Öykü

On Üç Dakika

Toplu taşıma aracı tıslayarak durdu, alıştığım durağa adımımı attım. Kabus başlıyordu, on üç dakika. Saatime baktım; yedi buçuğu birazcık geçmişti. “Sadece on üç dakika…” diye homurdanarak adımlarımı hızlandırdım.

Durağı geçeyazdığımda aynı manzara ile karşılaştım: Dilenci kadın ellerini açmış, ağzını da keza, “Allaaaaaah rızası için ağabeeeeeeeeey!”

Başımı yana çeviriyorum, diğer köşede de var! Eli haddinden fazla uzanmış durumda, “Allaaaah” diye çığırıyor. Gözümü hafif kısıp yutkunarak elinin üzerinden atlayıp geçiyorum. Geride kalıyor. Boncuk boncuk terlediğimi hissediyorum, her seferinde aynı his. Bir dakika geçti bile, kaldı on iki dakika.

Köşeyi dönüyorum.

Sağlı sollu, apartman girişlerinde kesilen boyum kadar bahçe duvarlarının üstünde gezinen fareler gene dikkatimi çekiyorlar. Ben adımımı yavaşlatınca onlar da yavaşlatıyor… Ben hızlanınca onlar da… Başıma ne geleceğini biliyorum ilk değil, ikinci değil, üçüncü apartman girişinde…

Ah! Oluyor işte! Bir sürü fare karşı apartman girişine doğru koşuyor! İğrenç bir manzara! Basıp geçmekle sıçramak arasında kalıp her zamanki yufka yürekliliğimle sıçramaya çalışıyorum. Ve başarıyorum. Her seferinde sanki yapamayacakmış gibi hissedip, iğrenerek de olsa yapabilmek güzel bir his değil doğrusu. Yol bir yokuşa devşiriliyor, muhtemelen işe gidiş çok kolaydır. Yokuş aşağı salıver kendini… Ancak sorun şu ki, işe gittiğimi hiç hatırlamıyorum.

Bir hastanede çalıştığımı hayal meyal hatırlıyorum… Ancak son günlerde yoğun çalışıyor oluşumdan dolayı bilincim sadece durağı hatırlıyor olmalı! Soğumaya yüz tutmuş akşam havasını ciğerlerime çekiyorum. Durak ile evimin arasındaki yol on üç dakika sürüyor; şu an on dakikası kalmış durumda. Çabuk olmalıyım!

Adımlarımı hızlandırıyorum. Uzaklarda bir baykuş ötüyor. Gene aynı şey olacak. Köşedeki bakkala ulaşırken nefes nefese kalıyorum ve her zamanki gibi hazırlıksız yakalanıyorum: Girişteki cips paketlerinin arasından iki kedi peş peşe, tıslayarak, fırlıyor. Tam önüme geldiklerinde durup birbirlerine girişiyorlar!

Masumane bir küfür savurup yanlarından geçiyorum. Yüreğim cidden ağzıma geldi! Geriye dönüp kedilerin ne halde olduğuna bakmak isterken kendimi durduruyorum: Geriye bakmaktan korkuyorum. Sanki korku filmlerindeki gibi her şey yokolmuş gibi görünecek gibi geliyor…

Adımlarım istemsizce hızlanıyor. Başım dönecek gibi oluyor, gene aynı şey mi olacak yoksa?

Bir baykuş -muhtemelen aynı baykuş- ürkütücü bir yakınlıktan haykırıyor, bir çocuk sesi de ona eşlik ediyor. Daha doğrusu bir çocuk kıkırdaması. Birkaç saniye sonra bacaklarımdan birinde tarifsiz bir acı hissediyorum! Beklemediğim anda vurup kaçtı gene! “Allah’ın cezası velet!” diye çığırıyorum. Yanımdan hızlıca geçip gidiyor, itici bir kıkırdamayla birlikte.

Sokak lambası hafifçe titreyip sönüyor.

Gözlerimi hafifçe kapatıyorum, çok yakınıma gelip dokunacakmış gibi yapıp geri gittiğini duyumsuyorum.

Gene.

Nefesini ensemde hissediyorum.

“Yapma…” diye homurdanıyorum ama sesim o kadar kısık ki, ben bile zor duyuyorum.

Bir kıkırtı.

Adım gibi eminim ki gözlerimi açtığımda altında bir şort, üstünde sol omzunda gözle görülük bir deliği olan tişörtüyle bir kız çocuğu çıkacak karşıma. Yanılmayı her şeyden çok isteyerek gözlerimi açtığımda üzülerek haklı çıktığımı görüyorum.

Sinsi bir kıkırtı ile, sahte bir utancın tezahürü olarak küçük elleriyle gülümsemesini gizleme adına kapattığı ağzıyla; karşımda o velet var. Sinirleniyorum, kontrolümü kaybedecek gibi oluyorum; tekme atsam vururum. Vursam acıtırım. Acıtırsam belki birkaç gün sokağa çıkamaz.

Kafamda deli olasılıklar, kendimi adımlarımı iyice hızlandırmış bir halde buluyorum. Çocuk ise taklidimi yapıyor: Düşünen yüz halim, hızlanmış adımlar, telaşla çatılmış kaşlar… Ve tahmin edilebilir bir kıkırtı hali.

İyice sinirleniyorum, o daha çok eğleniyor. Ben sinirleniyorum o kıkırdıyor. Artık korkutucu hale gelen bu yol arkadaşlığı her zamanki gibi bir doberman kükremesiyle son buluyor. Gene unutmuşum, gene korkuyorum. Hırlayan, tıslayan ve ayaklarına hakim olamıyormuş gibi ayaklarıyla gel gitler yapan bir mahlukatla yüz yüze kalıyorum. Üstelik küçük kızda korkudan zerre eser yok!

Sinirlerim iyice bozuluyor! Evimin sokağı ileride görünürken böyle bir şeyle karşılaşmak hoş değil. Köpek vahşice bir hamle yaparak kıza saldırıyor, küçücük sinir bozucu veledi yere yıkıveriyor. Yüreğim ağzıma gelse de, her akşam aşina olduğum bu tablo gene karşıma çıkıyor: Küçük kız altta, devasa doberman üstte boğuşuyorlar. İki küçük kedi yavrusu gibi! Doberman kızın kollarını ağzının arasına alıyor ama hiç ısırmıyor, bırakıyor, kız hayvanın yarısı kesilmiş kulaklarını ısırıyor…

Koşar adımlarla uzaklaşıp sokağıma doğru ilerliyorum. Boğuşma sesleri neyse ki uzaklarda kalıyor. Tam sokağı dönüp de apartmanımı gözle görülür bir şekilde kadrajıma soktuktan sonra bir sesle irkiliyorum.

“Allaaaaah rızası için çocuklar evde aç bekliyor, kocam öldü Allaaaaah için….”

Duraktaki dilenci kadın, ayakta ve elleri ağzıma doğru uzanırken karşıma çıkıyor. Bu kadar uzun görünmüyordu normalde! Sinirlerim boşalıyor, hafifçe elini itiyorum; yere düşüyor. Bağırmaya başlıyor. Bir anda karanlıklardan, sanki o an varolmuşlar gibi birileri fırlıyor.

“Anne!” diye bağıran bir tanesi yerdeki yaşlı dilenciyi omuzlarından hafifçe tutarak özenli bir şekilde kaldırıyor, diğer iki tanesi bana doğru hamle yapıyor. Geniş omuzlu, basık vücutlu adamlar bunlar… Sanki ilkçağdan kalma Neanderthal gibiler. Ama dişleri…

Dolunayın sokağa düşen paydası bile dişlerin keskinliğini göstermeye yetiyor. Bana doğru uzanan ağızlardan zar zor yaptığım bir vücut çalımı ile kurtuluyorum. Evime doğru koşmaya başlıyorum… Benim evimin bulunduğu apartmanın kapısı o kadar yakın geliyor ki, uzansam tutacağım! Ama öyle değil tabii ki… Arada bir bahçe yolu var. Bahçe ise gözüme her zamankinden karanlık geliyor!

Bahçe yoluna girince bahçeden garip sesler geldiğini tecrübe ediyorum, hayretle baktığımda bahçedeki güllerin ve sarmaşıkların rüzgar olmadığı halde sağa sola savrulduğunu görüyorum. Şaşkınlığım artıyor ama bu birkaç saniyelik duraksama bile canımı sıkıyor. Arkamdaki ayak seslerine bir de köpek havlamaları karışınca canımı dişime takarak kapıya doğru koşuyorum. Elim metalik tokmağa uzanıyor, sağa çevirip ileri itiyorum…

Tabii ki açılmıyor.

Kilitli.

Küfrederek ellerimi ceplerime atıyorum, deli gibi aranıp birkaç saniye sonra anahtarlarımı buluyorum. Büyük bir coşkuyla kilide sokup çeviriyorum, tık ediyor. Arkamdaki nefesleri duyumsayarak kendimi içeri atıp kapıyı sertçe kapatıyorum. Bir şey kapıya doğru atlamış olacak ki, çarpıp yere düşüyor. Viyaklama sesi geliyor.

Doberman.

Rahat bir nefes alıyorum.

Biraz daha rahatlıyorum, birkaç kez daha devam ettikten sonra anın heyecanıyla kapadığım gözlerimi açıyorum. Bir rüyada gibiyim; bembeyaz bir oda, sadece bir yatak var. Her şey beyaz. Nefes düzenim tekrardan bozuluyor. Soluk soluğa kalıyorum…

Kapıya uzanmak istiyorum; hem kapının kolu yok hem de uzanamıyorum. Kollarım vücuduma sarmalanmış vaziyette…

Beyaz bir kumaş.

Ayakkabılarım da beyaz.

Sinirle kapıya kafa atıyorum… Kafam acıyor.

Henüz ölmemişim. Dışarıdan bir ses geliyor, kapıdaki bir levha sağa kayıyor. Bir çift göz. Masmavi.

Gökyüzü gibi.

Ama biraz koyu…

Gece gibi…

Levha geri kapanıyor, bir tıslama sesini andırıyor…

Otobüs tıslayarak duruyor ve durağa adımımı atıyorum.

Alper Kaya

1990 yılında Ankara’da doğdu. Orada hiç yaşamadığı hâlde, Ankara’yı çok sevdi. BirGün ve soL’da spor yazıları yazdı. Halen Evrensel’de cumartesi günleri maç yazısı olmayan futbol yazıları yazmaktadır. 2010 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden “Yılın Spor Köşe Yazısı Övgü Ödülü”ne layık görüldü.* Yedi romanı yayımlandı, on kolektif kitapta yer aldı. Yazar, kendisi gibi yazar olan eşi Gizem Şimşek Kaya ve beş kedileri ile birlikte İstanbul’da yaşamaktadır.

On Üç Dakika” için 5 Yorum Var

  1. Vay, be!
    Dedektif Tahsin ve Necip’ten sonra hayli ilginç bir öykü olmuş =D
    Konuyu tam kavrayamasam da, nefes kesen bir anlatımı vardı!
    Şimdilik diyeceklerim bu kadar sanırım, iyi seçkiler dilerim…

  2. Okurken acayip derecede bunaldım!

    O eller bana uzanıyor, o köpek beni takip ediyor, tüm uğursuzluklar beni buluyormuş gibi hissettim ve bundan feci derecede rahatsız oldum. Hele o en sondaki kısır döngü başlangıcı yok mu? En vurucu yeri orasıydı kesinlikle.

    Demek ki bu hikaye “olmuş.” 🙂

  3. Baykuş, bahçe, köpek. Eski günlerimdeki sırf gerilim temasını işlediğim taslaklarımı getirdim aklıma. Bunaltıcı ama olumsuz manada değil, öykünün demi olarak bunaltıcı. Aynılığın bunaltısı ve korkusu. Okurken ilgimi çeken, bir şeyler veren, ilhamımı dürtükleyen şeyler görebildiğim hikayeler daha çok ilgime mazhar olur. Ellerine sağlık.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *