedi minik bir çıkıntıyı işaret ederek. Salih, çıkıntıyı hafifçe ittirince disk şeklindeki kutu açıldı. Kaşlarını çatarak önündeki şeyin ne olduğunu çözmeye çalıştı. Mekanik bir cihaz olduğu belliydi. Hafif çıt çıt çıt sesleri aralıksız ve senkronize bir şekilde yayılıyordu. Yuvarlak ekranının üzerinde 1’den 12’ye kadar sayılar çember şeklinde yazılmıştı. Ortadaki bir noktaya sabitlenmiş farklı boyutlarda üç tane ok bu sayıları işaret ediyordu. Oklardan en incesi, ortadaki noktanın etrafında hızlıca dönüyordu. Daha kalın ve uzun olan ise gördüğü kadarıyla daha yavaş bir hızla aynı işi yapıyordu. Muhtemelen en kısa ok en yavaşıydı. Bunun bir ölçü cihazı olduğunu anlamıştı ama neyi ölçtüğü ve nasıl okunduğu konusunda ilk bakışta bir fikir edinemedi. Salladı, tıklattı, bir şey değişmedi.
Dedesi müdahale etmeden çocuğun cihazı incelemesini seyretti ve bundan tarif edilemez bir keyif aldı. Aklına dedesinin bu saati ona ilk kez gösterdiği gün geldi. Salih’in soran bakışlarla ona döndüğünü fark edince artık hikâyesini anlatma zamanının geldiğini anladı. İşte dolunay da karşısında, hikâyesinin kanıtı olarak parıldıyordu. Saati gibi o da gümüş rengiydi.
“Bu bir saat yavrum.”
“Saat mi? Ama göstergesi nerede?” Çocuktan bu soruyu duyunca içi cız etti. Son yüz yılda insanlar dijital saatleri o kadar kanıksamışlardı ki 2100’lü yıllardan beri kadranlı saatler unutulmuştu. İnsanlar artık hayatlarının hiçbir döneminde bu tür saatlerle karşılaşmıyordu. Tıpkı kendi zamanında cep telefonu ve bilgisayarların unutulup gitmiş olması gibi… Gerçi kadranlı saat kültürü, elektronik cihazlar gibi çok kısa süreliğine ortaya çıkıp kuantum fiziğindeki ani sıçramayla modası çabucak geçen teknolojiler gibi değildi; yüzlerce yıl öncesine dayanan kökleri vardı. Ama aşırı hızlı gelişen teknoloji ve sürekli değişen moda nedeniyle o bile unutulmaya mahkûm olmuştu. Dört rakamlı -saniyesiyle beraber altı-, yeşil ekranlar saatlerin tek temsilcisi haline gelmişti.
“Bu saatteki gösterge o 1 ile 12 arasındaki sayılar. Bu saat sana tam saati hazır vermez. Senin okumayı bilmen gerekir. Zeki bir çocuksun, çabucak öğreneceksin şimdi.”
Çocuğun elindeki saati kendine yaklaştırdı ve akrebi, yelkovanı, altmış dakikayı nasıl okuyacağını, geçe’leri, var’ları tek tek anlattı. Salih hiçbir sıkılma belirtisi göstermeden bir saat boyunca dinledi ve dedesinin sorularına büyük oranda doğru cevaplar verdi. Artık ‘saat onu beş geçiyor’ diyebiliyor, bunun kadranlı saatteki gösteriliş biçimini biliyordu. Çok da hoşuna gitmişti. Çözmeyi çok sevdiği bulmacalar gibiydi biraz.
“Dede, bana bir hikâye anlatacaktın?”
“A evet, doğru söylüyorsun. Yaşlılık işte. Yüz ellime şunun şurasında ne kaldı… Unutuvermişim.” Aslında unutmamıştı, o günü hafızasında tekrar canlandırmak büyük bir acı verecekti ve bu yüzden bilinçsizce erteleyip durmuştu. Ama anlatacaktı. Zaman azalmıştı. Az önce dikkat etmediği için saatine tekrar baktı. Onu on iki geçiyordu.
On sekiz dakikası kalmıştı. Yeterli olurdu.
* * *
“Dedem 2123 senesinde benim yanımda öldü. Bugünkü gibi on iki şubatta. Saat akşam on buçukta. O zamanlar şubat ayları serin olurdu, şimdiki gibi tişörtle dolaşamazdın. Yüz yirmi yaşındaydı dedem. O zaman için epey yaşlı sayılırdı. Ortalama yüz on yıl kadar yaşıyordu insanlar, şimdiki gibi iki yüzü görmek hayaldi. Ondan önceki nesiller seksen doksan sene anca yaşıyorlarmış. Hatta bir asır önce de elli yaşını görenler kendilerini şanslı sayıyormuş. Hayal edebiliyor musun? Daha elli yaşında ölüp gidiyorsun… Ben ellimde daha çocuktum yahu.”
“Dede,” diye araya girdi Salih, “hikâyeden uzaklaşıyorsun ama.”
Aziz gülümsedi, çocuğun yanağını okşadı. “Tamam tamam, farkındayım. Neyse işte, dedem o gün bana bu cep saatini göstermişti. Kocaman da bir nutuk çekmişti. Tabii ben esneye esneye, hiçbir şey anlamadan dinliyordum. Sonradan yapay bellek nöronlarımdan tekrar tekrar bakıp aslında ne kadar önemli şeyler söylediğini görmüş oldum. Acaba anlamış mıydı onu can kulağıyla dinlemediğimi? Sırf bunu düşünerek günlerce ağladım biliyor musun… Son dakikalarında bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ve ben bir an önce beni bekleyen işlerimin başına gitmek için sabırsızlanıyordum. Eminim fark etmiştir. Ama yine de susmadı, umudu kesmedi, anlattıkça anlattı. Hiç umurumda olmayan bu saate defalarca bakarak, bana göstererek, dikkatimi çekmeye çalışarak anlattı.”
“Ne anlattı ki dede? Önemli şeyler mi?”
“Önemli şeyler canım, önemli şeyler.” Derin bir nefes aldı, içini çekti. Dolunaya baktı, saatine baktı. Dokuz dakikası kalmıştı.
“Bu saat benim sana tek vasiyetimdir dedi dedem. Onu sen de torununa vereceksin. Baksana o zamandan biliyormuş babanın bu saate uygun olmayacağını. Umudunu ondan doğacak çocuklara bağlamıştı. Görüyorsun, haklı da çıktı. Bu saati babana versem on dakika bile bakmadan bir köşeye atar. Oysa sen öyle değilsin. Her neyse… Dedem dedi ki, geldiğin yeri unutma diye veriyorum sana bu saati. Köklerini unutma diye. Benim, babanın, büyük dedenin, onun da dedesinin, ta ilk insanın varlıklarını aklından çıkarma diye. Onlar bu gezegene birer misafir olarak geldiler, sen de öylesin. Onlar bu gezegeni kâh bilerek, kâh bilmeyerek gri bir çöp yığınına dönüştürdüler. Bunu unutma diye. Onlar yok ettiler balıkları, hayvanları, bitkileri, yeşili, maviyi, beyazı, sarıyı. Sadece griyi getirdiler. Bunu isteyerek yapmadılar belki ama durdurmak için de hiçbir şey yapmadılar. Onları suçlamıyorum, dikkatini çekerim ben de onlardanım. Şu binanın yetmiş bilmem kaçıncı katında ömrümü harcayıp gittim işte. Babandan ya da benden hatırı sayılır bir para, mal mülk sana kalacak. Şirketi yöneteceksin, daha da büyüteceksin, belki öyle çok paran olacak ki yüz binlerce aç insanı doyurabileceksin ama bunu yapmak yerine ortalığı daha da kirleteceksin. Griye sen de gri katacaksın. Seni de suçlamıyorum. Ama farkında ol. Artık kimse farkında değil. Babamların zamanında çevreciler varmış, hayvanları, doğayı korumak isteyenler. Ama onlar da kalkmışlar ortadan. Çünkü şu an insan virüsünün nüfuz etmediği tek bir noktası yok bu gezegenin. Çoğu büyük şehir kubbelerin altına alındı, sırf oksijen yetersizliğinden insanlar ölmesin diye. Kaybolmaya yüz tutan ozon tabakası yüzünden ultraviyole ışınlar herkesi kanser etmesin diye. Ama onu da biz yaptık. Kimse hatırlamıyor bunu. Herkes o kadar meşgul ki, herkes o kadar boş hayatlar yaşıyor ki hepsini unutmuşlar… Unutmuşuz. İnsanoğlu her şeyi tüketti, sonra başka üretim yolları buldu, onları da tüketecek. İnsanoğlu her zaman bir yolunu bulur, yaşamını sürdürür. Buna bir itirazım yok. Belki de olması gereken budur. Burası gri bir çamur yığını olduktan sonra belki başka dünyalara açılırız, oraları da yeşilden griye çeviririz ve öyle sürüp gider. Belki virüsler de ne yaptıklarını bilmeyen biz insanlardan farksızlardır. İçten içe canlıları çürütürken acımazlar, düşünmezler; onu yok ederken başka birine göç ederler. Onlardan farkımız yok. Bu saat sana şunu hatırlatsın: Saatler bu haldeyken her şey geri çevrilebilirdi. Eğer o zaman farkına varmış olsaydık, ya da bir şeyler yapsaydık işler tersine dönebilirdi. Ama ne zaman ki yeşil rakamlar sardı etrafımızı, işte o gün dönüşü olmayan yola girdik. Biliyorum, alakasız geliyor. Saatle doğanın ne alakası var, değil mi? Bilmiyorum, ben kafamda öyle kurdum işte. Yelkovan ve akrebi her gördüğümde bir an o güzel günler geliyor aklıma. Geçmişe dönmüşüm gibi. Daha gençmişim, ölmek üzere değilmişim gibi. Dünya da, ben de can çekişmiyormuşuz gibi…”
Aziz durakladı. Gözlerinden sızan damlaları çocuğa fark ettirmeden sildi. Derin bir nefes alıp devam etti: “Dedem bu son sözlerini söylerken saat benim elimdeydi. Kafasını yastıktan kaldırmadan saati sordu. Hep o saati okumayı öğrenmemi istemişti ama ben umursamamıştım. Saati söyleyemedim.”
Çocuğun elindeki saati aldı, şaşkın şaşkın bakan Salih’in gözleri önünde binadan aşağı fırlattı. “Şimdi söyle evlat,” dedi dolunaya gözlerini dikerek. “Saat kaç?”
Salih, dedesi gibi dolunaya döndü ve bakakaldı. Dolunayın üzerinde akrep ve yelkovan şeklinde iki kırmızı çizgi vardı. Grinin üzerinde epey belirginlerdi. Sayılar olmasa da saati temsil ettiği açıkça anlaşılıyordu. Akrep sol tarafta hafif yukarı dönüktü, yelkovan direkt aşağı bakıyordu. “On buçuk,” dedi gülerek. Bu mükemmel bir şeydi. Ay’ın üzerinde bir saat vardı. Ve nasıl olduğunu bilmese de bunu dedesi yapmıştı. Ay’ı kocaman bir saat haline getirmişti. Sonsuza kadar kalacak, kimsenin görmezden gelemeyeceği dev bir saat. “Öyle değil mi dede? Bildim, değil mi?”
Aziz Karamanlı gözlerini kapatmış, dudaklarını hafif ve huzurlu bir gülümsemeyle kıvırmıştı. Kıpırdamıyordu. Göğsü kalkıp inmiyordu. Ay’daki saat can bulurken, o canını teslim etmişti. Saat tam on buçukta.
SON
- On Birinci Cilt: Ebediyet - 18 Eylül 2023
- Resim Falı - 1 Temmuz 2020
- Unutulma Cezası - 1 Temmuz 2019
- Yaratma Eylemine Dair - 15 Haziran 2018
- Yaşamayı Beklerken - 15 Haziran 2017
“Saatler bu haldeyken her şey geri çevrilebilirdi.”
Gökcan sen ne yaptın öyle ya… Senden daha önce hiç böyle bir öykü okumamıştım. Kendi tarzını koruyarak farklı bir alana atlamış ve altından çok güzel kalkmışsın. Arka plandaki bilim kurgu havasını koruyarak güzel bir öyküyü sade bir üslupla dramlaştırmışsın ve ortaya son satırları hüzünle dolu üst düzey bir hikaye çıkmış. Senden okuduğum en iyi öykü bu olabilir sanırım, bunu biraz düşünmem gerek.
Farklı alanlarda yazmayı seven biri olduğunu biliyorum. Ama kesinlikle bu öyküyü bir “deneme” olarak düşünmemelisin bence. Okuyucu olarak söylüyorum, ben bu alana biraz daha eğilmeni, bu minvalde daha çok yazmanı gerçekten çok isterim. Bu tarzda birkaç öykü değil ama sadece. Tüm edebiyatını yoğunlaştırabileceğin bir alan bulmuşsun bence, senden okuduğum hiçbir öykü bu kadar “cuk oturmamıştı”.
Bu tarzdaki yazıları bekliyorum. Burada her zaman devamlı bir okurun olacağını bilmeni isterim. Tebrikler…
“Ne zaman ki yeşil rakamlar sardı etrafımızı, işte o gün dönüşü olmayan yola girdik.”
Gurur, yorumunla gururlandırdın beni, teşekkür ediyorum. 🙂 Yazarken bazen tarzımı kendim belirlemiyormuşum gibi geliyor. “On Buçuk” da sadece “Ay” ve “Saat” öğelerini birleştirerek oturup yazdığım bi öyküydü. Çok da düşünmedim tarz bakımından. Bu kez hüzünlü bitmesi gerekiyormuş öyle bitti. Beğendiğine sevindim. 🙂
Ben de çok beğendim Gökcan, ellerine sağlık. Ama Ay’ın saate dönüşmesinin nedenini, nasılını ben mi kaçırdım yoksa pek değinmemiş misin acaba?
Evet, ay ve saat meselesini çok açıklamak istemedim, sezdirmek istedim. Bununla ilgili yazdığım cümleler topu topu şunlar zaten: “Nasıl olduğunu bilmese de bunu dedesi yapmıştı. Ay’ı kocaman bir saat haline getirmişti. Sonsuza kadar kalacak, kimsenin görmezden gelemeyeceği dev bir saat.”
Dedesinin bunu neden yaptığı, öykünün tamamına yayılmış durumda. Kadranlı saat – dijital saat meselesi, kadranlı saatleri okumanın unutulması, dedenin bunu insanlığa tekrar hatırlatarak aslında teknolojinin dünyaya hakim olmadığı zamanları ve doğayı hatırlatmak istemesi vs.
Öyküyü beğendiğine sevindim Adil, yorumun için teşekkürler. 🙂
Sabaha karşı uyumadan önce okudum bir hikâye daha, sevgili dostum Gökcan’dan oldu… Duru anlatımını sürekli özleyip durduğumu biliyorsun. Bazen sırf sen -ve senin gibi birkaç kişinin- ne anlattığının hiçbir önemi olmadığını düşünüyorum. Yazınından keyif aldım. Ama bu mesaj kaygısı (kaygı olmadığını biliyorum da, “o” durumun bir miktar barizleşmesi anı diyelim) beni daima rahatsız etmiştir. İstemeden rahatsız olduğuma üzüldüm. Katıldığım bir düşünce bile olsa, böyle şeyler okumak beni heyecanlandırmıyor.
Yine de “Bir yeni Gökcan Şahin öyküsü” fikri beni daima heyecanlandırmakta. Kalemine sağlık, görüşmek üzere!
Çok teşekkürler Onur. Yazarın gururunu okşayan yorumlardan biri yine. 🙂
Her zaman mesaj ışıyan öyküler yazmıyorum aslında, sen de biliyorsundur; ama Rıhtım’a hep bu tarz öykülerim denk geliyor. Ben de çözemedim. Genelde internette falan politik ya da sosyal mesaj içerikli şeyler paylaşmayı sevmiyorum, belki de bu noksanlığı -çok da bilinçli olmadan- öykülerimle kapatıyorumdur.
Yorumun için tekrar sağ ol. Görüşürüz. 😉
“Fotosentez yaparak binanın enerjisini de sağlayan alglerden oluşan yeşil tanklar” fikrini, çocuğun gözünden saatin betimlendiği paragrafı ve dolunayın saat ile bağdaştırılmasını çok sevdim. Senin öykülerinde son kısımları çok seviyorum, aniden gelen ve şaşırtan sonları sevdiğimden olabilir sanırım, böyle sonları yazmada çok başarılısın. Arka plandaki bilimkurgu ögeleri çok oturaklı. Çevreyle alakalı mesajların biraz fazla açıktan olması dışında eleştirebileceğim bir yanı yok öykünün. Eğer bilimkurgu türünde daha uzun yazılar yazarsan(roman vs.) -halihazırda yazdın mı bilmiyorum- başarılı bir iş çıkacağını düşünüyorum. Ellerine sağlık, görüşmek üzere.
Halihazırda yazdığım ve bir iki yayınevine de gönderdiğim bir bilimkurgu romanım var ama henüz cevap çıkmadı, beklemedeyim. Öyküyü yorumladığın için teşekkürler. Alg tankları fikri çok yeni değil. Proje ve deneme aşamasında olan böyle binalar var şu anda. Dolunay üzerinde saat olması fikrini hiç duymadım ama o kadar bariz bir fikir ki mutlaka düşünen ve yazan vardır. Bilimkurgu arkaplanına gelirsek, artık o kadar kolay yapıyorum ki kendim o dünyada yaşıyormuşum gibi geliyor. Günümüz dünyasını betimlemekte daha çok zorlanıyorum.
Teşekkür ediyorum tekrar. Görüşmek üzere. 🙂
Selamlar Gökcan,
Bunca güzel yorumun ardından benim geç gelen bir-iki satırıma burun kıvırır mısın bilmem, ama hikayeni çok sevdiğim için birkaç kelam da ben edeyim dedim. Arka plana yerleştirdiğin bilim-kurgu atmosferi bence hikayenin değerini arttıran temel unsurlardan biriydi. Onur gibi ben de mesaj içeren hikayeleri sevmem ama bu öyküde o rahatsızlığı hiç hissetmedim, aksine keyif aldığım bir diğer şey oldu.
Tek eleştirim dedesinin aslında hikayeyi anlatmak istemediğini, bunu sürekli geciktirdiğini söylediğin kısım. Bunu daha önceden belirtip adamın hareketlerine yansıtman daha iyi olabilirdi çünkü o ana kadar bundan bihaberiz ve adamı keyifli bir ruh haliyle canlandırıyoruz kafamızda.
Tekrar tekrar eline sağlık.
Olur mu İhsan abi, senin tek cümle yorumun bile benim için değerlidir. Çok çok teşekkür ediyorum. 🙂 Görüşmek üzere.
Her şey bir yana, hepimizin “Aaa,” diye şaşırdığı, aslında çok bilindik ama etrafta görülmedik bir şey yapmış yahu: Ayı analog saate çevirmiş!
Daha neyin bilimkurgusu olacak!
Çok fazla bir şey söylemiyorum, zira senin kaleminden çıkan her öykü ayrı tatlı oluyor ve bana nedense daha da tatlı geliyor. Sanırım cümleleri kullanışın tam da kafamda canlandırdığım yapıda. O yüzden bazı olumsuz sayılabilecek detayları es geçiyor bu gözler. Kalemine sağlık :))
Di mi ya? Daha neyin bilimkurgusu? 😛
Ay’ı öykülerimde kullanmayı çok seviyorum ben ya. Ay öykülerde, romanlarda binlerce farklı şekilde kullanılabilirmiş gibi geliyor. Aydede, Ay’a seyahat, Ay’ın karanlık yüzü, dolunayda çıkan kurtadamlar tarzı öyküler zaten bilindik. Kapitalist bir gelecekte Ay’a reklam alınabilir… Kocaman bir Pepsi logosu halinde düşünsene dolunayı mesela. Bir gün birileri Ay’dan menfaat sağlamaya çalışınca #direnAy kampanyaları yapılabilir… Gerçi orda biber gazı çabucak uçup gider. Ama tazyikli su adamı yüz metre uçurur bak. Ya da neşeli bir gelecekte disko topu gibi ışıklandırılır. Karamsar bir gelecekte cezaevi ışıkları gibi dünyayı tarayan dev bir beyaz huzme yollar. Hatta belki dünyadaki cezaevlerinde yer kalmaz, Ay’a göndeririz tüm suçluları. Dev bir açık cezaevi. Kaçma ihtimali de yok. Uzaylıların Ay’ın arka tarafına üs kurup sonra buraları işgal etmelerine alıştık, bi defa de biz kullanalım: İçini güzelce oyup kocaman bir uzay gemisi haline getirir, uzaylıların mekanını basarız. Truva Atı gibi Truva Ayı olabilir bak. Beş dakikada bile bir sürü fikir çıkıyor -ki çoğu kullanılmıştır zaten-, daha neler neler bulunulur düşünülse. Ay’ı Dünya’ya düşürürsün, bölersin, boyarsın, patlatırsın, yakarsın, yıkarsın, yenisini yaparsın, koloni kurarsın, sömürürsün… Her neyse daha fazla uçmayayım, sözün özü Ay candır. 🙂
Yorumun için çok teşekkür ediyorum Hakan. Yeni öykülerde de görüşmek dileğiyle. 🙂