Öykü

Bir Nektar Musikisi

“Merhaba Doktor. Evraklar?..”

Dingildek masanın korumasının ardında, gözlerime odaklanamayan kaypak bakışlarla savrulan o meymenetsiz soru… Ruhumda yükselen nefreti hissedebiliyorum.

“Ah, merhaba! İşte, buyrun. Dışarısı biraz yağmurlu olunca, ıslanmasın diye…”

“Evet, evet… Biraz acele et yeter.”

Bir anlık nefretimin, bir anlık cinnete dönüşümünü seyrettim yüreğimde. Dışarıya “Pardon. İyi çalışmalar.” diye çıkışını, acınası şekilde güçsüzce uzanan elimin bir dolu bürokratik zırvayı masaya bırakışını seyrettim. Utanan, kırılan, öfkelenen… Aşağılanan bacaklarımın beni tesise doğru tutuk tutuk taşıyışını seyrettim.
Tüm bu yol boyunca, yarı boş ama aynı zamanda, tanrıların gözlemlemesi yüzünden fazlasıyla dolu olan dev avludan geçerken sırtımda dolanan bakışların yakıcılığını hissettim. Derimde küçük çizikler bırakarak kendi adlarını yazmaya ve bana sahip olduklarını herkese duyurmaya çalışan ifadelerine karşı vakarımla, dik durarak direndim. Eh, en azından denedim. Gururum bu hafif baskı karşısında paramparça olurken, neyse ki, ellerim kapı tokmağına ulaşmış ve beni insanların (ve, oralarda bir yerlerde olduklarını hissettiğim tanrıların) sası yargılarından kurtarmıştı.

Kurtarmıştı ama parmaklarımın kavradığı tokmak boyunca uzanan, oradan kapıya ve onu çevreleyen binaya akan bilincimin geribildirimi, rahatlamama pek mahal bırakmadı. Bunun birincil sebebi; tokmağın, giriş olanağını temsil ettiği binanın bir tür tarih imha tesisi olmasıydı. Geçmişi inceleyip onun günümüze uzandığı noktaları tespit eden bir arkeolog olarak “cahil cağları yok etme”görevinden hoşnut olmam pek beklenemezdi açıkçası.

Koca, cansız, ahşap yığını binanın içime huzursuzluk salabilmesinin ikincil sebebi ise canlı insanlarla uğraşacak olduğumun farkındalığıydı. Bir sürü, oradan oraya koşturup kendisi dışındaki her şeyi yok sayan, bu yüzden her yere toslayan, pis kokulu et yığını… Bu sınırlı bedenlerin sınırsız hakareti taşıyabilecek kadar nitelikli olması ne kadar da yaratıcı…
Vücudumu saran sinirlerimdeki dev gerginlikle birlikte, içeriye ilk adımımı ve temkinli bakışımı bıraktım. Bakışlarım bomboş bir koridora düştü ki bu rahatlatıcıydı, ayaklarım kocaman bir foşurtuyu ezdi ki bu bir hayli tiksindiriciydi. Beni dışarıdaki yağmurdan korumak yerine daha da ıslak kalmamı sağlayan paltom ve botlarım… İşlerini iyi yapmışlar gibi, binanın kuru atmosferine girene kadar fark ettirmemelerinden belli(!)

Ödeneklerde gidilen kısıtlamayla birlikte depolara kaldırılan gaz yağının yerine çöreklenen mum teknolojisi, tesiste çalışanların da ortadan kalkıp odalarında vakit geçirmelerine sebebiyet verdi. Bu demek oluyor ki hiç bir iş arkadaşıma selam vermeden odama kadar gidebilecek vee…

“Selam Yusgi. Hayrola, geç kalmışsın bugün?”

AGGHH!!! Kırk bin tanrının hediyesi gibi nereden çıktı bu şimdi! Meymenetsiz!.. Odamın güvenliğine bir adım kalmıştı sadece.

“Merhaba. Şey… Sadece, yağmura yakalandım da… Yollar da çamur olunca…”

“Hadi, hadi; bırak şimdi numarayı. Yağışlı havayı görünce götünü kaldıramamışsındır şimdi sen yataktan, di’ mi. Ehe ehe!”

Gülüşüne Gorgon saçı tıktığım! Her şeye sırıtmak için harcadığı yargı yetisini işine yönlendirse, evde gerçekten ne yaptığımı anlardı! “Evet, evet. Haklısın, aynen öyle oldu. Şimdi izninle, zaten geç kaldım…”

“Ne o, oda komşuna kaliteli bir selamlaşmayı çok mu görüyorsun? Haydi, uzat elini. Medeni insanlar gibi tokalaşalım.”

Biliyor; ondan tiksineceğimi, iğrenç, yağlı eline dokunmak istediğimi biliyor ve bana işkence ediyor!

“Şeyy…” Tokalaşmak dışında bir seçenek yok. Bu lanet insanın benim bilge elimi bütünüyle sarmalamasını engelleyecek hiç bir şey yok! Ruhuma yeni bir travma işlemesi için uzanıyorum elimi çaresizce.

* * *

Ve, nihayet çalışma odama girip kapıyı kapatabildim. Benim girişimle birlikte, ardımda kapanmakta olan kapının aralığından kaçan havayı, derin ve bulantılı nefeslerimle hemencicik tazeleyiverdim.

O neydi öyle?! Dehşetin yankısını hala hissedebiliyorum küçücük yüreğimde. Tiksinç varlığıyla tenime uzanması, benimi zapt etmeye çalışması… Agghh! Düşünmek istemiyorum! Elimdeki ziftli hissi ıslak paltoma silip, kitaplarla kamufle olmuş masama katılıyorum.

Kenarları, çeşitli ürkünç desenleri kapaklarında taşıyan kitaplarla kaplı; ortasında birkaç rastgele açılmış el yazmasıyla sıradan bir masa. Sıradan bir arkeoloji laboratuvarının en ucunda duruyor ve tamamen sıradan olan gaz yağlı abajur arkadaşıyla aydınlanıveriyor. Öğlen saatleri olmasına rağmen, otoritenin tesis ettiği standart ve minicik pencereden tehditkarca süzülen loş ışığın kasvetli etkisi diniyor. Parmaklarım paltomun altındaki gizli cebe kaydığındaysa, tüm bu sıradanlıklar, maskelerini indiriveriyor.

Cebimden çıkarttığım kağıttaki anlamsız çizgiler, odaya yayılmış gizli araştırmamla birleşince, yıllardır peşinde koştuğum mesajı açık ediyor. Bugün nihayet erişebildiğim, yakalanmama az kalması yüzünden, yine bugün her şeyi nihayetine eriştirmenin eşiğine getirdiğim kodeks… Antik şifreleri çözüp o bakir kalmış anıtmezara girmemi sağlayacak.

* * *

Birkaç saatlik heyecan körükleyen çalışmayla, devletten saklanabilmiş son kadim yapıya çıkan gizli geçidin yerini bulabildim sonunda. İçimde dalgalanıp uzayan, tüm varlığıma yayılmaya çalışan neşeyi bastırmak zorundayım ama. Bu kadar tehlikeli ve önemli bir araştırmanın peşindeyken sarhoş gibi sağa sola uzanmamaya, yanlış yollara sapmamaya dikkat etmeliyim; çünkü, profesyonellik bunu gerektirir, bense bu tesisteki en profesyonel şeyim.

Yine de, hayatımı çürüttüğüm odadan ayrılmadan önce, son kere şöyle bir bakınmaktan alıkoyamıyorum kendimi:

Devletin, tarih imha tesisindeki tüm çalışanlara verdiği kitaplığımı görüyorum. İçerisinde saklanan, geçmişe ait her fısıltıyı dinlemem için görevlendirildiğim ölüler sergisi… Antiklerin “sapkın” hayatlarını bulup imha edilmek üzere yetkililere bildirmem istenmişti. İşte bu, arkeoloji

Eskilerin son nefesleriyle salınan bilgileri bulup devlete ispiyonlamam kesinlikle beklenmemeli. Kim geçmişteki bu güzellikleri gördükten sonra, onları şimdiye, gönlüne çektikten sonra paramparça edebilir ki?.. Kendi yüreğini, onu oluşturmak için varlığına katılan ilkeli çiğneyene insan denir mi?

Devletin verdiği masayı da son kez görüşüme katıyorum. Onun beni kattığı çalışma hayatındaki köleliğimi görüş alanımın hemen sınırında hissedebiliyorum. Ardında da, bu tarz bir hayatı yaratan toplumun sıralandığını tüm nefretimle seçebiliyorum. Kendi başına bir şey yapmaktan aciz angut sürüsü!
Çok oyalandım. Galiba, biraz da olsa heyecanıma kapılıp hemen işe koyulmalıyım. Kapının yanında beni bekleyen ekipmanlarımı da yanıma alıp odamdan ve tesisten ivedilikle ayrılıyorum.

* * *

Yağmur… Kırk Bin Diyar Tanrıları’nın bana sunabileceği yegane hediyesi, gökyüzünden yüzüme boşalıyor. Kesinlikle güzel düşlerim kadar yumuşak değil; planlarımı desteklediğini katiyen açık etmiyor hiç birisi. İçlerinde ince bir ferahlık gizli sadece. Hafifçe titreyen bedenimde süzülürken, varlığıma saygı duyduklarını belirtircesine yüreğimi okşayan cinsten… Gökten gelen onca yol boyunca doğrultularını değiştirmeyen bu ufaklıklar, bana gelince vücut hatlarım boyunca akıyorlar; yaşadığımı, canlılığımı hissettiriyorlar. Ömrümde ilk kez olsa da… Gök Kubbe’de yaşayan tanrılara teşekkür etmeli bu noktada.

Gecenin derinlerindeki gizli geçide yaklaşırken ellerim bir kez daha cebimdeki alet çantama gidiyor. Ahh… Ne tatlı! Ne tatlı keskinin çağları yırtacak sivriliğini hissetmek; zamanı çoktan geçmiş bu vakti ortada bırakıp yenisini gebe bırakacağımı bilmek…

Parmaklarım heves ve beklentiyle mi yoksa soğuktan mı bu kadar çok titremeye başladı bilmiyorum, fakat ayaklarımdaki telaşın korkudan geldiğini biliyorum. Yakalandıktan sonra başıma geleceklere dair o çok gerçekçi korku… Bütün gücünü binyıllar öncesine duyduğu nefretten alan toplumun, yaşayan bir antikayı gördüğünde gireceği histeriye duyulan korku bu.

Her ne olursa olsun, ben ruhumun ait olduğu dehlizlere doğru ilerliyorum: Orta Çağ, sana adını vermeye geliyorum!

* * *

Çınn, Çınn, Çınn, ÇTRANK!

İşte! Açıldı! Gizli dehliz boyunca yankılanan bu son sesle Antik Çağ tanrılarından birisinin mezar kapısı zirifi karanlığın içine yıkıldı; ve nihayet, onunla birlikte, uzak binyılların değil şimdinin yıkımı da başladı. Örümcek ağlarının ve bilumum iğrençliğin arasından ‘geleceğin bilinmezliği’ni bu ana çeken adımı attığımdaysa, neredeyse tüm hayatımı kaplayan ‘içeriye giriş süreci’m tamamlandı.
Bin yıldır zamanın donduğu bu anıtmezara, meşale ışığının meraklı bakışlarla dolanması ve gölgelerin oyuncu çocuklar gibi kaçışmasıyla hayat geliyor adeta. En korkunç gecede yakılan şenlik ateşi gibi; ölümün yüzeyinde gezinen sıcak yaşam zerreleri… Hafif bombeli sütunlarla desteklenmiş geniş bir kabir odasının yan duvarlarını anca görebiliyorum bu aşıklandırma altında. O kadar geniş ki insan algısının sınırlarının ötesindeki bir şeylerin huzuruna çıktığımı, ona bütünselliğinde değil, ancak kısım kısım bakacağımı hatırlatıyor bana. Haddimi bilmezsem, her şeyiyle görmek istersem de koca bir sessizliğin eşliğinde tüm karanlığını üzerime yıkacağını fısıldıyor sinsi rüzgarlarla.

Cılız ışığım gizli kalması gereken uzakları aydınlatmaktan acizken birkaç sütun ötedeki sessizliğe haber ulaştırmaktan çekiniyorum. Oradaki hiçliğin varlığımın haberini almasından korkuyor, karanlığın sessizliğiyle yarışmaya çalışan adımlarla yan duvara ilerliyorum. Botlarım herhangi bir çıtırtı dahi çıkarmasa da yaklaştığım duvardaki hiyeroglifler seçilmeye başladıkça kalp atışlarım ruhumu topa tutuyor. Buradan kaçmam, sonsuza kadar koşmam için çığlıklar atıp göğsümü tırmalıyor.

Ama, duvardaki ilk kelimeyi okuduğum anda bunun için çok geç olduğunu dehşetle kavrıyorum:

Ölüm, bizim soluğumuzdur. Dünyaları dolaşan ölüm, ruhumuza yaşam bulur.

Coşku ve hayretten dilim çözülüverdi; hayatı boyunca kutsal hiç bir şeyle karşılaşmamış zihnim, bu ulviliğin huzurunda çökünce, gördüklerini aktarmaya girişmişti.

“Burada Alkeste’nin kurban ve reenkarnasyon döngüsü yazıyor.” Hayretimden kaçan sesimin yankısı söyledi bana:

Yazıyor.” Zifirin habis ağzıyla çarpıtılmış o tırtıklı tonda.

“Hayır, bu bir ‘yazı’ değil. O’nun, bedeni işgal ederek aramıza geleceğinin vaadi. Bir ‘entelekheia’. Büyüsünü bir tohum gibi manasında saklayan yaşam çeşidi. Benim kadar canlı.”

Canlı” diye onayladı ürkünç yankı.

“Tanrıça Alkeste, kadimlerle bir anlaşma yapmıştı. Her yüz yılda bir, bir kızın vücudunu ele geçirecekti. O bedende, Marduk Kuralları gereği, hükmünü tek geceliğine sürdürebilecekti elbette. Zaman dolduğunda kızı yakalamaları ve karnını yararak tanrıçayı serbest bırakmaları gerekiyordu. Tüm bu korkunç sürecin manasını kurumuş desenlerinde taşıyan bu hiyeroglifler, aslında, ‘canlı’dan da fazlası… Bunların daha fazlası…”

Daha fazlası”

“İşte! Metnin kalanı az ötede, karanlığın sınırında saklı. Elbette yazıt bu kadar kısa olmamalıydı.”

Meşale alevimin şerarelerine eşlik eden diz titremelerimle, mezarın birkaç adım daha içerisine ilerliyorum. Tüm duvardaki, cansız nesneleri bile korkutarak canlandırırcasına habis motifler arasından aradığım pasajı buldum.

Olmamalı…

“Evet. Böylesi bir gücü reddeden bir toplum olmamalı.”

“Olmamalı!”

Son yankının vaadi o kadar güçlü ki… Parmaklarımın satır aralarında gezindiği hiyeroglif o kadar cezbedici ve ulu ki… Dilim bağlanıveriyor dudaklarımın kısır döngüyü okşadığı bu noktada.

İhtiyacım olan, tüm insanlığın ihtiyacı olan kurtarıcıda takılı kalıyor gözlerim. Motif hafifçe aşınarak okunmaz hale gelmişse de parmaklarımın altında hissedebiliyorum kadim ismini: Paraşüt. Gökyüzündeki tanrılardan, yer yüzündeki ölümlülere doğru süzülerek inen kahraman tanrıçanın resmi.

Onu çevreleyen girift hiyeroglifler bu kurtuluşa nasıl erişebileceğimizi betimliyor. Oluşturdukları labirentte, tek bir çıkış yolu sunuyor. Sözcüklerden oluşan bir keşmekeş… Doğru dizgeyi bulup sadece onu okumak gerekiyor. Tek bir yanlış sözcük, tek bir hatalı dönüş, iç sesinle söylense dahi… Mezarı dolduran karanlığı bir bulamaç formuna sokup tasavvur edilemez dehşetleri şekillendirmekle tehdit ediyor.

Ama ben hiç bir tuzağa dalmadan bu kanlı ayini nasıl gerçekleştireceğimi biliyorum. Neredeyse tüm ömrümde buna hazırlanıyordum: Işığı yavaşça sönümlenmek üzere bırakmalı ve gölgelerin duvarlarda usulca yaklaşarak beni pençesine almasına izin vermeliyim. Kendimi onun delici hiçliğine bırakmalı, bu boşluk sayesinde transa dalarak sözcükleri aramalıyım.
Diz çöktüğüm yerin yanı başına koyduğum meşaleden saatler sonra gelen bir “PÜFF!” ile birlikte ritüele başlıyorum.

* * *

Gerçek sona ulaşmakta ısrarlı okuyucular için; o sırada bambaşka bir yerde ve tepetaklak bir düzlemde:

– Ay, inanmıyorum! Şekerim, şuna bir baksana; büyüyü harbiden de yaptı.

+Dürbünümü getirin! Hani, n’rede gördün Alkeste?

-Şur’da yahu. Tarihi Pek Severler(!) Memleketi’nde. Benim eski mezarın oraya bak.

+Tamam, işte gördüm. Aaaa, öyle mi yaptı gerçekten?! E, bunlar bilmiyor mu ki…

0 Hayırdır hanımlar? Neye bakıyorsunuz öyle hararetli hararetli?

+Alkeste’nin tapınağındaki şu yanlış çevrilmiş büyü var ya, hatırladın mı?

0 Evet, tanrısal dilimizi tam sökmeden çevirisini yapmaya çalışmışlardı?..

+Hah, işte, onu okudu beyinsizin biri.

0 Ahahaha! Sen ciddi misin?! Ver bakayım.

-Hizmetçiler; Golemlerle haberi yayın, diğer tanrılar da gelsin, görsünler mevzuatı.

0 Hahahaha!

+Yeryüzü tepetaklak göründüğünden daha komik oluyor, di mi?

0 Aynen! Çok sevdim ben bunu yaa… Ahaha!
-Müziğin sesini kıssana hayatım, hiç bir şey duymuyorum. Evet, sen devam et lütfen Marduk?

X Diyorum ki; şu duruma bir el atalım, zavallı insan ne hale döndü pisi pisine.

0 Ya, bırak o işleri. Uğraştığımıza değmez. Kendi cahilliğinden güç alıp hakkı olmayan işlere kalkıştı. Bırak, kalsın öyle.

+ Kesinlikle tatlım. Yeryüzünün bize göre ters durduğunu, onlara göre tavanda yaşadığımızı anlaması lazımdı. O kadar laf ettik zamanında.

X Ama tüm geçmişi silmişler! Her yere dağıtıp ince ince sakladığımız bildirgeleri parça pinçik etmişler! Bu onun suçu değil ki!..

-Yine de, -şarabı uzatır mısın hayatım?- yine de, buradan bakınca hepsi tek bir tür. Birlikte şekillendiriyorlar yeryüzünü. Bence meselelerle tek tek uğraşmak onların sorumluluğu.

O Imm. Ben de biraz daha nektar alayım.

– Ne diyordum? Ha, evet. Sorumluluk. Birey olmaları gerekiyor. Ellerinden iyeliklerini öylece alamayız. Değil mi.

X “Göksel paraşüt”ün bizim Izdırap Kazanı olduğunu fark edemediği için sonsuza kadar işkence mi çekecek yani? Bunu mu istiyoruz biz?

+ Orası öyle de… Yahu, şuna baksana, çook tatlııı!..

X Hımpf!

0 Eeee… Neye karar veriyoruz?

X Kalsın madem. Ne diyeyim…

Selçuk Gökhan Kalkanoğlu

Büyüyünce yazar olacağına kendini inandırmış bir yavrucak. Öykü, çizgi roman, radyo tiyatrosu ve video oyunu alanlarında şansını deniyor. Yaratıcı sohbetten ve güzellikleri paylaşmaktan da çok hoşlanıyor. Yazılarına http://yordamsiz.blogspot.com/ isimli blogunda ulaşmak mümkün.

Bir Nektar Musikisi” için 9 Yorum Var

  1. Çokça kaynaktan beslenip ortaya çıkan bir metin olduğu belli. Diliniz ve sözcüklerinizi kullanışınızdan oldukça genç olduğunuz anlaşılıyor.
    Yaşınız ilerledikçe metinleriniz daha da sadeleşecek ve burada yazdıklarınızı, ortaya çıkacak muhteşem öykülerin arasına serpiştireceksiniz.
    Karakterin iç sesi, diyaloglar, göndermeler, tasvirler… hepsi ayrı öykülerde gerçek yerlerini bulacak ve tamamlanacaklar.
    O güne kadar yazı sizinle olsun. Siz de yazmayı bırakmayın.

    1. Merhaba.
      Öykümü okuduğun ve gönülden desteğini sunduğun için teşekkür ederim. Umarım keyif almışsındır okurken, sözlerinden bu konuda kesin bir bildirim alamadım maalesef. Yine de, iyi dileklerini ilettiğin için beğendiğini var sayacağım.

      Öyküyü siteye aktarırken bir tür sorun olmuş sanırım :/ “***” ile ayırdığım kısımlar dışında, “mini bölüm araları” olan çeşitli sahne geçişlerini de “çift boşluklu paragraf başları” ile ayırmıştım. Şu halinde okumak (özellikle sondaki diyaloglu kısım için) biraz zorlaşmış olabilir. Okurken yaşadığın sorunların -varlarsa- bir kısmının bundan kaynaklı olduğunu düşünüyorum.

      Tamamen benim hatam. Çoğu kitapta gördüğümüz “düz kalıp”la yazma konusunda bazı sıkıntılarım var. Bendeki dosyadan siteye aktarırken çeşitli sorunlara sebep oluyorlar. Önceki aylarda da başıma gelmişti. Neyse ki siteyle ilgilenen arkadaşlar yardımcı oluyorlar bu konuda.
      Hatta, belki de, sen bu mesajımı okurken bendeki haline getirilmiş olabilir bile.

      1. Hem burada hem forumda yayınlanan tüm öyküleri okumaya ve beğendiklerime bir kaç satır yazmaya çalışıyorum.
        Çokça okuma ve yazmayı bir arada sürdürmenin getirdiği bazı avantajları benden daha genç arkadaşlarım faydalansın diye yazıya dökmeye çalışıyorum.
        Yıllar içinde yazılan yazıların, nasıl ve ne koşullar altında kaleme döküleceği konusunda biraz fikir sahibi oldum. Yazan kişinin kağıda dökülen hayalgücünün nerelerden beslendiğini anlayabilecek kadar çok kaynak biriktirdim.
        Ben her gün kafamda milyonlarca öyküyle geziyorum. Kendimi yavaşlatabildiğim zaman da bir kaçını kağıda seriyorum.
        O yüzden yazdığınız metinler benim için bir zorluk barındırmıyor. Ben sizin ne yapmak istediğinizi anladığım için bir üstteki yorumu yazdım.
        En basitini yazmaya çalışın. Çünkü en zoru budur.
        Daha açık bir deyişle. Beğendim ama bundan on sene sonra yazdıklarınız muhteşem olacak.

  2. Beğenimi zorlayan cümlelerin var. Fakat bir adım geriden bakınca hepsi bir çerçeveye oturuyor. Tüm o bilindik, acemi hatalar gibi gözüken her nokta bir ahenge oturuyor.
    Devrik cümleyi keşfeden kişiye ne eleştiri yağdırmıştır etrafındakiler.

    Ne kurgularına ne de konularına diyecek lafım var, oldukça yaratıcı. Tek bir adımda dünyadan dünyaya geçiyorsun. Fakat üslup konusuna biraz değinmekte fayda var. Çevre ile bir bariyer oluşturmuşsun gibi, çaba gösteren gelsin gibi, az olsun benim olsun gibi.

    “Ah, merhaba! İşte, buyrun. Dışarısı biraz yağmurlu olunca, ıslanmasın diye…”
    Dosyayı sakladığını güzel tasvir etmişsin.

    Bir de düzeltme önermek isterim:
    ““Evet evet, biraz acele et yeter.”

    Kalemine sağlık.

    1. 🙂 Merhaba, ve okuduğun için teşekkürler. Okudukların hakkında bir şeyler yazdığın için daha da çok teşekkürler…

      Hemen hemen her zaman yaptığımdan biraz daha farklı şeyler denemek istemiştim bu seçkide. Kendimi pek zorlamadım fakat yazdıklarımı beğenmemezlik de yapmadım. Açıkçası, yazdığım en iyi öyküydü sanırım ve “bir şeylerin sınırında dolaşan ama tam ortaya oturmayan” hissini verebilmesi benim için bir mucizeydi. Bu yüzden, sözlerin çok değerli (olabilecek tüm diğer yorumlar gibi).

      Düzeltme okuması yapmaya pek zamanım kalmıyordu önceki seçkilerde. Bu seçkideyse, düzeltme okuması yaptığım için bir hataya sebep olmuşum. İmkanım varken itiraf edeyim:

      ““Burada Alkeste’nin kurban ve reenkarnasyon döngüsünden bahsediliyor.” Hayretimden kaçan sesimin yankısı söyledi bana:”

      Bu cümlede “bahsediyor” kısmını ilkin “yazıyor” olarak belirtmiştim fakat, sonradan değiştirme ihtiyacı hissetmişim nedense (hatırlamıyorum bile) ve böyle gubik bir cümle çıkmış ortaya (gubikliğinin sebebi, devamındaki paragrafta yankının “yazıyor” üzerine kurulmasıyla ilgili)

      Önerin konusunda… Ben de o şekilde yazmıştım ilkin. Sonradan, “Acaba ‘evet’demenin anlamsızlığını yeterince vurgulamadı mı o virgül?” diye düşünerek değiştirdim. Ama, bu konuda okuyucu yorumu daha etkilidir 🙂 Üzerinde tekrar düşünüp, duruma göre değiştireceğim. Teşekkür ederim.

      En kısa zamanda tüm “kafa karıştırıcı” işlerimi halledip diğer arkadaşların yazdıklarına da bakmak istiyorum. Umarım içeriği açısından beni memnun eden eleştirin gibi, seni memnun eden bir tanesini yazabilirim.
      Görüşmek dileğiyle!..

  3. Hikayenizi ancak yorumlama fırsatı bulabildim. Kurgudan çok anlatımınız ön plana çıkmış, benim açımdan güzel bir şey. İfade yeteneğinizi güçlü buldum ve karakterin iç dünyasını güzel işlemişsiniz. Ancak bazı cümleler gereğinden uzundu, bu da biraz okurken duraksamama neden oldu. Akıcılığın bozulmaması için uzun cümlelerin arka arkaya sıralanmaması gerektiğini düşünüyorum.

    Ben ilk kısmı daha çok beğendim. -“Şeyy…” Tokalaşmak dışında bir seçenek yok. Bu lanet insanın benim bilge elimi bütünüyle sarmalamasını engelleyecek hiç bir şey yok! Ruhuma yeni bir travma işlemesi için uzanıyorum elimi çaresizce.- Bu kısım özellikle hoşuma gitti. Karakterin kişiliği hakkında oldukça detay veriyor.

    -Bir anlık nefretimin, bir anlık cinnete dönüşümünü seyrettim yüreğimde.- Burada tekrar eden ‘bir anlık’ kelimeleri biraz göze batıyor.

    Son kısımdaki diyaloglar güzel ve samimi gelse de o kısım sırf diyalogdan oluştuğu için ilgim biraz azaldı. Aralara belki değişik cümleler serpiştirilebilirdi. Genel olarak hayal gücünüzü de beğendim. Ellerinize sağlık. 🙂

    1. Merhaba 🙂
      Öyküyü okuduktan bir süre sonra yorumda bulundun sanırım? İlgin için teşekkür ederim. Ama, öyle bir durum olmadıysa bile, yorum yazdığın için de teşekkür ederim 🙂 Okuyan herhangi birisinden, ne söylüyor olursa olsun yorum olmak çok iyi oluyor benim açımdan ki senin sözlerin bir hayli yapıcıydı.

      Bu öyküde, önceki öykülerime göre yeni şeyler denemek istedim ve bu yüzden biraz “farklı farklı” bölümlerden oluştu aslında. Bölümlerin sende neler uyandırdığını belirtmen çok iyi oldu bu yüzden.

      “bir anlık” ile ilgili verdiğin kısmı özellikle o şekilde yazdım. Aslında, sesli okuma imkanım olsaydı özel bir vurguyla söyleyecektim ikinci “bir anlık”ı. Okurken etkiyi güçlendireceğini ummuştum. sanırım, olmamış. Bir de italik stilinde yazmayı deneyeyim tekrar edilen kısmı.

      Diyaloglar konusunda pek yetkin değilim ve bunu geliştirmek için bir şeyler peşindeyim. O kısmın bıraktığı etkinin daha iyi olmasını dilerdim fakat, şimdi baktığımda eksikliklerimi ben de görebiliyorum. Eh, üzerinde çalışmadan düzeltilemez sonuçta 🙂 En emin olmadığım kısımı olduğu için “sonun da onunu görmek isteyen okuyucular devam etsin” notunu düşme gereği duymuştum ki umarım anlatıma daha hoş bir hava katmıştır orası.

      Özür dilerim, ismini daha önce görmediğimi düşünüyorum (görüp de unuttuysam çok utanırım) seçkide daha önce öykü yazdıysan eğer, senin öykünü de okuyup hakkında bir şeyler söylemek isterim (diğer arkadaşlarınkini de imkan buldukça okuyorum elbette ama zaman ve ruh hali büyük engel olunca… Hafif seçici davranmam gerekebiliyor)
      Eğer yazmadıysan da, yazmanı… 🙂

      1. Merhaba, ilk okuduğumda biraz aceleye geldi o yüzden bekledim tekrar okuduktan sonra yorum yaptım. 🙂

        Evet, o kısım samimi ve güzel bir hava katmış. Çabaladıkça her şey iyi olur elbette. Diyalogların biraz da hikayenin içeriğine göre şekillendiğini düşünüyorum. Bazen ne kadar uğraşsam da pek istediğim gibi olmaz çünkü.

        Seçkiye ilk kez bu temada katıldığımdan ve forumda da yeni yeni aktif olmaya başladığımdan görmemiş olabilirsiniz. 🙂 Bundan sonra fırsat buldukça seçkiye katılmayı düşünüyorum.

  4. merhaba;
    Seçkide yeniyim ve her gün birkaç öykü okumaya çalışıyorum eskilerden yenilerden. Sizin öykülerinizle de tanıştım; birkaçını okudum. Diğerlerini de okuyacağım. Genel bir yorum yapmak istiyorum.
    Öncelikle çok zor okudum öykülerinizi. Ben mi yetersizim altyapı manasında siz mi çok girift yazıyorsunuz çözemedim. Üstteki yorumlarda da değinilmiş, gerçi siz de farkındaymışsınız ama ben de fikrimi belirtmek isterim: Bir hikayenizden -konu yahut kurgu olarak demiyorum- birkaç öykü çıkabilir; bir öyküye birkaç öykülük ifade çeşitlliği yerleştirmişsiniz. Sanırım Halit Ziya idi sonradan kendi eserlerini sadeleştirme yoluna giden. Lütfen siz de biraz daha sade yazmaya çalışın. Elbette yazara müdahalemiz okur olarak sınırlı lakin yazdıklarınızdan beyninizin fazlasıyla akacak yer arayan sözcükle, ifadeyle dolu olduğunu ama önüne doğru set çekilmediği için hepsi üst üste yığılmış bir ifade silsilesi oluşturduğunuzu görüyorum.
    Mesela bir paragraf okuyorum öyle yoğun ki ikinci paragrafa geçip geçmeme hususunda düşünüyorum ama öykü dediğimiz tür kısa olmasından mütevellit akıcı olmalı yağ gibi akmalı ki sıkmasın, etkili olsun, haksız mıyım? Fazla uzun cümleler var art arda. Okura soluklanacak yer yok.
    Kesinlikle dikkat çeken bir tarzınız var, bunu inkar edemem ama daha rahat bir okuma gerçekleştirmeyi istemem de gücünüze gitmesin zira yeteneklisiniz bu sorunu da halledebilirsiniz fikrimce.
    Bir de “dikişlerinden patlayan dünya” ; sevdim bunu.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *