Öykü

Pamuklu Kumaşa Özlem

Akşamdan kalmalığın boktan kısmı şuydu: ne uyuma-ne uyumamanın verdiği o esrarengiz enerji hali. Çünkü biliyordum ki Nano Üniformamın içindeki kıpır kıpırlığım, öğleden sonra kendisini iğrenç bir uyku haline bırakacaktı.

Bunun olmasına izin veremezdim. Aynadaki aksime baktım. Çökmüş bir çift mavi göz. Sağdaki sibernetikti. Sarımtırak bir ten. Ekilmiş saçlar (maalesef). İnce, ucu çengel gibi, eski karımın “karakteristik” dediği bir burun. Üç kere kırıldığından, köprü kemiği alüminyumla değiştirilmiş. Gönül alüminyum değil de rodyumdan olmasını isterdi ama serbest çalışan muhabirseniz ve nafaka ödüyorsanız aylık kazandığınız para ancak buna yetiyordu.

Kendimi düzeltmem gerekiyordu en acilinden. Hemen Nano-Üniformamın “destek” yazılımından çeyrek Dicoin ödeyerek iki Alka-Seltzer vurdum kendime. Rengim biraz daha yerine gelmiş, üniformamın içindeki bedenim tekrar dikleşmişti. Geceye kadar idare eder miydi beni? Sanmıyordum. En azından öğleden sonraki görüşmede zihnimi dinç, aklımı diri, en önemlisi ruhumu güvende tutsa yeterdi.

İşverenimden telefon geldiğinde, çoktan sıkıca giyinip evden çıkmıştım. Ankara’nın soğuğundan Nano-Üniformama sığındığımdan telefonu açmaya fırsat bulamamıştım. Patron da görüntü kaydı bırakmıştı. Görüntü kaydını ancak Hiperlop trenindeyken izleyebildim.

“Vay hergele. Hazır mısın büyük maceraya? Ulan ne şanslı adamsın var ya…Neyse bunları döndüğünde ve şarap eşliğinde kafayı zırtlaşmışken konuşuruz. Şimdi sana unutmaman gerekenleri tekrar hatırlatmak için aradım. Ne bileyim…Gece içim içimi yedi, hanıma dedim ki bizim Kerem’i öyle göndermek içime sinmiyor. En iyisi yarın sabahtan arayayım son kez sesini duyayım. Düşün halimi. Koca medya patronu topitop gibi hareketler yapıyor. Sadede gelirsek… Şimdi girişte üniformanı alacaklar, bunu zaten konuştuk. Unutma diye tekrar ediyorum. Sana Nano-Üniforman yerine boş bir giysi verecekler. Hiçbir şeye erişemeyeceksin. Ne acil durum şok cihazı, ne data işleme, ne uydu bağlantısı. Sıfır. Eski model kafanda ne varsa öyle gideceksin. Ses kaydı alamayacaksın. Sadece yumuşak uçlu kalem ve defter. Röportaj sırasında mümkünse direkt gözlerine bakmamaya çalış. Yani…biliyorum. Salakça konuşuyorum, o kafeste bi sikim yapacağı yok ama yine de bu herifi biliyorsun. Lafını kesme, ama çok konuşmasına da izin verme. Sen sadece röportajını yap, işini bitir. Sonrasına bakarız. Her şey iyi olacak ya. Deli gibi para kazanacağım. Ben para kazanınca, sen de kazanacaksın. Kapitalizm böyledir. Şimdilik bu kadar. Oğlana kahvaltı hazırlamam lazım, etüde gidecekmiş. Rast gele.”

Hiperlop Treninin bilgi monitörüne baktım: Sincan Yüksek Güvenlikli Cezaevine dört durak kalmıştı. Yani 10 dakika sonra oradaydım. “Ta taam”. Midemde hem kemirgen hem de ısırgan bir heyecan vardı. Bu dümdüz, soğuk; sabah ayazının kırbaçladığı şehirde, insan olmaya dair hisleri hala yaşayabilmek, heyecanlanabilmek, sonu belirsiz şeylerin içine girmek, ruh idamı almış bir süper suçluyla röportaj yapabilmek vs…Eşsizdi. Notlarıma son kez göz atmak istedim. Patronu nasılsa çıkınca arayacaktım. Patronu değil başkasını arayıp soracak manitasal durumlar da yoktu. Ex hanımı arasam moraller çöker, Nano-Üniformamdan 2 antidepresan barı vurmak zorunda kalırdım. Etrafa baktım. Tren kalabalıktı. Mesaisine gitmeye çalışan mavi Nano-Üniformalı işçiler, beyaz Nano-Önlüklü öğrenciler, miktarı numunelik hale gelse de yeşil Nano-Üniformalı din adamları. Hepsi derilerine yapışmış semi-organik üniformalarınaa bağımlıydılar. Bağımlı oldukları için de mutluydular. Üniforma onlara sıcaklık, sağlık, bilgi ve hatta dünyaya ve üzerinde madencilik yapabildiğimiz 3-5 astreoidden total bir gelir getiriyordu. Karşılığında ise emek alıyordu. Sadece fiziksel emek de değil. Zihinsel emek. Hepsinin zihin güçleri ve kapasiteleri, dünyayı “düzene” koyan mega bilgisayarın ortak kaynaklarıydılar. Herkesin iyiliği, herkesin beyin gücüyle sağlanıyordu. Lenin görse mutluluktan ağlardı. Bu başka bir hikayeydi ama. Kendini özel zanneden artist insanlara yakışan onaylamaz baş sallamamla notlarıma döndüm.

Gerçek ismi Salih Kırmızı’ydı. Gerçek adından ziyade “kod adı” biliniyordu gezegendeki 8 milyar (küsuratı vardı) insan tarafından: Red_Archura. Galat-ı meşhur kullanıcı adını mitolojideki insanları gıdıklayarak öldüren orman cini Arçura’dan almıştı. Gerçek mesleği matematik öğretmenliğiydi. Ondan da gerçek mesleği yazılım korsanlığıydı. Bundan 10 sene önce Nano-Üniformaları hacklemeyi ve fark edilmemeyi başarmıştı. Bunda aslında sıkıntı falan yoktu. Devlet malı olan “temel vatandaş” üniformalarına zaten sürekli virüs girer dururdu. Biraz daha niteliklisi olan işçi, öğrenci, doktor, yönetici, mühendis Nano-Üniformalarına da girerdi hatta. Virüs bulaşınca, sistem anti yazılımını çalıştırır ve bazen kendinize 30 adrenalin vurdurarak kriz geçirmenize uğraşan, bazen tüm paranıza başka bir hesaba aktaran Nano-Üniformanızı temizlerdi. Hatta şanslıysanız…paranızı geri bile alabilirdiniz. Sorun Red_Archura’nın evrensel ağ üzerinden üniformaları hacklemesi değildi. Sorun, üniformalar üzerinden zihinleri (kendi deyişiyle ruhları) hacklemesiydi.

Bir insana istediğini yaptırmak, düşündürtmek, planlattırmak, üstelik bunu kendi iradesiymiş gibi sandırmak. Eğer film olsaydı, sıkıcı ve bayat gelirdi. Daha önce defalarca anlatılmıştı. Ancak devlet başkanına canlı yayında kafasına ateş ettirmek veya ülkede kaşık kullanmayı yasaklatmak (bunu hala neden yaptığını bilmiyorum) film sahnelerinden öte tatsız bir meseleydi.

Ultra güvenlikli cezaevine vardığımda sabah ayazı kesilmiş, yerini sabah 11 güneşi almıştı: gölgeler buz-güneş vuran yerler cehennemdi. Hiperlop trenden indim. Kendine güvenli adımlarla cezaevinin girişine doğru ilerledim. Kapıdaki iki Nano-Güvenlik üniformalıya izin kodlarımı okuttum. Tamamı yekpare metalden kapı açılarak Ortadoğu’nun en güvenlikli cezaevine giriş yaptım. Cezaevinde belki maksimum 100 suçlu vardı ama teknolojik altyapısı ve düşünce kayıt cihazları öyle yer kaplıyordu ki koca bir kampüse yayılmıştı.

Bu yüzden beni bir araca bindirdiler. Beş dakika da öyle gittik. Red_Archura’ya tahsis edilmiş hücre binasına vardığımda beni hapishane müdiresi Aylin Hanım’ın beklediğini gördüm. Haşin görünüşlü, yapılı bir kadındı. Manyakların arasında kala kala sertleşmişti. Kısacık beyaz saçları, boynunu kaplayan dövmeleri… Yüzük dolu parmakları. Bürokrasi kokan Nano Üniformasının içindeki güçlü duruşuyla etkileyiciydi.

Araçtan inince yanıma gelip, küt parmaklarını uzattı. “Hoş geldiniz Kerem Bey… Bu olayı uzun süredir bekliyorduk değil mi?”

“Aynen öyle Aylin Hanım. Aynen öyle. Sizlerin de yardımı olmasa bunu imkânı yok yapamazdık. İzin istediğimizle kalır dururduk.”

“Teşekkür ederiz çok sağ olun” Zeytin rengi Nano-Üniformasının içinde gülümsedi. “Biz bir şey yapmadık aslında. Tabi bakan beyler uygun görünce, bizler zevkle uygulayıcısı olduk. Bizim için de değişiklik oluyor yeni insanlar görmek…tanışmak”

“Sohbetimizi isterseniz röportajdan uzun uzun yapalım mı?” diye sordum. İçimden ekledim. “Tabi belki kahve eşliğinde… Yanındaki çam yarmalarıyla değil, baş başa. Özel format.” Hoş bir hanımın aklımı bulandırmasını (şimdilik) istemiyordum. Konuşmayı hızlandırmaya çalıştım: “Çünkü temelli misafirimizi bekletmek istemeyiz. Sonuçta ikimiz de bir yerde maaşımızı Red_Archura’ya borçluyuz”

Klasik ilerleyiş süreci. Aylin Hanım’ın Nano-Üniformasının onay verdiği güvenlik taramalarıyla önümüzde kapı üstüne kapı açıldı. Red_Archura’nın tek başına kaldığı hücre, “B Blok” isimli yapının içindeydi. Ve devlet dairelerindeki tüm B Bloklar gibi olabildiğince gri ve katıydı. Üçüncü kez kimlik taramam yapılıp, izinlerim kontrol edildikten sonra Aylin Hanım’ın kararında çatlamış, kalın sesini duydum: “Neredeyse geldik Kerem Bey. Bunlar maalesef bizi de sıkan ama adı üstünde zorunlu prosedürler.”

Kapıdaki iri yarı, siyah Nano-Üniformalı iki gardiyan bileklerindeki anahtarla kapıları açtılar. Nihayet Red_Archura’nın hücresinin olduğu kısma ulaşmıştık. Aylin Hanım yanıma sokuldu. “Şimdi sizden konuştuğumuz gibi Nano-Üniformanızı çıkartmanızı isteyeceğiz. Biliyorsunuz… Güvenlik prosedürleri. Sizin için ayarladığımız giysileri şuradaki kabinde bulabilirsiniz. Sonra da…”

Kaşlarım hafifçe çatıldı. “Sonra ne?”

Hapishanenin genç (orta yaşlı aslında ama ben de 20’lik delikanlı değildim) ve hoş müdiresi, Nano-Üniformasının cebinden küçücük bir kablosuz kulaklık çıkarttı. “Sonrası şu… Yasal prosedürler gereği size kayıtçıyı takmam gerekecek. Biliyorum hiç hoş değil” Sesini alçalttı…”Hatta sikik bir şey ama yapmak zorunda kalıyoruz”

“Bundan patronum bahsetmişti ama… Yine de rahatsız edici. Çok 1984 işi.”

Kayıtçı aslında yıllar önce Birleşmiş Milletler kararıyla yasaklanmıştı. Sadece çok çok çok özel durumlarda kullanılan bir makineydi. Kayıtçı’nın işlevi söylediklerinizi ve ondan önemlisi düşündüklerinizi -adı üstünde- kayıt etmekti. Yani “atıyorum” Aylin Hanım hakkında sapık şeyler düşünsem ki risk vardı: Aylin Hanım’ın bundan haberi olacaktı. Sıkıntıydı anlayacağınız.

Ama ne yapabilirdik ki? Patronu arayıp “Abicim iptal oldu. O iş yaş. Röportajı rakip internet siteleri yapsın ve para bassın. Biz de VR video galerimiz için barınaktan kurtulan sevimli pitbull haberlerine devam edelim” diyemezdim. İş hayatındaki herkesin patronuna bir kere artistik yapma hakkı vardı ama bugün o gün değildi. Eski karıma nafaka yetiştirmek için ve çocuklarımın babalarının yüzünü unutmaması için bu röportaj bana lazımdı.

Küçücük soyunma kabininde Nano-Üniformamı çıkarttım. Verdikleri pamuklu ve normal üniformayı giydim. Kendimi çıplaktan hallice hissediyordum. Gerçek pamuğun, sahici derimin üstündeki dikenli dokunuşu, hareket ettikçe kollarının bilekten yukarı sıyrılması, bel kısmının yürüdükçe aşağıya düşmesi vs… hepsi bana çok alışılmadık geliyordu.

Kabinden çıktım. Aylin Hanım kayıtçıyı nazikçe kulağıma yerleştirdi. Nano-Üniforması üzerinden kayıtçıyı çalıştırdığında elektrik aktarımının tepkimesiyle hafifçe irkildim. Ayaklarıma basit bir çift terlik de verince tam anlamıyla bir hastane hademesine benzemiştim. Binyılın teröristi, 5 yıldır hücresinden dışarı adım bile atmamış bir psikopatın karşısına hastane giysisiyle çıkacaktım.

Süper terörist arkadaşımızın hücresinin kapısındaydık. Red_Archura ile aramızda 3 katman ağır metal vardı. Kapıyı açmadan önce bileğimi tuttu Aylin Hanım. Çıplak, ince ve tüylü bileğimi. Nano Üniforma ile kaplanmış ve yapay modifikasyonlarla güçlendirilmiş versiyonunu değil. Sesindeki resmiyet sanki biraz daha azalmıştı. “Kendinizi tehlike altına hissederseniz, sadece şu kelimeyi düşünün: KAMİKAZE. Bunu acil yardım çağrımız olarak belirledik.”

Kamikaze. Aklımda tutardım, kolaydı da bu “sakın kırmızı düğmeye basma!” sendromu doğurmaz mıydı? Biz de boş adam değildik, bilirdik psikolojideki paradoksal senaryoları. “Ya ben her şeye okeyim ama şimdi siz Kamikaze deyince, mantıken ben sürekli Kamikaze kelimesini düşünürüm. Haksız mıyım?”

“Normal olarak haklısınız. Zaten hücresi kameralarla sürekli izleniyor. Üzerinize atlarsa görürüz, o mesele değil. Mesele aklınıza girmeye çalışırsa, ya da felaket senaryosu tarzında bir şey gelişirse diye. Bir kere değil, üst üste iki kere KAMİKAZE kelimelerini geçirirseniz aklınızdan… Hemen müdahale edeceğiz”

Becerebildiğim en cool ama en sıcak, en sıcak ama en cool şekilde gülümsemeyi yüzüme yerleştirdim. Üç katmanlı, kabartmalı, metal alaşımlı granit kapıya sanki arkasındaki adamı görürmüş gibi ince bir bakış attım. “Kamikaze. Hatta iki kere: Kamikaze, Kamikaze. Bunu aklımın en iyi yerine yerleştirdim Aylin… Eğer önünde zor bir şey varsa, sizler ne yapıyorsunuz bilemem. Ama ben şunu yaparım: Onunla yüzleşirim.”

“Gerçekten mi? Hadi lan oradan” diye geçirdim içinden. Sonra da kayıtçının aktif olduğunu hatırlayarak hoş bir kahkaha koyuverdim.

2033 yılında ölüm cezası BM Hükümeti tarafından tüm dünyada tamamen kaldırılmış, idam cezası alan bütün suçluların infazları müebbet hapse dönüştürülmüştü. Buna hala idamı savunan ülkelerin tepkisi şöyle olmuştu: Dünyanın en küçük müebbet hücrelerini tasarlamak. Tıpkı Salih Kırmızı aka Red_Archura’nınkinde olduğu gibi…5 metrekarelik tamamı kurşun geçirmez camdan oluşan hücresinde beşinci yılını tamamlamıştı. Hücresine bağlı ikinci bir mekan daha vardı “spor salonu” olarak kullandığı; yürüyüşlerini, küçük antrenmanlarını ve egzersizlerini yaptığı. Malum, basit Nano-Üniformanın bile gerçekleştirebildiği kas egzersizlerinden yoksundu. Maalesef görünüşü de egzersiz yaptığına dair fazla işaret vermiyordu. 50 yaşındaydı. Gözünde kemikli bir gözlük taşıyordu. Saçları beyazlamıştı, yer yer araya griler sızmıştı ama vardı. Çökük avurtları, sarkmış göz kapakları, zeki gözleri ve küçük burjuva burnuyla sempatik görünüyordu. Arkadaş olmak istediğiniz bir sempatiklikte değildi. Daha ziyade arızalığını bildiğiniz, kafanız güzelken takılmak istediğiniz; tekrar görüşene kadar aramasını-sormasını istemediğiniz tarzdaydı. Üzerimde hademe önlüğüm, kolumun altında defterim ve kalemimle hücresine girdim. Beni ayakta bekliyordu. Koluyla sanki Kuşadası’ndaki yazlığından içeriye davet ediyormuşçasına hücresini gösterdi.

“Kerem Bey… Merhaba. İçeri geçin.” El sıkıştık. Nasırsız elleri hafifti. Bana ayrılmış tabureyi gösterdi. Kendisi de karşıdaki tabureye oturdu, gözlüklerini düzeltti ve kollarını önünde kavuşturdu. Parlak gözleriyle hareketlerimi takip ediyordu. Sakince önümüzdeki sehpaya defteri ve kurşun kalemi koydum.

“Kaç dakika planlıyoruz sohbetimizi Kerem Bey?”

“30 dakika olarak anlaştık. Neden sordunuz?”

Cam duvarına yansıtılmış dijital saati gösterdi. “İkindi uykumu kaçırmak istemiyorum. Çünkü kafamın içinde olmadıkları tek zaman o zaman. Anlayışla karşılayacağınızı düşünüyorum.”

Kalemi elime aldım ve yazmaya başladım. Sonra da ilk sorumu sordum. “Sürekli kafanızın içinde sizi takip etmeleri rahatsız ediyor olmalı?”

Belki 30 saniye, belki 1 dakika gözlerini kapalı tuttu. Açtı ve cevap verdi. “Ediyor. Patolojik olarak tüm hayatımızı başkalarının ilgisini çekmek için harcıyoruz. Türümüzün devamı için yapmak zorundayız. Sonra…bir şeyler oluyor. Herkes senin kafanın içinde olmak istiyor. Kafamın içinde bir şey olduğu da yok.”

“Bu olayı sanırım kendinize zarar vermeyin diye yapıyorlar. Yani, intihar edebilirsiniz…ya da sizinle ilgilenen başkalarına zarar verebilirsiniz”

İnce ve uzun kollarını pazı şekline getirdi. Eliyle, yumurta gibi çıkmış minicik kasını gösterdi. “Sizce öyle bir fiziksel gücüm var mı? Ben rahmetli babama bile sesimi yükseltemedim. Üstelik gayet taş kafa bir adamdı. Biz bilgisayar çocukları kendi kendimize hırs yapar dururuz. Sonra da gece ağlayarak uyuruz. Tuzlu tuzlu…”

“Nano-Üniforma sistemini hacklemeye bu yüzden mi karar verdiniz? Kimseye, mesela babanıza bağıramadığınız için…”

Göğsünde kavuşturduğu kolları kasılmıştı “Hayır, hayır. Hayır. Ben homoseksüel eğilimleri olan bir ergen değilim.” Taburesinden kalkarken elleriyle dizlerinden güç aldı. “Bakın, size manşet bir cümle vereceğim: Red_Archura olarak tek amacım insanlığı kurtarmaktı. Ellerini ceplerine koydu. “Buna iyilik hareketi diyebilirsiniz” Sırıttı.

Dijital saate göre vaktimizi yarılamıştık. Kalemi bıraktım. Sıkmaktan avuçlarım terlemişti. Hafızamı yokladım ve Nano-Üniforma sisteminin hacklemesinden sonra olanları hatırladım. Toplu intiharlar. Histeri krizine giren gençler. Okulunu basmaya karar veren eski öğrenciler. Kocasının üzerine kaynar su dökmeye yeltenen eşler. Boşaltılan ve halka dağıtılan Dicoin Bankaları ve “Ben peygamberim” diye ortaya çıkan ünlü aktörler. Cinayet işlemenin karşılığını ceza kanunundan çıkartmaya çalışan hukukçular.

“İyilik hareketi mi” diye sordum. Ben de ayağa kalkmıştım. Neredeyse burun buruna gelmiştik. Öpüşmeyle, yumruklaşma arasındaki bir ipte yürüyorduk. “Sanırım ne yaptığınızın farkında değildiniz? Ben de zaten bu yüzden buradayım. Normal bir vatandaş gibi soracağım. Sizden de normal bir cevap bekliyorum” Saati gösterdim: “Bana felsefecilerden cümle satmaya çalışmadan yapalım ki vakit kaybetmeyelim.”

Hayalet elleriyle omzumdan tuttu. “Aptala anlatır gibi diyorsunuz yani Kerem Bey, öyle mi?” İki kez koluma vurdu “Siz zorla yaptırdınız ama bu espriyi. Kızmayın bana. Neyse. Tamam… Garry Kasparov’u tanırsınız değil mi?”

“Satranç şampiyonu gibi bir şey işte. Rus’tu sanırım…”

Gözlüğünü çıkartıp, gözlerini ovdu bir süre. “Aslında Ermeni asıllı Rus ama önemli değil. Çocukken babamla sürekli ‘Kamikaze’ adını verdiğimiz bir satranç oyunu oynardık. Oyun özetle şuydu: Kazanan kaybedene okkalı bir tokat patlatıyor.” Eliyle yüzünü tuttu. Devam etti. “Rahmetli babam da matematik öğretmeniydi. Dahi ama uyumsuz bir tipti, akademik çevrede pek tutunamamıştı. Okuldan okula sürekli sürülüp duruyordu. Biz de onun peşinde. Annem zaten zayıf, sessiz bir kadın işte. Ağzı var dili yok tarzında. Babam bana takmıştı kafayı. Derslerim falan iyiydi. 4 yaşında önüme satranç tahtasını koydu, bizzat kendisi öğretti. Sonra da bu Kamikaze oyununu oynamaya başladık”

Anlatırken gözleriyle taradığı uyduruk halıdan başını kaldırdı. İyi malzeme geldiğini hissediyordum. Dicoin basacaktı röportajım. “Red_Archura’dan itiraflar: Babam deliydi” Kabul ediyorum, daha iyi bir başlık düşünmeliydim. Devam ediyordu Red_Archura. Belki de benden çok onun ihtiyacı vardı buna. “Kamikaze’de uzun süre sürekli yenildiğimi tahmin edersiniz. Çene kemiğim 2 kez falan yerinden çıkmıştı Kerem Bey. Ayrıntıları bende kalsın. Sonra hayatımı değiştiren bir video seyrettim okul kütüphanesindeki bilgisayarda”

Susmuştu. Az vaktimiz kalmıştı. Aylin Hanım her an zeytuni Nano-Üniformasıyla içeri girebilirdi. Red_Archura’nın söylediklerinin kaydedildiğini hatırladım neden sonra. Karşımdaki adam ne kadar manyaktı bilmiyordum. Yeni biriyle tanıştığında donunun markasına kadar paylaşan asosyallere benziyordu.

“Devam edebilirsiniz. Video diyordunuz en son. Video izlediniz ve…”

Başını kaşıdı. “Aaa. Evet. Daldım işte. Video özetle şöyleydi: Garry Kasparov, Deep Blue isimli bilgisayara yenildikten sonra kafayı yapay zekâya takmış. Serbest satranç diye bir şey geliştirmiş. Bilgisayar yardımı alarak rakibinle satranç oynuyorsun. Sonra da bir turnuva düzenlemiş. Dünyadaki bütün büyük ustaları çağırmış, onlara süper bilgisayarlar vermiş ve demiş ki ‘En iyi zihinleri, en iyi bilgisayarlarla birleştirdim. Bakalım ne olacak?’ Sonuç ne çıkmış biliyor musunuz?”

“Bilmiyorum ama tahmin ediyorum: Yine en iyi olan büyük usta kazanmış. Bilgisayarların etkisi olmamış. Daha doğrusu eşit etkisi olmuş. Fark yaratmamış” Red_Archura vahşi bir kar kaplanı gibi hızla ayağa kalktı. “Hayır…Turnuvayı ABD’den kendi uyduruk bilgisayarları ile katılan iki kardeş kazanmış. Satrançta rok yapmayı bile bildikleri bile şüpheliymiş.”

İkimiz aynı anda dijital saate baktık. “Hızlanıyorum” dedi Red_Archura “O iki bilgisayarcı kazanmış çünkü en iyi satrancı onlar bilmiyormuş ama bilgisayarı en iyi onlar kullanıyormuş. İşbirliği… Bu dünyada yenilemeyen tek şey. Uyumsuzluk değil. Uyum.”

Yavaşça ve her adımında karizmasını hissettirerek arkama geldi. “Bunun hayatıma olan etkisini tahmin ediyorsundur. Bilgisayar işine kendimi verdim. Satranççı bilgisayardan öğrendim. Yazılım, donanım, programlama vesaire vesaire. Her şeyini kaptım. Babamı Kamikaze’de tokat manyağı yaptığımı belirtmeme gerek yok. Piç beni evden kovana kadar uzun süre çenelik kullanmak zorunda kaldı.”

Önümdeki defteri kapattım. “Sizi anlıyorum, serin hikaye…o da kabul. Ama ben hala Nano-Üniformaları neden hacklediğinize dair cevabımı alamadım”

“Düşünsen bulursun. İşbirliği…” Gözleri tekrar şeffaf camın dışına kaydı. Camda aslında ‘gerçek’ bir görüntü yoktu. Sabahattin Ali’nin Aldırma gönül şiirini yazdığı Sinop Cezaevi gibi deniz dalgalarının mahzun sesi de yoktu. Bu sebeple, biraz da Red_Archura’nın moralini bozmak için alakasız zamanlarda mutlu görüntüler veriliyordu: Parkta oynayan çocuklar, eğlenen insanlar, kucaklaşan çiftler vs.

“Nano-Üniformalar… Makinelerle işbirliği yapabilecekleri bir araç. İnsanlar işbirliği yapabilecekleri üniformalarına kavuşmuşlardı. Ama ne yaptılar? Daha iyiye ulaştılar mı? Geliştiler mi, onları ezenleri, zorlayanlara derslerini verdiler mi? Hayır. Aynı salak hayatlarına devam ettiler.” Parmaklarını kütürdetti. “Ben de onlara ellerindekinin değerini hatırlattım. Yani, cidden iyilik yaptım. Farkındayım bu kendini feda etmeyi gerektiren bir davranıştı ama birisi yapmalıydı.”

Vaktimiz dolmuştu. Aylin Hanım’ın içeriye girmesini bekliyordum. Tekrar saate baktım ve hafifçe sarsıldım. Çünkü Aylin Hanım’ın içeriye 15 dakika önce girmesi gerekiyordu. Süreyi almıştık. Ne oluyordu, bir terslik mi vardı?

Red_Archura’nın yüzünde müstehzi bir dudak kıvrımı vardı. Evet, bir terslik vardı.

“Kamikaze, Kamikaze”

Pamuklu Kumaşa Özlem” için 7 Yorum Var

  1. Merhaba;
    Öncelikle Seçki’ye hoş geldiniz. Çok güzel bir öykü. Geleceği resmederken hâlâ hapishanelerin, hâlâ üniformaların olması ne moral bozucu! Yarattığınız ortam son derece inandırıcı. Ben çok sevdim öykünüzü. Gelecek seçkilerde öykülerde buluşabilmek dileğiyle…

  2. vay be. nazik sözleriniz için teşekkür ederim nurdan hanım. aslında canım george lucas’ın star wars’ta yaptığı gibi aynı filmi 150 kere üzerine oynamak, değiştirmek istedim ama mümkün değil 🙂

  3. Sarkastik salaş bir tarz ve güzel betimlemeler. Finali de gayet başarılı. Tebrikler.

  4. Bu arada kamikaze bağlantısı ayrıca başarılı önce biraz zorlama gelmişti ama sonra satranç hikayesi, kendisini feda etmesi ve finalle birlikte çok ciddi bir bağlantı olduğu anlaşılıyor. Bunu önce yazmayayım dedim ama bunu duymak sizi de mutlu edecektir diye yazıyorum.

  5. Merhaba,
    Güzel bir öyküydü. Sürükleyici, yaratıcı ve keyifli. Azılı bir suçlu ve röportaj kısmı, Hannibal Lecter’ı çağrıştırdı bana. Bilimkurgusal öğeleri, o atmosferi güzel vermişsiniz. Öyküde biçimsel olarak sayıların yazımı biraz göze batıyor, rakam yerine yazıyla verseydiniz daha hoş olurdu.
    Genel olarak başarılı bir öykü.
    Kaleminize sağlık.

    1. kuzuların sessizliği’nden daha çok mindhunter’dan öykündüğümü söyleyebilirim. ve sayılar bundan sonra rakamla değil yazıyla 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *