ilham alınan yaratık
HINKIR MUNKUR
Fransız balkonun içeriye doğru sonuna kadar açılmış kanatlarının dibine koydukları sandalyelere oturmuş, sigaralarını tüttürüp önlerindeki minik sehpadaki Tuborg’larını yudumlayan iki adam, hal hatır mevzularını geçmiş, bu boktan şehrin kalabalığını, trafiğini, stresini, sağlıksızlığını konuşa konuşa tüketmiş, kısa bir sessizlik molasına girmişlerdi. İkisi de sigaralarından çektikleri fırtlardan sonra kısık gözlerle ufka, Kartal açıklarının hafif dalgalı sularına bakıyorlardı. Güneş az önce batmış, dünyanın tüm renkleri koyulaşmıştı.
“Şimdi ne yapacaksın?” dedi Mesut. “İşi gücü toparladın, evini aldın. Manzaran da var az çok. Halin vaktin yerinde. Ne var sırada?”
Kıvanç dudak büktü, arkadaşına bakmadı. “Ne bileyim, daha yeni değiştirdim hayatımı. Düşünmedim daha.”
“Kız mız olayı yok mu oğlum? Komiser adamsın. Elini sallasan ellisi.”
“O muhabbete girme şimdi.”
“Neden lan? Otuzunu geçtin. Artık…”
“Sus Mesut, annem gibi konuşmaya başladın. O mevzularda dikiş tutturamıyoruz işte.”
“Dur sen, aklımda birileri var sana göre. Önceden haberleşseydik çoktan bulmuştum da…”
“Kapat dedik lan şu konuyu, kapat!”
“İyi, sen bilirsin valla. İşkolik olup çıktın. Biz bile kırk yılda bir geliyoruz aklına.”
Kıvanç cevap vermeyince yine bir sessizlik çöreklendi. Uzaklarda bir çocuk çığlık attı, birkaç martı gülüştü, art arda iki korna sesi geldi. Mesut’un açtığı yeni kutu tısladı. “Muhabbetin de çabuk tükendi. Bir şey var sende. Hayırdır?”
“Yok bir şey. Ne olacak? Taşınma yorgunluğudur, takılma sen bana.”
“Üç yaşımızdan beri arkadaşız biz. Anlatsana oğlum.”
Kıvanç sigarasını söndürdü, elleriyle saçını karıştırdı. “Aklım çok karışık Mesut,” dedi arkadaşının simsiyah gözlerine doğru.
“Nasıl yani?”
“Çok garip şeyler oldu son zamanlarda. Kafayı mı yiyorum diye düşündüm hatta. Ama yok. Gerçek bunlar. Yoksa ta yüzlerce yıl öncesinden anlatılmazdı.”
“Bir bok anlıyorsam Arap olayım.”
“Senin şu lise zamanlarındaki uçuk kaçık şeylerine benzer bir şeyler işte, anlasana.”
“Hasiktir, UFO falan mı gördün? Burada mı?” Sanki kendisi de görebilecekmiş gibi gitgide kararan gökyüzüne şöyle bir göz gezdirdi.
“Yok lan yok. Mevzu cinayet vakası.”
“Amaaan, şöyle desene. Cinayet masası anıları yani.”
Kıvanç arkadaşının bu umursamazlığına öfkeli bir bakışla karşılık verdi. Sonra derin bir nefes alıp konuştu. “O kadar basit değil işte. Bir dinle amına koyayım, anlatıyorum.”
“Dinliyorum reis. Çıt çıkarmadan hem de.” Eliyle ağzına fermuar çekmiş gibi yaptı. Daha iki saniye geçmeden bir fırt sigara için tekrar aralandı o dudaklar.
“Geçen ay işte, benim cinayet bürodaki son görevlerden biri. Hatta dur bakayım, son sayılır ya. Bundan sonra saha işim olmamıştı. Neyse, zaten haberlere falan çıktı duymuşsundur, Sarıyer’de bir apartmanda dokuz kişi ölü bulundu. Hepsi birbiriyle akraba.”
“Oha, duymamıştım.”
“Bina zaten o aileninmiş. Kayseri’den gelmişler seksenlerde işte. Kapmışlar arsayı bir şekilde, sonra da apartman dikmişler. Dört katlı bina, ikişerden sekiz daire. Beşi dolu, üçünü de çoluk çocuğa saklıyorlar, kiraya vermemişler hiç. Olay akşam hava kararınca oluyor. Yoldan geçenler binadan çığlıklar duyuyorlar. Ha, bu arada bina bayağı sapa bir yerde. İki sokak düşün, V şeklinde birbirine bağlanıyor, oranın köşesi işte. Sağı solu boş, arkasında iki bina var ama öyle dip dibe değiller. Yani onlar duysalar bile çığlıklar nereden geliyor anlamazlar. Yol da çok kullanılan bir yol değil, birilerinin denk gelmesi biraz da şansa yani.”
Mesut başını salladı, ilgisini toplayabilmiş gibi görünüyordu. Kıvanç, onun çocukluğundan beri dikkat eksikliğinden çok çektiğini biliyordu elbette. Ne okuyabilmişti, ne de bir işte dikiş tutturabilmişti hayatı boyunca. Hemen herkes aynı şeyi söylerdi arkasından: Varsa yoksa serserilik. Gözleri fıldır fıldır döner, ne yapsam da ilgi çeksem diye düşünür, ortalığı birbirine katardı çocukken. Kıvanç usluydu, Kıvanç akıllıydı. Gerçi derslerden o da pek çakmazdı ama huyu suyu iyiydi. Zaten derslerden anlasa polis değil, doktordu şimdi.
“Yirmili yaşlarında gençten bir kız aramış 155’i,” diye devam etti Kıvanç. “Yanında erkek arkadaşı var ama kız bundan daha atılgan bir tip. Oğlana kalsa sallamazdı, götüm götüm kaçardı oradan. Kız sağlammış, durdurmuş çocuğu, aramış polisi. Öyle anlatıyorlar yani. Sonra kendim de konuştum, ikisi de yemin etti, girişin üstündeki balkondan bir şey atlamış aşağı. Uzun boylu ama kambur yürüyen bir şey. İnsana benziyor ama tam da değil. Karnı da şişikmiş, hamile gibi. Anormal bir hızla köşeyi dönüp gitmiş.”
“Allah Allah, garip,” dedi Mesut. “Gençlere hiç dokunmamış mı?”
“Yok, bunlar sokağın karşı tarafına geçmişler, çok yakın da durmamışlar silah milah ateşlenir diye. Hava karanlık olmasaymış yine de net görürlermiş de… Sokak lambası da bozukmuş şansa.”
“Orada ihtiyaç yok diye kapatmıştır belediye.”
“Olabilir.”
“Çığlıklar devam ediyor muymuş?”
“Yok, onlar polisi aradıktan sonra beklerken zaten bitmiş çığlıklar. O şey balkondan inmeden önce yani. Sonra ekip gitmiş olay yerine. Gençlerle konuşup içeri girmişler. Dış kapı kapalıymış, içeriye seslenmişler, dönen olmamış. Bunlar da kırmış girmişler içeri. Bilanço dokuz ölü. Hepsi yetişkin. Üç de çocuk varmış, onlar sağ.”
“Vay be.”
“Dur daha asıl şaşılacak şeylere gelmedik. Olay yerine kendi gidişimi anlatayım.”
“Biran bitmiş, dolaptan getireyim,” deyip ayaklandı Mesut.
“Getir anasını satayım,” dedi Kıvanç, yere yan yana koyduğu üç boş kutuya bakarken.
Siparişi eline gelince “Sonra bizi çağırdılar işte,” dedi kutunun açma halkasından çıkan sese eşlik ederek. “Büyük olay, toplanıp gittik. Herkes üşüşmüş tabii. Bizim halk olay duydu mu biliyorsun zaten. Hatırlarsın bizim sokakta çıkan yangını. Maç seyreder gibi toplanmışlardı. Cinayet mahalleri de öyle oluyor. Uzaklaştırttım mümkün olduğunca. Olay yeri inceleme de orada. Heriflere biz gelmeden dokunmayın demiştik, bekliyorlardı. Girdik içeri. Daha ilk dairede hayatımın şokunu yaşadım. Onca cinayet, ceset gördüm, böylesi yok hafızamda.”
“Hadi canım.”
“Bak şimdi. İki ceset var odanın ortasında. Halı düşün, bedenin büyük kısmı onun üstünde. Ama paramparça. Adeta yenmiş. İki kol, koltuğun üzerinde. Kemiklerine kadar sıyrılmış. Bacaklar hakeza etrafa saçılmış. Bir tek kafalar sağlam ama onlar da bedenlerinde değiller.”
“Oğlum ne anlatıyorsun sen lan? Korku filmi seti mi bu?”
“Yok abi, aynen böyle işte. Ayrıntılara da gireyim istersen. Cinsel organların üzerinde diş izi vardı lan. Adamların şeyini ağzıyla koparmış atmış.”
“Hassiktir. Tövbestağfurullah, nasıl oluyor oğlum o!”
“Düşün neyle karşı karşıyayız. Yemişler adamları, fazlalıkları koparıp sağa sola atmışlar.”
“Normal bir insan ağzıyla nasıl koparır oğlum, manyak mısın?”
“Heh işte oraya geliyorum. Normal insan değil abicim, başka bir şey bu. Üst katlara da baktık, hepsinde manzara aynı. Parçalayıp tatlarına bakmış, bir şeylerini yemiş, gerisini öylece bırakmış yaratık.”
“Tabii tek yaratıksa.”
“Öyle abi, onda şüphe yok. Tek yaratık var.”
“Onca insan bir şey yapamamış mı, kat kat dolaşıp birilerini yerken yahu? O kadar mı güçlü bir şeymiş bu?”
“Şöyle söyleyeyim. Kapı falan da açılmamış. Bu şey neyse balkondan, camdan girmiş tüm dairelere. Tırmanmış sağa sola.”
“Korku filmlerindeki canavarlar gibi bir şey o zaman bu!”
“Aynen öyle. Şimdi oraya geleceğim.”
“Nasıl yani? Çözdünüz mü, buldunuz mu yaratığı?”
“Dur lan, acele etme. Sırayla anlatıyorum. Neyse işte, basına çok bir şey çaktırmadık. Cesetlerin ne halde olduklarını öğrenmediler. Kimin yaptığını araştırıyoruz falan dedik işte. Tek çıkan haber, bir aile apartmanında aynı sülaleden dokuz kişinin öldüğü oldu. Bir iki hafta sonra da yukarıdan destekle, bir hikâye uydurduk işte, siktir et. Daha doğrusu uydurdular, ben artık ayrılmıştım, tatildeydim.”
“Ee sonra?”
“Amirler işi çözemeyince üstünü örtelim falan dediler. Halk galeyana gelmesin, panik olmasın gibisinden. Ama ben kafaya taktım abi, çözücem bu işi. Tanıklarla tekrar konuşup o gördükleri şeyi çizdirdim, olay yeri incelemecilerden hayal güçlerini serbest bırakıp bana bunu nasıl bir yaratık yapmış olabilir sorusuna bir betimleme yapmalarını istedim. Sonra başladım yaratık külliyatını araştırmaya. Mitolojik, efsanevi, ne varsa… Ama yaratıklar çok. Hepsi olabilir, elimde de çok bir ipucu yok. Uzmana danışmanın zamanı geldi diye düşündüm. Bir kadın varmış, İstanbul Değişim Üniversitesi’nde doktor. Türklerin Orta Asya tarihiyle ilgili bir uzman. Bengi Göktürk.”
“Soyadından belliymiş ne uzmanı olacağı. Yalnız gözlerin mi parladı, bana mı öyle geldi adını söylerken?”
“Lan bir dur, geyiğe sarma yine. Başkası olsa çıtını çıkarmaz bir an önce hikâyenin sonunu öğreneyim diye. Nasıl bir kafa oğlum seninki?”
“Ne bileyim amına koyayım, sen devam et.”
“Bu kadını buldum işte, konuştum. Çizimleri gösterdim, tanık ifadelerini anlattım. Kimseye bahsetmesin diye söz verdirdim tabii. Aklı başında bir tipti zaten, öyle arkamdan iş çevirecek biri değil. Bunu sezmesem zaten hiçbir şey söylemezdim. Bayağı dikkatli inceledi kadın mevzuyu. Düşündü müşündü, kitaplarını karıştırdı biraz. Sonra kafeteryaya davet etti, gidip orada konuştuk. Aslında ben tercih etmezdim dışarıda konuşmayı da… Orada bayağı ders verir gibi anlattı aklındakini.”
“Ne dedi?”
“Hınkır Munkur diye bir şey olabileceğini söyledi.”
“Hınkır Munkur?”
“Evet abi.”
“Komikmiş lan.”
“Türk mitolojinde geçiyormuş. Orta Asya Türk halk hikâyelerinde falan. Canavar şöyle bir şey: Kurbanlarını önce boğuyor, sonra cesedini yiyor. Adli tıbba göre bizim kurbanlar da hakikaten önce boğulmuşlar. Ölüm sebepleri oksijensiz kalmaları yani. Bir de bu yaratıkların kanguru misali bir keseleri var karınlarında. Yavrularını orada taşıyorlar. Bu da bizim şişik göbek mevzusuna uyuyor.”
“Hiç duymamıştım böyle bir şey. Ne yalan söyleyeyim.”
“Türk mitolojisinden ne duydun ki? Ben de duymadım, bilmiyoruz işte. Varsa yoksa ecnebilerin Zeus’ları, Apollon’ları, Afrodit’leri. Neyse dağıtmayalım konuyu. Çok güçlü bir yaratık bu Hınkır Munkur. Bengi’nin dediğine göre sadece dişileri avlanıyormuş. Yavruları yanında oluyormuş, taze insan etiyle besliyormuş yavruyu. Zaten kendileri genelde hayvanlarla falan doyuyormuş, insanlara yavrularını beslemek için saldırıyormuş sadece.”
“Bizimkilerin çocuklarına organik şeyler yedirmeye çalışması gibi.”
“Sayılır. Anadolu’da hâlâ Hınkır Munkur’lu hikâyeler anlatırlarmış yaşlılar. Ama eğlence olsun diye. Soba başı hikâyeleri. On adam deviremezmiş bu canavarı. Silah falan işlemezmiş. Kuvvetiyle evleri bile yıkabilirmiş isterse. Muhtemelen abartı tabii.”
“Zayıf noktası falan yok muymuş bunun?”
“Oraya geliyorum. İdrar. Zayıf olduğu şey bildiğin sidik.”
“Haha. Avrupalılar soğanla sarımsakla kovuyorlar, bizimkine bak. Üzerine işemek mi gerekiyor yani? Bizim mitolojimiz tırt galiba ya.”
“He amına koyayım tırt! Gerçekten görülmüş lan bu. Sen Poseidon’un denizden çıktığını gördün mü? Zeus düştü mü ananın peşine?”
“Ayıp oluyor,” dedi Mesut abartılı bir alınmışlıkla.
Kıvanç iç çekti. Sonra da neredeyse hiç dokunmadığı birasından yüzünü buruşturarak bir yudum aldı. “İşler karışıyor bak şimdi. Bengi bana bunları anlatırken arkadaki masalardan birinde kimi görsem beğenirsin? Zehra!”
“Oğlum, kimi görsem beğenirsinden sonra niye hemen Zehra diyorsun. Belki tahmin ederdim. Gerçi Zehra kim lan?”
“Olayı ihbar eden genç kız. Yanında da sarmaş dolaş olduğu bir çocuk. Üstelik o gün yanında olan çocuk değil.”
“Hasiktir, tesadüfe bak.”
“İlk an ben de öyle düşündüm ama sonra orada olma sebebimi hatırladım. Türk mitolojisiyle ilgili İstanbul’daki tek bölüm o üniversitede.”
“Yani?”
“Kafamda ampul yandı. Bengi’ye ‘biraz izin verir misin bana, tanıdığım birini gördüm de,’ dedim. O da ‘hayhay, zaten bir telefon görüşmesi yapmam gerekiyordu, bu arada onu hallederim,’ dedi. Bengi’yi bırakıp Zehraların masasına geçtim. Beni görünce kızın yüzü bembeyaz oldu. Bu arada yanındaki oğlan atarlandı hemen. Ne ayaksın gibisinden. Siktiri çektim tabii. Bu diklenmeye kalktı, olay çıkmasın diye polis kimliğimi çıkarıp gösterdim. Zehra da okey verince uzadı şerefsiz. Diğer çocuk akıllı uslu bir tipti, buysa piçin teki. ‘Hayırdır Zehra, diğeri kesmedi mi?’ diye girdim muhabbete. ‘Kusura bakmayın Komiserim, ama özel hayatımın sizi ilgilendirdiğini zannetmiyorum,’ dedi. ‘Bana yalan söylediysen ilgilendirir’ dedim ama uzatmadım. Hangi bölümde okuduğunu sordum. Bengi’nin öğrencisiymiş tabii. Hınkır Munkur’u falan iyi biliyor olmalı ama o gün polise anlatırken hiç öyle görünmemişti. Ağzından bir şeyler almaya çalıştım Hınkır Munkur’la ilgili. Pek bir şey söylemedi. İnsanları atlatmakta çok usta. Epey kurnaz bir tip. O yanındaki piç bu kızı kullanıyor diye düşünmüştüm başta ama durum tam tersiymiş. Zehra şeytana pabucunu ters giydirecek cinsten. Şu apartmandaki katliamı kurcalasam altından ne çıkacağını da az çok tahmin ediyorum tabii. Bunu ona da sezdirdim ama çok açıktan söylemedim ki kaçmasın. Anlaşmaya meyilli bir tavır sergiledim yani.”
“Bir dakika bir dakika. Olaydan koptum ben. Kızın ne alakası var katliamla?”
“Bak sana kızı tarif edeyim şimdi. O gün katliam sırasında hanım hanımcık görünüyordu ama okuldaki hali çok tuhaftı. Saçlarını ince ince örmüş, araya tuhaf tahtadan boncuklar falan takmış, kulaklarında onlarca ahşap küpe, gözlerinde anormal rimel. Tuhaf olmak için elinden geleni yapıyor gibi. Parmakları yüzük doluydu, giysileri salaş, toprak renginde genelde. Başka bir ortamda görsen büyücü dersin. Tabii okul ortamında marjinal bir öğrenci gibi duruyor sadece. Var ortada onun gibiler. İlgi çekme maksatlı falan. Ama Zehra’nınki öyle değil. Kız gerçekten tuhaf. Gözümün önünde giysisinin içinden, göğüs kısmından minik bir yılan çıkardı.”
“Okul kafeteryasında? Yılan?”
“Tamamen çıkarmadı tabii. Yılanın başını gördüm, dilini, gözlerini, sonra hemen içeri soktu hayvanı. Kız tuhaf tuhaf hayvanlarla haşır neşir yani. Anlatabildim mi? Ee ben de haliyle katliamla ilgisi olduğunu düşündüm.”
“Şaman mıymış yani sonuç olarak?”
“Ben de onu sordum. Kendine şaman demezmiş. Modern bir tür majisyenmiş.”
“O ne lan?”
“Maji büyü demek. Büyücü işte.”
“Bütün bunları orada anlattı mı sana? Manyak mı bu kız? Niye anlatsın ki gerçi? İstese çeker gider.”
“Bunların hepsini orada anlatmadı. Burada da anlattı.”
“Burada mı? Hasiktir, buraya mı getirdin kızı?”
“Evet, tütsü kokusunu hissetmedin mi?”
“Tütsü mü?”
“Odada şu an. Saatlerdir meditasyon yapıyor.”
“Ne?”
“Bir can alacağı zaman, onun tortusundan korunabilmek için bazen günlerce meditasyon yapması gerekiyormuş. Ezoterik şeyler işte. Pek anlamıyorum.”
“Lan oğlum, kız şu an içeride mi? Kaç saattir bağıra çağıra, bel üstü bel altı bin türlü muhabbet çevirdik. Niye söylemiyorsun baştan?”
Mesut sesini iyice kısmıştı ama Kıvanç tonunu hiç değiştirmedi. “Merak etme, bizim muhabbetlerle ilgilenmez. Daha fazlasıyla meşgul.”
“Şu an içeride bir büyücü var diyorsun. Üstelik şu apartmandaki katliamı o yaptı diyorsun.”
Kıvanç gülümsedi. Arkadaşını şaşırtmaktan dolayı aldığı zevk, yüzündeki ifadeden anlaşılabiliyordu.
Mesut ayağa kalkıp ne yapacağını bilmez bir halde birkaç adım atıp geri döndü. Güldü. “Şaka yapıyorsun değil mi lan? Nasıl kandım hemen.”
“Şaka falan değil. Kız içeride.”
Arkadaşının tedirginliğinin tadını biraz daha çıkardıktan sonra tekrar çağırdı yanına. “Gel daha bitmedi hikâye.”
Mesut biraz tereddüt etse de gelip oturdu ama pek de hikâyeye odaklanmış görünmüyordu. Kıvanç bir sigara çıkarıp arkadaşına uzattı. Bir tane de kendine alıp ikisini de Zippo’suyla yaktı.
“Zehra bana onu suçlamak için elimde hiçbir şey olmadığını, ama istersem gayrı resmî bir görüşme gerçekleştirebileceğimizi söyledi. Tabii başka bir yerde, başka bir zamanda. Şimdi Bengi Hoca’sını yalnız bırakmamamı önerdi. Ki gerçekten de kadın telefon görüşmesini bitirmişti. Sıkıntılı sıkıntılı bizim masamıza bakıyordu. Zehra’ya kartımı daha önce vermiştim, onu hatırlatıp Bengi’nin yanına döndüm. ‘Çok özür dilerim,’ dedim. Bir yandan da Zehra’yı nereden tanıdığımı sorarsa diye bir bahane düşünüyordum ama sormadı. Hınkır Munkur’u ve diğer bazı mitolojik yaratıkları anlatmaya devam etti. Hayatında ilk kez, bu hikâyeleri kendi isteğiyle dinleyen biriyle karşılaşmışçasına hevesle anlatıyordu. Zehra’yı görmeden önce hakikaten hevesle dinliyordum ama şimdi olayın pek de Hınkır Munkur’un mitolojideki yeriyle alakalı olmadığını, işin anahtarının Zehra’yla konuşmaktan geçtiğini anlamıştım. Haliyle ilgimi yitirmiştim. Kadını, bazı şeyleri hızlı anlatmasını sağlayarak yine de çok bozmadan dinledim. Sonra da bolca teşekkürle okuldan ayrıldım.”
Mesut diken üstünde de olsa tekrar dinleme haline geçmeyi başarmıştı. Kıvanç hiç kesmeden devam etti: “Zehra beni o gece yarısı aradı. Hımm, bir ay kadar olmuş işte düşününce. Zaman çok hızlı geçiyor. Gerçi arada tayin mayin olayları oldu ama yine de hızlı geçti be.”
Mesut aniden kaşlarını çatarak arkadaşını susturdu. “Demin sen ne demiştin?”
“Ne zaman ne demiştim?”
“Bir can alacağı zaman, onun tortusundan mı kirinden mi ne korunmak için meditasyon yapıyor demiştin ya.”
Kıvanç sustu. O sırada yaptığı gafın farkındaydı ama Mesut’un atlamasını ummuştu. Adamın jetonu düşmüştü işte. “Yani meditasyon sebeplerinden biri de o demiştim.”
“Ben gidiyorum,” diye ayağa fırladı. Bünyesindeki biralar, dengesini rahat bulmasına izin vermedi. Kıvanç kolundan yakaladı adamı.
“Nereye bu halde?”
“Bırak,” deyip silkinmeye çalıştı ama kurtulamadı Mesut. Sehpaya takıldı, sehpa devrildi, üzerindekiler yere saçıldı. Ağız dolusu bir küfür etti ve tekrar “bırak amına koyayım, gidiyorum ben. Cadılarla ne bok yersen ye burada sen,” dedi. Arkadaşının elinden kurtulup söylene söylene kapıya doğru seyirtti. “Ben de diyorum aylarca arayıp sormaz, şimdi niye evine çağırıyor durup dururken,” diye söylenirken bir yandan da kanepenin üzerine atmış olduğu montu giymeye çalışıyordu. Tek kolunu zar zor geçirebilmişken kapıdan anadan doğma bir kız göründü. Vücudunun çeşitli yerlerinde ne idüğü belirsiz dövmeler vardı, bedeni zayıftı ama sağlıksız değildi. Göğüsleri ortalamadan küçük, kasıkları tüysüzdü. En son baktığı yer olan yüzü ise genç, güzel biçimli ama boyalarla kaplıydı. Örgülü kahverengi saçları asimetrikti. Bakışlarıysa tarif edilmesi güç bir şeytanilik barındırmaktaydı.
“Gelmek üzere,” dedi kız, Kıvanç’a doğru.
“İyi,” dedi yerinden kalkmayı bile gerekli bulmamış olan Kıvanç. “Tam zamanında.”
“Kim gelmek üzere? Ne oluyor lan burada?” dedi Mesut. Sesi titremişti. “Çekil kızım önümden, gidiyorum ben. Manyak mısınız nesiniz!”
Kız çekilmedi. Fransız balkona doğru huşuyla baktı. Mesut da oraya döndü ve ilk gördüğü şey iki pençenin balkonun cam korkuluklarına tutunmuş olduğuydu. Yaratık kendini yukarı çekti. İçeri atladı. Kıvanç sadece biraz geriye çekilmekle yetindi. Yaratık onun hemen dibinden geçip salonun ortasına kadar geldi. İki metre boyunda, anormal şişlikte göbekli, yırtık paçavralar giyinmiş bir şeydi. Kir tortusuyla kaplanmış sıradan bir insan yüzüne sahipti. Ama ağzını belli belirsiz açınca içindeki dişlerin sıradan dişlerle hiçbir alakası olmadığını gördü Mesut. Muazzam uzunluktaki kollarının ucundaki sivri tırnakların kıpırdanışını hipnotize olmuş gibi seyrederken, ağzının sol tarafından inen salyanın farkında değildi. Muhabbet edip eğlenmeye geldiği bu evden artık sağ çıkamayacağının farkındaydı. Yaratık ani bir hamleyle üzerine zıplayıp onu yere devirdi, boynunu öyle sıkı sardı ki değil ses çıkarmak, tek bir nefes daha alması imkânsız hale geldi.
Bu esnada Kıvanç kalktı. Eline daha önce hazırladığı, sarı bir sıvıyla dolu şaşalı aldı. Kapağını açtı. Kız onu görünce “bekle,” dedi, “işini bitirsin önce.”
Yaratığın hırlayarak alıp verdiği ürkünç nefes sesinin eşliğinde, parmağını bile kıpırdatamadan yaratığın kurbanı olmuştu Mesut. Hınkır Munkur denen şey, etrafında ne olduğuna aldırış etmeden adamı ustaca hamlelerle parçaladı.
Bebeğini usulca çıkardı kesesinden. Dört uzvu üzerinde ciyak ciyak bağıran minik yaratık cesede doğru ağır ağır yürüdü.
“Şimdi,” dedi Zehra.
Kıvanç, elindeki sıvıyı dev yaratığın üzerine boca etti. Yaratık boğazını yırtarcasına bağırdı. Aynı anda Zehra bilinmeyen bir dille bazı sözcükler fısıldıyordu. O fısıltılar sırasında yaratık, körmüşçesine sağa sola saldırıyor ama ona zarar veren kişiyi bir türlü bulamıyordu. Birkaç denemeden sonra nihayet enerjisini yitirdi. Sarı sıvının bulaştığı yerler asit değmişçesine erimiş, sırtındaki delikten iç organları görünür olmuştu. Ağır ağır yere çöktü. Son darbeyi Zehra vurarak, yaratığın başından aşağı başka bir şişeyi boca etti. Ortalığı saran idrar kokusu uzun süre çıkmayacaktı.
Yavru yaratık ise hiçbir şeyden habersiz Mesut’un parçalarını yiyor, zevkle homurdanıyordu. Zehra ona yaklaştı, hafif tüylü başını okşadı.
“Erkek,” dedi, “güzel. Tam istediğim gibi. Erkekler çok daha uysal olurlar.”
Kıvanç yorum yapmadı. Bağırış çağırışlara apartmandan birilerinin gelip gelmeyeceğini merak ediyordu.
Zehra aklına bir şey gelmişçesine Kıvanç’a baktı. Muzip bir öfkeyle konuştu: “Adama o apartmandakilerin katili benmişim gibi anlattın,” dedi.
“Hayır, o zaman öyle düşündüğümü söyledim. Sonunu anlattırmadı ki şerefsiz.”
“Ben oraya sadece şu bebeği elde etmek için gitmiştim, biliyorsun. Her şeyin yalan dolan Kıvanç.”
“Üst düzey bir polisle böyle konuşamazsın. Seni devlet memuruna haka…”
Zehra, bebek yaratığı bırakıp Kıvanç’a doğru fırladı. Dudaklarına yapıştı, çıplak bedeninin tüm kıvrımlarıyla kavradı adamı. Kıvanç bir anlık boşlukta nefes nefese, “çocuğun yanında olmaz,” dedi. Güldüler. Oysa yaratık bakmadı bile. Mesut’un kalbini eline almış, inceliyordu. Sonunda sıkılıp tek seferde ağzına attı.
- On Birinci Cilt: Ebediyet - 18 Eylül 2023
- Resim Falı - 1 Temmuz 2020
- Unutulma Cezası - 1 Temmuz 2019
- Yaratma Eylemine Dair - 15 Haziran 2018
- Yaşamayı Beklerken - 15 Haziran 2017
Merhabalar,
Kaleminize sağlık, çok sürükleyici bir öykü oluşturmuşsunuz. 🙂 İnsan Mesut’a üzülmeden edemiyor. Çizim de öyküyle pek uyumlu olmuş.
Sevgiler,