Köye vardıklarında vakit bir hayli geçti. Hiçkimse ile tapınağın kapısında vedalaşmışlardı. Sokak boyunca uzanan birkaç dükkân çoktan kapanmıştı. Evlerde ise hiç ışık kalmamıştı. Ufak tefek bedene sahip, rahip erkenden yatacağını söyleyerek köy meydanında Hiçkimse’den ayrıldı. “Yıldız Taşının önemli olduğunu ve onu ele geçirmek için Gambaagar’ın tekrar gelebileceklerini söyledi giderayak. Ama ikisinin de kafasında Kraliyet duvarında asılı olan yazı vardı. Yine bir hüsran yaşamışlardı. Böyle bir kahramanlığı pek çok kişinin okuyacağını yaptıklarının ve tabii yazdıklarının hoş karşılanacağının düşünmüşlerdi. Yıldız taşını uzun süre duvarda tutsalar da okuyan olmamıştı. Bir gizemli okuyucuları vardı yalnızca, adının Denizgülü olduğunu düşündükleri bir okuyucu. Yaşlı adam bütün gün beraber olduğu uzun saçlı adamın uzaklaşmasını, gölgelere karışmasını yorgun gözlerle izledikten sonra ağır adımlarla Tapınağın bahçesine girmişti. Karanlık gölgelerin tanrının evinde bile hüküm sürdüğü bahçeyi geçmiş Güney duvarına bitişik yapılmış küçük kulübeye girmişti. Üzerindeki giysisini çıkardı ve yorgun bedenini öylece kuru samandan oluşan şiltesinin üzerine bıraktı. Kafası bir yandan toprağa gömdükleri Yıldız taşına takılmış olsa bile şu an yapabileceği başka bir şey yoktu. Gözlerini tavana diktiğinde vücudu yatağı doldursa da zihni uzaklara yıllar yüzyıllar öncesine gitmişti.
özlerini açtığında soluk almada zorlanıyordu. Bir gün öncesine kadar pırıl pırıl maviliklerle dolu olan gökyüzü kül rengine boyanmıştı. Havada kıyıdan o kadar uzak olmasına rağmen uçuşan parçacıklar vardı. Ne kadar uyuduğunu bilemese de bu sürenin çok olmadığının farkındaydı. Böyle fırtınalı bir denizde, dereye düşmüş yaprak gibi sallanan bir sandalda uyumak, hele hele, derin uykulara dalmak mümkün değildi.
Eski uygarlıkları ve lüks yaşantı ile yeni arasında kocaman bir dalga vardı, her şeyi silip süpüren, dev bir dalga. Ve delikanlı sandaldayken, Gökyüzünden gelen dehşetten ve yıkımdan kaçarken arkalarından hızla gelen dev dalgayı görünce korkmuştu. Korkmuştu ama bir yandan da aklını çalıştırmıştı. Karanlık gökyüzü, hemen kusacak kötü bir tanrı gibi tüm üzerlerini kaplamıştır. Öyle bir tanrı ki olanların arasındaki kötüleri bulmaya üşenmiş, onun yerine, ‘böyle bir çirkefe herkes bulaşmıştır temiz bir yer bir köşe kalmamıştır’ diyerek suçluyu suçsuzdan ayırmaya çalışmadan az veya çok herkesin suçlu olduğunu kabul etmiş gibidir. Buraya kadar gerçek kabul edilebilir düşündükleri ama ceza konusunda tüm insanlara ve tüm canlılara aynı cezanın kesilmesi haksızlıktır. Eğer bir yerlerde kötülük varsa ve siz bunu görmezden gelirseniz, umursamazsanız en az suçu işleyenler kadar suça ortaksınız demektir. Ve o dalgadan o afetten sağ kurtulan kaç kişi olduğunu bile bilememekteydiler. O minicik tekne hayatlarını kurtarmıştı.
Sandala ilk çıktığında kendini sandalın tabanına, birbirine geçmiş kalasların arasına attı. Bir yandan soluk alışverişini düzenlemeye çalışıyor diğer yandan da gökyüzüne dehşetle bakıyordu. O kadar yer dolaşmıştı. Güzel havalarda görmüştü, sakin ve berrak gökyüzü altında defalarca bulunmuştu ama gözler, ağaçları yerinden sökecek, çatıları uçuracak fırtınalarda görmüştü. O yaşadığı en kötü havalarda bile gökyüzünü bu kadar karanlık bu kadar öfkeli anımsamıyordu. Şimşeklerin biri dinmeden diğeri gökyüzünü bir anlığına gündüze çeviriyordu. Ardından gümbürdeyen gök, mermer sütunları sarsacak, damarlarındaki kanı donduracak kadar korkunç duyuluyordu. Ve sonra yine karanlık basıyordu gökyüzünü ve yeryüzünü. Yüce Kaos, kullarına ne kadar kızgındı böyle, her şeyi silmeden yıkıp geçmeden durmayacaktı sanki. Kâh hem yanı başlarında kâh fersahlarca uzakta duyuluyordu gökyüzünün öfkeli sesi. Kızgın yıldırımlar geride kalan ne varsa yakıp kavurmak için yere çarpıyorlardı. Uzaklaşmak isteği, kaçma arzusu ağır basıyordu geride kalanlarda. İçgüdüsel bir davranış, içinin rahat olmasını çünkü bu kargaşadan geride kimsenin sağ kalmadığını kendisine telkin ediyordu kendisine korkakça. İçinde bulunduğu tek direkli ve çift kürekli sandalı bir an önce harekete geçirmeliydi. İşte o zaman sandaldaki diğer kişileri gördü.
On iki adım boyundaki sandalda dört kişiydiler. Bir yaşlı adam vardı, kirli beyaz sakallı, sinirli davranan ve durumdan hep şikâyet eden. Aslında şikâyet etmekte haklıydı ne de olsa sanda kendisine aitti ve diğerleri davetsiz misafir durumundaydılar. Adaya yıllar önce batıdan gelip yerleşmiş ve inşaatlarda çalışmış biriydi. İşleri yapamayacak duruma geldiğinde de kenara çekilmiş sarayın kendisine bağladığı maaşla geçinmeye çalışıyordu. Biriktirdiği paralarla da kendine bu tekneyi almıştı. Bir başkası hanım evladı yeni yetmeydi. İyi okullarda okumuş rahata alışmış zengin çocuğuna benziyordu. Hareketlerindeki gevşeklik hazıra alıştığının belirtisiydi. Sanki hemen kırılıverecekmiş gibi davranıyordu. Oturduğu yerden kolay kalkmıyor her şeyin kendisine hazır edilmesini bekliyordu. Yaşadığı durumun ciddiyetini kavrayamamış gibiydi. Bütün bu tavırlara giyim kuşama rağmen teninin rengi asil soydan gelmediğini belli ediyordu. Kırmızıya çalan kızıl derisi uzak batıdan gelme bir aile olduklarını haykırıyordu adeta. Sandalcı bu genç efendiden veya efendinin ailesinden para alabileceğini umut ediyor olmalıydı ki bu delikanlıya önem veriyordu.
Ve sandalın son zorunlu sakini evlenme çağına yeni gelmiş veya yeni evlenmiş bir genç hanımefendiydi. Ismarlanmış gibi her kişi farklı kültür ve özelliklere sahipti. Bu genç kızda beyaz teni ve uzun boyuyla asil soydan geldiğini belli ediyordu. Siz yanılgıya düşürebilecek tek fark hareketlerindeki serbestlikti. Durumdan vazife çıkarıyor ve saatlerdir aç olmasına rağmen ağzından tek bir şikâyet sözcüğü dökülmüyordu.
Adadan yola çıkan hafif ve hızlı yelkenli, İyi bir rüzgâr yakalarsa üç günde varılabilir Gün doğusundaki Anakaraya. Ama direği kırılmış, yelkeni parçalanmış bir sandal, akıntının insafıyla kaç günde varırdı, Tanrı bilir. O zaman, bu sandalın içerisinde günler geçirecekler demekti. Yiyecek fazla yoktu ve daha önemlisi içebilecekleri su çok azdı. Biraz kazazedelerin yanında, çantasında olanlar; birazda teknenin burnunda küçük dolapta kalanlar. Bu nedenle birazda kaderin ve Tanrıların insafına kalmışlardır.
Saatler geçiyordu sandalda sessizlik hâkimdi. Bütün gün tepelerinde gri bulutların arkasında beyaz bir leke gibi duran güneş etkisini yitirmeye başlamıştı. Birkaç saat önce yaşananlar unutulmaya başlamıştı. Yağan yağmur, havadaki kül bulutunu denizin yüzeyine indirmişti. Sandaldaki dört kişi kâh bulabildikleri nesnelerle kâh avuçlarıyla tekneye dolan suyu dışarı atmaya çalışmışlardı. O tehlike geçmiş ardından sandaldakilere hâkim olan ana duygu açlık ve susuzluk olmaya başlamıştı.
Gecenin karanlığı çöktükçe hava serinliyordu. Açık denizin hiçbir şey olmamış gibi, sanki saatlerce önce dev bir dalga her şeyi silip süpürmemiş gibi masum ve utangaç bir şekilde sakindi deniz. Bütün bu olumsuzluklara rağmen iyi olan tek şey az önce batan güneşin aksi yönde ilerliyor olmalarıydı. Yavaşça konuşmaya birbirlerini tanımaya başlamışlardı. Gökyüzünden düşen kocaman bir kayanın mahvettiği o güzel günlerin bir daha geri gelmeyeceğini bilmelerine rağmen tatlı tatlı anılardan söz ediyorlardı. Gökyüzünden gülümseyen yıldızlar belirdiğindeyse yorgun ve aç bedenlerin sessiz pencereleri olan gözler yavaşça kapanmaya başlamıştı.
Sabah genç kız fısıltılarla uyanmıştı. Güneş ufuktan bir mızrak boyu kadar yükselmiş kızıllığı beyaza dönmeye başlamıştı. Delikanlı hala uyuyordu ama balıkçı ve genç subay usulca konuşuyorlardı. Esneyerek doğrulduğunda iki erkeğin baktığı yöne baktı. Gözlerini kısıp dikkatli baktığında adamların baktığı yönde bir gölge gördü. O zaman uzaklarda görülen nesne hakkında konuşulduğunu anladı. İki kişi ne olması veya ne yapmaları gerektiğini konuşuyorlardı. Bir gündür denizdeydiler ve susuzdular, açtılar. Kendilerine yardım edebilecek olan her türlü desteğe ihtiyaçları vardı. Genç kadın yerinden doğruldu ve sandalın içinde bağırarak zıplamaya başladı. Uzaktan neredeyse yarım fersah öteden geçen araca sesini duyurmak istiyordu. Seslere zengin çocukta uyanmıştı. Neler olduğunu anladıktan sonra oda bu karnavala katıldı.
Bir çeyrek saat sonra yaptıkları tüm gürültüye pişman olmuşlardı. Yaklaşan ve yarım direk boyunda yelkene sahip ama iki yanında birer sıra kürekleri olan bir isyancı gemisiydi. Hali fırtınadan oldukça etkilendiğini ama yine de sağ kurtulabildiklerini söylüyordu. Kendilerini görüp yönlerini çevirdiklerinde yelkene işlenmiş kocaman armayı gördüklerinde korkmaları gerektiğini anlamışlardı. Korkmalıydılar çünkü en hafifinden esir pazarında satılacaklardı. Tabii erkekler için kürek mahkûmu olma olasılığı yüksekti. Genç subay kıyafetine bir baktı. Subay olduğunu belli eden bir işaret üzerinde yoktu ama sol omzunun arkasına işlenmiş olan on iki kollu güneş fark edildiğinde işi bitecekti. O zaman çizmesinde sakladığı küçük bıçağı kullanacak postunu pahalıya satacaktı.
Güneşten yanmış, esmer derisi kapkara olmuş zayıf bir adam, pruva direğine çıkmıştı. Güvertedeki dört beş adam kahkahalar atıyorlardı. Avını kıstırmış çakal sürüsünü andırıyorlardı, belli ki gördüklerine mutlu olmuşlardı. Dört esir ya fidye veya köle olarak kendilerine iyi kazanç sağlayacaktı. O sırada güneşle aralarına kocaman bir gölge girdiğini fark etmediler. Hava kapanmaya başlamıştı. Güvertedeki adam teslim olmalarını kendilerine yiyecek ve içecek verebileceklerini söylüyordu. Söyledikleri havada kalıyordu, çünkü hemen arkasında sırıtan tipler korsan olduklarını her hallerinden belli ediyorlardı. Kocaman yelkenlinin yanında küçücük kalan sandaldaki dört kişi mezbahaya gidecek kurbanlar gibi çaresizlik içerisinde bekliyorlardı. Birden bir ıslık sesi duyuldu. Yelkenli tekneden atılan bir ok sandalın sancak tarafına gövdeye saplanmıştı. Hemen ardından gelen ikinci ok genç askerin ayaklarının dibine saplanmıştı. Kurbanlar usul usul kesimhaneye girmezlerse başlarına neler gelebileceğinin işaretiydi bu oklar. İşte o zaman beklenmedik bir olay gerçekleşti.
Gökyüzünden düşen bir kaya ön güvertenin hemen arkasına düştü. Korsan teknesinin gövdesini deldi geçti. Kırılan kerestelerin çatırtıları şaşkınlık içerisindeki adamların kulaklarında yankılandı. Açınla delikten tekneye sular dolmaya başladığında tayfalar başlarına geleni anlamışlardı. Bir kaçı aşağıya inip açılan deliği fıçı ve başka nesnelerle kapamaya çalışırken ikinci bir kaya daha az ötelerine düştü. Güvertedeki sular daha hızlı yükselmeye başlamıştı. Kürekçiler küreklerini bırakmış kendilerini bir an önce suya atmaya çalışıyorlardı. Üçüncü kaya kıç güvertesine düşmüş dümencinin kolunu sıyırmıştı. Sandaldakiler ise başlarını kaldırdıklarında kocaman bir bulutun üzerlerine doğru alçaldığını görebiliyorlardı. Dikkatli baktıklarında, kirli beyaz renkte ince uzun bir silindir şeklinde bir gölgenin üzerlerine doğru alçaldığını gördüler. İki ucu sivrilen yuvarlak kesitli bir balık gibiydi. Balık ama balina kadar kocaman bir balık havada uçuyordu. Altındaki boşluktan bir ipin ve ipin ucundaki bir sepetin kendilerine yaklaştığını gördüler.
Neler olduğunu tam olarak anlayamasalar da yukarının daha güvenli olduğunu düşündüklerinden genç kızı ve delikanlıyı sarkıtılan sepete bindirdiler. Bir metre ötelerine inen bir başka urgana da iki adam tutunduklarında hemen yanlarından bir ok geçti. Korsanların reisi avlarını kaçıran vahşi bir hayvan gibi bağırıyordu. İpi tırmanmaya başladıklarındaysa korsan gemisi iyice sulara gömülmüştü. Yukarıya vardıklarındaysa aşağıda denizin üzerinde sadece köpükler ve köpükler arasında dağılmış enkaza tutunmaya çalışan korsanlar vardı.
Önce sepettekiler ayakbastılar kurtarıcılarının yanına. Bir iki dakika sonrasındaysa diğer iki adam nefes nefese varmışlardı yukarıya tanrısal varlıkların yanına. İşte o zaman kendilerine yardım edenlerin melekler veya gökyüzünün derinlerinde yaşayan Tanrının askerleri olmadığını anladılar. Onlarda iki eli iki ayağı olan insanoğluydu; kanatları olan melek değillerdi. Kendilerini karşılayan şişman orta boylu yaşlı bir adamdı.
Ben, Tizmengen savaş atölyesi mühendisi diye söze başladı. Bir saniye sonra sözlerini düzeltti “Eski saray mühendisi.” Ağır hareketli sessiz sakin biriydi. Sözlerini “Bu da benim oyuncağım Zep-Lyn” Oldukça yaşlıydı. Çevresinde dört kişi daha vardı. “Zep-Lyn’e hoş geldiniz.” Sağında ve solunda duran küçük kızlara dönerek, Bu, büyük torunum Zep; Bu da küçük torunum Lyn” Beş altı yaşlarında sapsarı saçlı iki kız çocuğu utangaç bir şekilde gülümsedi. Adam başını yukarı kaldırarak eliyle tüm üzerlerini kaplayan kocaman balonu gösterdi. “Bu da hava gemimiz Zep-Lyn.” Genç subay İmparatorluğun gizemli atölyelerinde bazı araştırmaların yapıldığını duymuştu ama somut örneğini ilk kez görüyordu.
“Bunu bir gezinti aracı, bir oyuncak olarak düşün” dedi adam. O zamanlar kendim için bir uçan araç düşünmüştüm. Dışını, bambu çerçeveler üzerine Katuna ağacının hamurundan elde ettiğim katman ile kapladım. En dışını da çift tabaklanmış manda derisi ile sardım.” Eseriyle gurur duyan her usta gibi çenesi açılmıştı bir defa. “İçini de Tanka dağından çıkan gazla doldurdum.” O gazın uçabildiğini de böylece keşfetmiş olduk.”
Yaşadığı kocaman adayı düşündü. Oradan çok uzaklarda doğmuş ama orada büyümüş, orada okumuş, krallığın en önemli okullarında en iyi ustalardan ders almıştı. Zaman zaman çıkmış olduğu gezintilerde adanın kendine özgü bitki yapısını inceleme fırsatı bulmuştu. Sayısız bitki türü vardı sadece buralarda yetişen, bir o kadar da dışarıdan diğer anakaralardan getirilip yetiştirilen bitkiler vardı. Bunların arasında akılda kalıcı olan ve bahar aylarında açan iki çiçek vardı, dağların yamaçlarında özellikle de güneş gören ve fazla rüzgâr almayan yörelerde daha da güzel açıyorlardı. Biri boynu hafif bükük gibi duran duruşuyla ağır başlılığı temsil eden Zep çiçeğiydi. Bir karış yüksekliğe ancak ulaşabiliyordu ve kendine has bir kokusu vardı. İnce narin yaprakları arasında baharın yaza döndüğü günlerde yeşil üzerine kırmızı benekli hoş çiçek açardı. Diğeri ise kıraç topraklarda da yaşayabilen sıcağa dayanıklı kalın yapraklara sahip bir çiçekti. Hava aracına torunlarının da sahip olduğu ve ahali tarafından sık kullanılan bu iki çiçeğin adını vermişti saray mühendisi Tizmengen.
İyi bir yemek yemişlerdi bir oda büyüklüğündeki sepette ve bol bolda su içmişlerdi. “Henüz deneme aşamasındayken bu dert geldi başımıza. Yoksa bu aracı üstlerime gösterip çok daha büyüklerini de üretebileceğimizi söyleyecektim.” Evet, genç asker söylentileri anımsadı, çılgın bir ustanın acayip makineler yapmaya çalıştığı dedikoduları almış yürümüştü çokta eski olmayan bir zamanda. Gemi arkada var olan bir balığın kuyruğunu andıran dümenle yönlendirilebiliyordu. Ve Sepetin iki yanında var olan bir sıra küçük yelkenlerle de yol almaya çalışıyordu. Acil durumlar için kol gücüyle çalışan küreği andıran mekanizma da vardı. Kuzeye yöneldiler, havada hafif bir esinti olduğu için bir yayadan biraz hızlı yol alıyorlardı.
Bazen şiddetlenen bazen azalan rüzgârın yardımıyla iki gün yol aldılar mavi denizin üzerinde. Uzakta kara göründüğünde oranın melekler karası olduğunu anlamışlardı. Aradıkları, kıyıdan bir günlük mesafede, sarp kayaların eteğine kurulmuş eski bir manastırdı. Verimli bir ovanın yalçın dağlarla birleştiği bir yerde kurulmuş, yaşlı keşişlerin dinlenmek ve huzur içinde dua etmek için toplandıkları bir yerdi Rabatta Manastırı.
Öğleden sonra kara görünmüştü. Gece karanlığında da Rabatta Manastırının hemen aşağısındaki kasabanın ışıkları seçilmeye başlamıştı. Biraz daha yüksekte de yolculara kılavuzluk etsin diye her daim yanan alevleri görmeleri çok zaman almadı. İşte o zaman hemen yanlarında adeta sürünerek geçen kara gölgeyi fark ettiler. Gece karanlıktı ve ayda mevsim gereği erkenden batmıştı. Hoş o uğursuz olay üzerinden günler geçmesine rağmen havadaki kasavet hala sürüyordu. Yarı uyur bir şekilde sepetin kenarına dayanan delikanlının içinde bir his uyandı. Kendini oldukça tedirgin hissetmeye başlamıştı. Yerinden doğruldu ve kara gölge bir kez daha yanlarından geçti. Havada çırpan bir kanat sesi duydular. Kanatlanmış korku çevrelerinde dolanıyordu. Tüm doğa susmuştu sanki. Ve korkulan oldu, iri bir şey tüm şiddetiyle Zep-Lyn’e çarptı. Sarsıntının şiddetiyle sepette bir yerlerde uyumakta olan tüm yolcular uyandı. Çığlıklar gecede yankılandı. Birkaç saniye sonrasında bir darbe daha aldılar ve bu darbe iskeleti kaplayan kalın deriyi yırtmıştı. Dev bir balığı andıran Zep-Lyn, ağır ağır irtifa kaybetmeye başladı.
Son aldıkları yolcuların etkisiyle koca hava gemisi çok yüksekten uçmuyordu, bu durum işlerine yaramıştı. Sert bir iniş oldu ama düşmüş sayılmazlardı. İşte o zaman havada dönüp duran şeyin bir garip yaratık olduğunu gördüler. Uzun bir gövdesi muazzam bir yılanı andırıyordu, iki büyük kanat havada uçmasını sağlıyordu. Keskin bir kuyruk sallanıyor çarptığı yerleri dağıtıyordu. Genç asker yuvarlandığı yerden doğruldu, çevresine bakındı silaha benzeyen bir şeyler arıyordu. Havası boşalan zep-Lyn pörsümüş bir halde yerde yatıyordu. Yan yatan sepetten çıkmaya çalışan diğer yolcular neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Asker çevresine bakınırken ayaklarının dibine düşen kaba bir kılıç gördü, sepetten düşmüş olmalıydı.
Eline aldığı kılıçla bağırmaya başladı “Hey yılan dölü bu yana bak” Havada döneleyen yaratık duyduğu sese çevirdi başını. “Senin sahibin kim bilmiyorum ama seni yaratırken ölçüyü kaçırmış olmalı” dedi. Sessiz kanat çırpışlarıyla yarım daire çizip geri döndü kanatlı mahlûk. Anlamasa da sesin bir meydan okuma olduğunu sezmişti. Karşılık vermeden duramazdı. O zaman delikanlı koşmaya düşen hava gemisinin uzağına kaçmaya başladı. Zemin berbat durumdaydı ayaklarının altında yuvarlanan taşlar koşmasına engel oluyordu. Bir ara başını çevirdiğinde yaratığın iğrenç nefesini duydu. Kendini hemen yere attı ve koca yılanın gövdesinin sırtına değdiğini hissetti. Yerden yükselen doğaüstü varlık birkaç yüz adım yol aldıktan sonra geniş bir daire çizip geri döndü. Adam sağına döndü daha kolay olsa gerek yokuş aşağı koşmaya başladı. Başının üzerinden geçen uzun pullu varlık kendisiyle oyun oynamaya başlamıştı. Ters yönde koşmaya başladığında karşısında bir kere daha gördü Kara tüylü varlığı işte o zaman sonunun geldiğini anlamıştı.
Genç adam nefes nefese durdu, hemen önünde gördü iri pençeleri. Midesini bulandıracak kadar kötü bir koku dolu soluk ciğerlerini kavurdu. Kafasını kaldırdı ve canavarla göz göze geldiler. Bir an etkilendiğini düşününce bakışlarını kaçırdı.
“O sen misin?” dedi genizden gelen ve kulak tırmalayacak kadar tiz ses. Genç adam ne olduğunu o an anlamasa da yıllar yüzyıllar sürecek bir mücadelenin başladığını hissediyordu. “Efendim Thin Bho’nun ölmesini istediği kişi sen misin?” Ne cevap vereceğini bilememişti. Yıllardır namını duyduğu ve Adanın baş düşmanı olan kişinin adını bu kadar aleni duyuyordu. Pullu ve uzun boyun eğildi, iki baş karşı karşıyaydı. “ulu Efendim benden Cevap bekliyo…” demek üzereyken konuşması korkunç bir çığlığa dönüşmüştü. Genç adam, çevik bir hareketle kendini geri atmasaydı kendisinden birkaç defa büyük baş çarpacaktı. O an Siyah başın sol yanındaki kırmızı göze saplanmış oku gördü. Okun geldiği yöne baktığındaysa sandalda ve Zep-Lyn’de yanlarında olan genç kızı gördü. Elindeki güçlü yayda takılı bir ok daha vardı.
İkinci ok hayvanın sert pullarından geri döndü, üçüncüsü isabet bile edememişti sürekli debelenen hayvana. Acı içerisinde kıvranan yaratık neredeyse kafasını taşlara vuracaktı. Delikanlı öfkeli ayakların altında kalmamak için geri çekildi. Birkaç adım atınca omzuna bir el dokundu. Yaşlı mühendis, elinde çeliği ışıl ışıl bir kılıçla duruyordu. Kılıcı kaptığı gibi ileri fırladı. Yaratığın sol yanından görmeyen gözün olduğu yönden yaklaşmaya başladı. Ejderhanın vahşi bağırışları ovada yankılanırken sessiz adımlarla yaklaştı, yaklaştı. İki elinle tuttuğu ağır kılıcı kaldırdı, çene ile boğazın birleştiği yere saplandı. Diğerlerinden daha yüksek bir feryat duyuldu. Kılıcı geri çekti ve vakit geçirmeden bir kere daha sapladı bu defa kılıç kabzasına kadar gömülmüştü. Sıcak, koyu renkli kan elini yaktı ve çevreye saçılmaya başladı. Bir daha ve bir daha girdi çıktı kılıç boğaza. Birkaç saniye sonra kapkara gövde tüm haşmetiyle yere adamın üzerine yuvarlandı. Genç savaşçı diğerlerinin yardımıyla koca leşin altından çıkabilmişti.
Rahip, yattığı yerden doğruldu. Şimdi kendisine rüya gibi gelen bu olayın üzerinden yıllar, çok uzun yıllar geçmişti. Nasılda şaşırmıştı o zamanlar gördüğü ve savaştığı bu yaratığı ilk gördüğünde. Bu yaratıklar hakkında çok şey anlatılıyordu. Yabancılar, uzak diyarlardan gelen soylu konuklar, yerleştikleri adada kendi uygarlıklarını kurarken; yanlarında sinsice gelen Kara Gölge Thin Bho’da insanların ayak basmadığı yerlere yerleşmişti. Gücünü arttırmak için türlü hayvanlar arasında melezlemeler yapmış en sonunda uçan yılanları elde etmeyi başarmıştı. Sonra da bir sürü değişik türünü geliştirmişti. Penceresindeki hafif aydınlık gecenin sabaha dönmeye başladığını belli ediyordu. Kapıyı araladı temiz hava üzerindeki son uyku kırıntılarını da dağıtmış, kendine gelmesini sağlamıştı. Her birini kendi diktiği ve yetiştirdi ağaçların arasında dolanmaya başladı. Düşünceleri ara sıra gördüğü benzer rüyalardan sıyrılmaya başlamıştı. Doğuda gecenin karanlığı hoş bir meneviş rengine dönmeye başlamıştı. Kendini dük ilan eden Gambaagar bu şekilsiz kayanın değerini biliyordu ve peşini bırakmayacaktı. Büyük Reis Rasa’yı gönderecekti. İşte o zaman eski düşman ile karşılaşacaklardı…