“Aurora, Boreas hadi hazırlanın çıkıyoruz. Biliyorsunuz ruhlar beklemeye gelmez.” Amcaları Austra her zamanki gibi acele ediyordu.
Aurora hızlıca, kalın derilerle kaplı ayakkabısını geçirdi ayaklarına. Üstüne kürkünü alıp bir kolunu içinden geçirmişti ki erkek kardeşi Boreas girdi odasına. “Ruhlar beklemeye gelmezmiş. Seni koca yağ tulumu… Sanki her sene biz oraya gitmesek ruhlar nereye gideceklerini bilmeyecekler,” dedi sıkkın bir tavırla.
Diğer koluna da kürküne geçiren Aurora kardeşinin omuzlarına kadar düşen uzun saçlarına, yeni yeni çıkan sakallarına bir göz attı. Ne de çabuk büyümüştü. Kendisinden beş yaş küçük olan kardeşi yakında gemilerle savaşa çıkacaktı ama ona göre hala bir çocuktu o, evet babasının ölümünü hala kabullenememiş, üzerinden atamamış küçük bir çocuk.
“Evet, bence de ruhlar bizsiz yolunu bulur ama sırf annem için katlanıyorum bu saçmalığa ve o yağ tulumuna. Hadi, hazırsan çıkalım,” dedi ablası, amcasını tekrar söyletmemek için. Beraberce dışarıya süzüldüler.
Birazdan havanın kararmasıyla, neredeyse tenlerine kadar yapışacak olan soğuktan korunmak için dışarıda bekleyen bütün köylüler, sıkı sıkı giyinmişti. Üstlerindeki kalın, tüylü kürklerle ayıların birer kopyaları gibi duruyorlardı.
“Eh, herkes hazırsa yola koyulalım,” dedi Austra Amca. Her zamanki gibi elinde kocaman bir savaş baltası ve köyün lideri olduğunu gösteren, kürküne işlenmiş çaprazlama duran bir şimşek ve balta armasıyla kalabalığın önünde duruyordu. Yanında duran askerlerine şöyle bir göz atıp her şeyin tam olduğuna kanaat getirip yürümeye başladı.
Aurora annesini gördü. Kalabalığın arasında diğer kadınlarla konuşarak yürüyordu. Annesini rahatsız etmek istemeyen Aurora yanı başında duran kardeşine bir omuz attı. “Hey, sence bu akşam ne kadar uzun sürecek ruhların geçmesi? Geçen sene pek az sürmüştü.”
“Umalım da bu sene daha az sürsün. O soğuk taşta otururken popomla taş bir bütün oluyor,” dedi umursamaz bir şekilde Boreas.
Kardeşine gülümseyen Aurora aslında onun neden böyle sıkkın ve umursamaz görünmeye çalıştığını biliyordu. Babalarının ölümünden sonraki ilk Ruh Göçü’ydü bu. Büyük ihtimalle bu akşam babaları, Valhalla’daki Ölüler Sarayı’na gözlerinin önünden ama onlara görünmeden geçip gidecekti. Böylece babalarının ruhunu ve diğer ruhları onurlandırmak için onların yanında olacaklardı.
Aurora’ya göreyse bunlar sadece ışıktı. Hiçbir özelliği olmayan, kuzeyden başlayıp güneye doğru hareket eden renkli dalgalardı… Kuzey Işıkları’ydı. Babası öyle derdi Ruh Göçü’ne. “Hepimizin içinde bir ışık var. Kimi buna ruh, kimi yaşam özü der. Bu ışığın parlaklığı ancak yaptıklarımız şeylerle çoğalır ya da azalır. Ama hiçbir zaman sönmez kızım. Işığını kaybettiğini düşündüğün zaman, tekrar, daha güçlü bir şekilde doğan Kuzey Işıklarını düşün. Nasıl daha parlak ve güzel göründüklerini hayal et.” Küçük bir çocukken babasının söylediği bu sözler aklında geldi.
Bu ve daha bir sürü düşünce içerisindeyken Aurora’nın dikkatini bir ses çekti. Konuşan amcasıydı: “Evet, Göç birazdan başlayacak. Herkes oturacak bir yer bulsun ve ruhlarımızı onurlandıralım. Onları kızdıracak her türlü şeyden sakının. Sessiz olun ve yalnızca izleyin. Yoksa Tanrı Odin’in cezası üzerimize olur,” dedi.
Etrafına göz gezdiren Aurora sonunda vardıklarını anladı. Hava iyice kararmıştı. Gölün çevresindeki daire şeklindeki taşlara oturmaya başlayan insanların yüzleri, zar zor seçiliyordu. Arkalarında kalan ormandan ulumalar, hışırtılar ve ürkütücü kuş sesleri geliyordu. Kardeşinin “Hadi, Aurora en güzel yerler kapılacak, ”diyen sesiyle harekete geçti. Oturdukları taş oldukça soğuktu. Ama görüş alanı gayet iyiydi. Geçen seferki gibi, Göç’ün başlamasını kafalarını kaldırmadan izleyeceklerdi.
Gölün karşı kıyısında, gökyüzünde hafif bir dalgalanma oluştu. Sanki renkler rüzgârı bir binek olarak kullanıyorlardı. Kırmızı, mavi, sarı en çok da yeşil… Hepsi rüzgârla birlikte salına salına geliyorlardı havadan.
Göç başlamıştı.
* * *
Işıklar gökyüzünde dans ede ede, dalgalanarak yanlarından geçmeye başladı. Suya atılmış mürekkep gibi renkler de dağılıyordu, savruluyordu ve birbirlerine giriyorlardı.
Aurora her ne kadar gelmek istemese de, Kuzey Işıkları’nın cezbedici büyülü ışıltısı karşısında yine hayranlık dolu gözlerle ve merakla -sanki ilk defa izliyormuş gibi- bu muazzam cümbüşü izlemeye başladı. Kimbilir belki babası da bu ışığın içine gizlenmişti ve gözlerinin önünden geçip Valhalla’ya varmıştı bile.
Etrafına göz gezdirdi. Herkes bu gösterinin her anını hafızasına kazımak istermiş gibi pür dikkat gökyüzüne bakıyordu.
Aniden güçlü bir çatırdama sesi duydu ve irkildi. Gökteki ışık denizinden ormana doğru ince, şerit halinde yeşil bir ışığın düştüğünü gördü. Kardeşini dürten Aurora “Sen de gördün mü?” diye sordu heyecanlı bir sesle.
“Evet. Sanırım şu arkadaki ormana düştü,” dediği anda kardeşi, yeni bir çatırdama daha duydular. Bu seferki ışık kırmızıydı ama bir farklılık vardı. Işık geldiği gibi gerisin geri yukarı doğru süzülmeye başladı. Sanki bir şey tarafından göğe doğru çekiliyordu.
Bir terslik olduğunu anlayan Aurora gözleriyle annesini aramaya başladı. Buradan hemen gitmeleri gerekiyordu. Ve bir kez daha irkildi ama bu sefer ışıklardan değil… Etraflarındaki herkes, sanki az önceki sesleri duymamış gibi Ruh Göçü’nü izlemeye devam ediyordu. Hiçbiri duymamıştı sesleri.
Kardeşine durumu anlatmak için ona dönerken bakışlarından onun da durumu anladığını gören Aurora “Boreas, bu nasıl olur? Hiç kimse sesi duymamış gibi.”
Boreas aniden insanları devire devire ormana doğru koşmaya başladı. Kardeşinin bu hareketine karşın ani bir şaşkınlık geçiren Aurora, hemen kendine gelip onun peşi sıra koştu. “ Boreas dur! Ne yapıyorsun?! Orada ne olduğunu bilmiyoruz. Geri dön!”
İyice hızlanan Boreas’a yetişmek hiç kolay değildi artık. Ardından diğerlerinin de bağırdığını duyan Aurora kardeşine söylediği sözlerin bir anlamı olmadığını anladı. En azından nefesini boşa tüketmeyip gücünü ayaklarına vermeyi düşündü ve daha da hızlanmaya başladı.
Kardeşiyle arasındaki mesafeyi kapatmaya başlayan Aurora, amcasının, “Büyük saygısızlık! Ruhlar bunların cezasını bize verecekler! Hemen geri dönün!” diye böğürdüğünü duydu arkalarından.
Orman sınırını geçip koca ağaçların arasına dalan Boreas, artık görünmüyordu.
* * *
“Boreas neredesin? Hemen geri dönmemiz lazım. Lütfen, ses ver!” Artık soluk soluğaydı Aurora. Kardeşinin peşinden ormana girmiş fakat onun izini kaybetmişti. Etrafta Göç’ün yaymış olduğu yeşil ışık huzmeleri pek bir görüş sağlamıyordu.
Koşmayı bırakan Aurora, bu az ışıkta takılıp düşmemek için ayaklarını daha temkinli atmaya ve eliyle ağaçlara dokuna dokuna ilerlemeye başladı. Bir yandan içindeki korkunun yükseldiğini hissediyor, öte yandan kardeşinin başına bir şey gelmiş olması düşüncesi ona cesaret verip arayışına devam etmesini sağlıyordu.
Ormanın kalbine doğru ilerledikçe sıklaşan ağaçlar, zaten yetersiz olan ışığı iyice azaltmaya başladı. Aurora sonunda zifiri karanlıkta kalmıştı. Ne yapacağını bilemiyordu artık. Etrafında dönenerek sonsuz karanlığa göz gezdirdi. Lanet olsun, hiçbir şey görünmüyor! Belki geri dönüp yardım çağırmalıydı… Ama neresiydi geri? Artık yön duygusunu da kaybetmişti.
Bir iki adım daha atmaya karar veren kız, az ilerideki ağaçların önünden beyaz bir ışık geçtiğini gördü. Hemen o yöne doğru koşmaya başladı. Büyükçe bir ağaç köküne takılıp yere kapaklanmak üzereyken bir el onu havada tuttu. Ağzından bir çığlık kaçan Aurora, elin sahibine yansıyan ışıktan onun Boreas olduğunu gördü.
“İyi misin?” diye sordu ablasına, onu dengede tutmayı başaran Boreas.
“İyi miyim?! Ah evet, oldukça iyiyim! Garip bir ışık ormana düştü, kardeşim kuduz köpekler gibi kaçıp bu lanet olası ormana daldı ve ben onun başına gelecek kötü şeylerin binbir çeşidini aklımdan geçirip seni ararken, evet, gayet iyiydim Boreas!” dedi Aurora sinirli sinirli.
“Affedersin. Bir an… Bir an o düşen ışıktan… Belki de o babamdı diye düşündüm. O bizi bırakmamıştır geri dönmüştür diye…”
Gözüne yaşlar dolduğunu hisseden Aurora “Bak Boreas. Biliyorum, babamın ölümünü kabullenemedin hâlâ ama o gitti. Anla ne olur…” derken, Boreas’ın arkasında kalan ışık kaynağına gözü takıldı ve bir korku çığlığı attı.
Kardeşini bulmasını sağlayan ışık kaynağını tamamen unutan Aurora, onun tıpkı bir insana benzediğini fark etti.
Bir savaşçı gibi giyinmişti; üzerinde örgü zırhı, kılıç kemerinde uzunkılıcıyla etrafına inci beyazı donuk ışık huzmeleri saçan bir adam… Şimdi anlıyordu bu şeyin ne olduğunu.
“O bir ruh,” dedi Boreas, sanki ablasının zihninden geçenleri okumuş ve her zaman gördükleri sıradan bir şeymiş gibi.
* * *
“O bir ruh,” diye bilinçsizce tekrarladı cümleyi Aurora. “Bir ruh… İnanamıyorum bu- bu nasıl olur?” Şeklin gittikçe kendilerine yaklaştığını gördü. İçindeki bilinmezlik ve şaşkınlık duyguları artan Aurora kardeşine, “Boreas nasıl olur bu? Biz sadece- yani ben- bilmiyorum, o ışıkların gerçekten de ışık! olduğunu sanıyordum.”
“Ben de ilk gördüğümde şaşırdım.” Bir sır verirmiş gibi fısıltıyla: “Gökten kaçmış Aurora. Onu, şeytansavaşçılarla savaşmak için Valhalla’ya götüreceklermiş. Tanrı Odin’in saflarında… İnanabiliyor musun hepsi gerçekmiş! Tanrı Odin, Valhalla, Ruh Göçü… Evet, onların hepsi ruhmuş,” dedi ablasının şaşkınlıktan iyice büyüyen gözlerine bakarak.
“Bunları ne ara öğrendin, Boreas?” dedi Aurora kafasında gittikçe artan sorulara bir yenisini daha eklerken.
Ağzını henüz açmıştı ki Boreas “Artık gitmemiz lazım. Yakında burada bir Valkyrie ordusu olacak.” diye bu konuşmaya son vermeye çalıştı ruh.
Başından beri hiç konuşmayan ruhun konuşabildiğini fark etmesi Aurora’yı ürküttü. Sanki hiç konuşamayacağını düşünmüştü onun. Daha fazla bilinmezliğe katlanamayacağını hisseden Aurora “Ne?! Valkyrieler mi?! Onlar da mı gerçek?! Biri bana burada neler oluyor anlatacak mı?” diye kükredi.
“Bak buradan gitmemiz lazım Aurora,” dedi Boreas sesindeki heyecan ve korkuyu bastıramayarak. “Birazdan burada olurlar.” Ablası hâlâ hareket etmiyordu: “Bak, Siegmund’u sonsuza kadar köle yapacaklar,” eliyle ruhu gösterdi, “Odin’in kölesi… Onun savaşları uğruna binlerce kez ölüp binlerce kez diriltilen bir köle…” Bu kadar çok şeyi nereden biliyorsun gibi tekrar şaşkınca gözlerinin içine bakan ablasına “Bak, buraya geldiğimde babam burada diye düşündüm ama yanılmıştım, tamam mı?! Tam geri dönecekken yolun nerede olduğunu bilmediğimi fark ettim; etraf zifiri karanlıktı, o an da Siegmund ile karşılaştım ve onunla konuşmaya başladım. Senin gelip beni bulacağını biliyordum ama saatler geçti ve-”
“Saatler mi? Ne saatleri Boreas? Sen gideli henüz beş-on dakika olmuştu.”
“Sanırım kafa karışıklığını gidermemiz lazım,” Konuşan ruhtu. “Bizler ruh olarak farklı bir enerjiye sahibiz. Zamanda bükülmelere sebebiyet veririz. Yani kardeşinle konuştuğum zaman senin ve onun için farklı süreler geçti.”
Bu kadarı da fazla diye başını sallayan Aurora “Peki, ama anlamadığım biz gölün yanındayken buraya iki ışık düştü. Tahmin ediyorum ki birisi sendin, peki ya diğeri?” dedi. Artık ruhla konuşmak ona da sıradan bir şeymiş gibi gelmeye başlamıştı.
“Oldukça zekisin,” dedi şaşıran ve gittikçe sabırsızlanan Siegmund. Bu kızın sorularına tam olarak cevap almadan hareket etmeyeceğini fark etti ve hızlı hızlı her şeyi anlatmaya koyuldu: “O benim, eşim Brnyhild idi. Bir sorun oluştu. Aşağıya inemeden geri çekildi göğe. Sanırım sebebi diğer Valkyrieler. Bizim neler planladığımızı öğrendiler diye düşünüyorum.
Eşim de bir Valkyrie ve bir Valkyrie olarak gökte kalması lazımdı. Odin’in hizmetinden çıkamazdı. Her zamanki görevi olan savaş meydanında ölenlerin ruhunu Valhalla’ya taşımalıydı. Odin’in savaşlarında ölenlerden sürekli taşıdığı kişi de bendim. Ben dirildim, savaştım, öldüm ve o hep beni taşıdı. En sonunda birbirimize bağlandık. Bildiğiniz gibi Valkyrieler’in birine bağlanması yasaktır. Onlar hep bakire olarak kalırlar, sevmezler ve sadece itaat ederler. Fakat bu yasakların hepsi, birbirimize olan sevgimizden eridi. Bizde bu Ruh Göçü’nde dünyaya inmeye karar verdik. Ben son savaşta ölümümü planlayıp kendimi bir şeytansavaşçının önüne attım. Ruhum tekrar doğdu. Ruhumu teslim alan Brynhild, diğer ruh ve Valkyrieler’le yola koyulduk. Buraya varınca kaçmaya karar verdik. Ben ormana indim. Ama o geri çekildi. Biri yakaladı sanırım. Ne yapacağımı bilemez haldeyken Boreas’ı gördüm. İşin ilginç tarafı onun- ve tabii ki senin de- beni görmesi. Şimdilik, eğer sorularının cevabını aldıysan gidelim. Daha sonra Brynhild’i bulmak için çok uğraşmam gerekecek.”
“Ah, pek sanmıyorum gidebileceğinizi.” Ağaçların arasından, elinde uzunmızrağı ve vücudunun üst kısmını saran zırhlarla, cennet kadar güzel bir kadın ortaya çıktı. Bu bir Valkyrie’ydi.
“Gudrun!” dedi Siegmund. “Brynhild nerede?! Eğer ona bir şey yaptıysanız-”
“Bir şey yapmadık Siegmund, henüz.” dedi adının Gudrun olduğu anlaşılan kadın. Onlara doğru yaklaşmaya başladı. Sakin ama otoriter bir sesle “Ama hiçbir hata cezasız kalamaz değil mi? Bu kardeşim olsa bile. Sana ondan uzak dur demiştim…” dedi.
Başıyla ağaçlara bir işaret yaptı. Ağaçların arasından çıkan, birbirinin aynısı zırhlar kuşanmış bir grup Valkyrie, önlerinde tutsak ettikleri belli olan başka bir Valkyrie ile onlara yaklaştı.
“Brynhild!” dedi korkuyla Siegmund, tutsak olan Valkyrie’ye hitaben.
Aniden Brynhild’in önünde beliren Gudrun “Sizi uyarmıştım,” dedi. Sesinden hafif bir hüzün geçti.
Bir şey söylemek istermiş gibi ağzını açan Brynhild’in yüzü kasıldı. Söyleyecekleri, kardeşinin boğazına sapladığı mızrağa, kırmızı izler bırakarak söylenmiş oldu.
* * *
Her şey bir anda olmuştu. Aurora, şaşkınlık ve korkudan, yerinde takılıp kaldı. Hareket edebilme kabiliyeti elinden alınmış gibiydi.
“Aurora, gitmeliyiz buradan!” Boreas ablasının elinden tutup onu çekiştirmeye başladı.
Kendine gelen Aurora, Siegmund’un, çoktan kılıcını çekip Gudrun’la savaşmaya başladığını gördü. Elini tutan kardeşiyle ve artık karanlığa galip gelen yaşama içgüdüsüyle, ne olacağını düşünmeden koşmaya başladı.
Henüz bir iki adım atmışlardı ki, arkalarından “Tutun o Morriguları! Ben bunu hallederim!” diyen Gudrun’un sesini duydular.
“Daha hızlı!” diye bağırdı Aurora. Nedense içinden bir ses Morrigular’ın kendileri olduğunu söylüyordu. Artık kardeşinin elini bırakmıştı. Boreas onun biraz önündeydi. Kardeşinin, istese aralarındaki mesafeyi çoktan açacağını bilen Aurora, kendini yalnız bırakmadığı için ona minnet duyuyordu.
Aniden önlerinde beş Valkyrie belirdi. “Ah, şunlara da bakın hele. Bizden kaçacaklarını sanıyorlar,” dedi içlerinden biri tiksintiyle.
“Uzak durun bizden,” diye tısladı Boreas nefese nefese. “Bizim bir ilgimiz yok sizinle! Bırakın da gidelim!”
“Gayet de ilginiz var. Hiç düşündünüz mü bizi neden görebildiğinizi? Sıradan insanların görmemesi gereken, bizim gibi varlıkları görebildiğinizi?..” Konuşan aynı Valkyrie idi.
Aurora, Valkyrieler’in, etraflarını çember şeklinde sardıklarını gördü. Arkadan gelen mızrakla kılıcın çarpışma seslerini duyabiliyordu hâlâ. “Sizi gördüğümüzü kimseye söylemeyiz. Lütfen, bırakın da gidelim.” Aurora sesinin titrediğini fark etti. İçindeki ümitsizlik ve korkunun dalga dalga yükseldiğini hissediyordu.
“Aptal kız. Sorun sadece bizi görmeniz değil. Bizi görebildiğinizi başkalarının da fark etmesi.
Büyük Kıyamet, Ragnarok, yaklaşıyor küçük kız. Bunun habercisi de siz melezler oldunuz. Dünyanın her yerinden, sizin gibi, insan ve Valkyrie kanını taşıyanların, nihayet bizi görebilmesi ile Ragnorok’un yaklaştığını anladık. Bunun için de her şeyden, herkesten, bütün düşmanlarımızdan bile önce hazır olmalıyız. Eğer savaş tanrısı Loki, siz melezlerin varlığından haberdar olup Ragnorok’un yaklaştığını anlarsa, her tarafa kargaşa hâkim olur ve-”
“Hâlâ bitiremediniz mi işlerini, Niebel?” diyerek yaklaşan Gudrun, konuşan Valkyrie’nin sözünü kesti. Aurora, onun mızrağından damlayan inci beyazı lekelere bakarak Siegmund’un işini bitirdiğini anladı.
Artık etrafları tamamen sarılmıştı. Gidecek hiçbir yerleri yoktu. Zaman kazanmaya çalışan Aurora “B- biz Valkyrie ve insan soyundan mı geliyoruz?” diye konuşmayı sürdürmeye çalıştı. Biri bizi bulsun, lütfen, biri bizi görsün! diye içinden geçiriyordu. Daralan çemberin ortasında Boreas’la sırt sırta gelmişlerdi artık.
“Evet. Nam-ı diğer Morrigu’larsınız… Yapılan kehanetler olmasaydı, nesliniz çoğalmadan öldürülecekti ve ruhlarınız Niflheim’a götürülüp ateş çukurlarına atılacaktı. Ama sizler, bizim için Ragnarok alarmı gibiydiniz. Biz de zamanı gelince bunu kullanmayı düşündük. Bu nedenle şimdiye kadar türünüzün yaşamasına izin verildi. Fakat şimdi…” dedi Gudrun ince, şeytani bir tebessümle. Son anda aklına gelmiş gibi fısıltıyla: “Biri sizi bulamaz ve göremez,” diyerek elindeki mızrağı olanca gücüyle fırlattı.
Aurora önce bir şey hissetmedi. Bir inilti duymuştu arkasından. Boreas’a bir şey olduğunu sandı. Arkasına dönmeye çalışınca yakıcı bir acı hissetti karnında. Mızrak, karnını delip geçmiş, kardeşinin göğsünden çıkmış ve onları birleştirmişti.
* * *
Morrigu’nun içinde; kin, intikam ama en çok da umut vardı ve aklına nereden geldiğini bilmediği cümleler: Hepimizin içinde bir ışık var. Kimi buna ruh, kimi yaşam özü der. Bu ışığın parlaklığı ancak yaptıklarımız şeylerle çoğalır ya da azalır. Ama hiçbir zaman sönmez kızım. Işığını kaybettiğini düşündüğün zaman, tekrar, daha güçlü bir şekilde doğan Kuzey Işıklarını düşün. Nasıl daha parlak ve güzel göründüklerini hayal et.
Hikayenin girişi, bir şeyle ilgilenirken bir anda gerçekliğin ilgi talep etmesi üzerine, uğraşılmak istenenle ilgili olmayan bambaşka bir evrene geçişi güzel hissettirdi ki hikayenin kalanında da “an be an”aktarımı(olay-düşünce-yargı ilişkisi) anlatımı fena halde güçlendirdi.
Cümlelerin ardışıklığına eklenen “kafiyeli” geçişler de bu “güçlü anlatım”ı daha da güçlendirmiş.
Kuzey Işıklarını betimleme şeklin çok hoşuma gitti. Hikayendekileri göremesem bile kendi Kuzey Işıklarımı yaratmama yetti 🙂
Daha öncesinde de minik, çok minik bir şekilde anlatımda, hikayenin düzeneğinde kalmayıp zemberekte hafifçe titreşen kısımlar görmüştüm fakat Aurora’nın ormanda kaybolduğu sırada zihninden geçenleri böyle açık bir şekilde(daha önce yapmadığın halde)betimlemen biraz daha gerdi beni. Belki, orada bu şekilde yazmanın özel bir sebebi var. Bilmiyorum. Sadece, bendeki karşılığını aktarmaya çalışıyorum.
Çok nadiren de olsa yazım yanlışları var, bir iki virgül eksikliği, yanlış basılmış bri harf… Halledilebilir ve görece önemsiz şeyler:) hikayenin parıltısını etkilememekteler.
Bazı yerlerde “dedi”yi kullanırken bazen de söylenen şeyden hemen sonra, onunla bağıntısı olmayan bir anı betimlemen minicik rahatsız etti beni.
Karakterlerin bir ruhla ilk defa yakından karşılaşmasındaki hissiyatı güzel aktarmışsın. “Fantastik bir olayla karşılaşan düz insan”ı gerçekçi anlatmak zordur.
Hikayenin ortalarından biraz sonralarında anlatımın bozulmaya başladı sanırım. Biraz daha “bilindik” olmaya…
Daha farklı bir sonla karşılaşmak isterdim fakat hikayenin bu halinden de pek keyif aldım. Teşekkür ederim.
Güzel yorumların için ben teşekkür ederim. Daha fazla yazdıkça umarım dediğin sorunlar da ortadan kalkacaktır. 🙂