NOT: Bu öyküyü daha iyi anlayabilmeniz için PARADOKS 1: KEŞİF ve PARADOKS 2: SORUŞTURMA adlı öyküleri okumanız devamlılık açısından yararlı olacaktır.
Tuğçe’yle Fatma, İzlanda uçağındaydılar. Uçağın inmesine yarım saat kalmıştı. İkili, işle ilgili mevzulardan çene çalıyordu. Tuğçe:
“Sinem’le neden kavga ettin? Bu arada onun adı Sinem miydi yoksa Gözde miydi?”
“Biri ilk adı, diğeri göbek adı. Senin hakkında abuk subuk konuşuyordu. Utanmasa seni Efe’nin yakalanmasının suçlusu ilan edecekti. Bir de benim tipimle alay etmeye kalkıştı.”
“Kendisiyle tanışmadım bile. Benimle alıp veremediği ne?”
“Gözde, Efe’den hoşlanıyor ve Efe’nin de sana karşı ilgisinin olduğunu sanıyor. Bu yüzden kıskanıyor. Bir de Efe’nin yakalanmış olmasının üzüntüsü var.”
Tuğçe şaşkınlığını gizleyememişti.
“Efe’yle aramda bir şey yok. Olamaz da.”
“Gözde böyle biri işte. Nedensiz kıskançlıkları var. Asıl gülünç olan, kendisinin de bildiğim kadarıyla Efe’yle ilişkisi yok. Ona sahip değil ama öyleymiş gibi davranıyor.”
“Ama sen de dedin işte. Bildiğim kadarıyla!”
Fatma bu konudan sıkılmıştı, INC’den söz açtı.
“INC’nin kayıtlarını kopyalayacağız ve hiç kimse bize hiçbir şey sormayacak. Nasıl?”
“Metin bir giriş kartı ayarlamış. Birinci seviyeden. Nasıl yapmış´bilmiyorum ama kimse bize bir şey sormayacak. Esperanto ile aran nasıl?”
“Hiç bilmiyorum.”
Tuğçe’nin bir kaşı kalktı.
“Nasıl? Kurumun her üyesi bilmek zorundadır.”
Fatma en çirkin sırıtmasını takındı.
“Türkiye şubesi böyle işte. Bizde kurallar çiğnenmek içindir.”
“Bunun Efe’ye has bir şey olduğunu sanıyordum.”
* * *
Keflavik Uluslararası Havalimanına indikten sonra vakit kaybetmeden bir araç kiraladılar. Ülkenin kuzeyinde, INC’nin bulunduğu Raüfarhöfn kasabasına yol aldılar. Yol boyunca hiç konuşmadılar. Tuğçe arabayı sürerken dikkatinin dağılmasını istemezdi. Fatma’ysa İzlanda manzaralarını seyretmeyi tercih etmişti.
Geldiklerinde kasabanın dışında, denizin kıyısında dev bir kale buldular. Yaklaşık yirmi katlı bir apartman yüksekliğindeydi ve beş yüz metrelik bir alana yayılmıştı. Beton ve metal abidesiydi. Dikenli tellerle çevrilmişti.
Fatma, kaleye şöyle bir baktı ve kısa bir ıslık çaldı.
“Vay anasını” dedi. Daha sonra Tuğçe’nin azarlayan bakışlarıyla karşılaşınca “ne oldu” dedi.
“Erkekler gibi kaba saba konuşmandan hoşlanmıyorum.”
“Kusura bakma, Efe’den bulaştı.”
Kapıya geldiler, güvenliğe giriş kartı ve kimlikleri gösterdiler. Tuğçe, Esperanto dilinde bir şeyler söyledi ve kapı açıldı. Fatma:
“Neden Esperanto?”
“Kurumun dünya çapında olduğunu, hatta pek çok zamanda faaliyet gösterdiği düşünülürse iç iletişimde kullanılması için öğrenmesi basit ve evrensel bir dil lazımdı. Bu yüzden.”
Kalenin içinde uzun ve karanlık bir koridordan geçtikten sonra dar asansöre binip on altı kat aşağıya indiler. Fatma, “INC yeraltındaysa bu kocaman kaleyi neden yaptılar” diye düşünmeden edemedi. Asansörden ayrıldıktan sonra yine uzun ve karanlık bir koridordan geçtiler, sunucu odasına ulaştılar. Tuğçe, kapının kenarındaki konsoldan kartını okuttu, kilitler açıldı.
İçeri girdikleri anda mekanik bir sesin “hoş geldiniz” dediğini duydular. Fatma:
“INC, Türkçe mi biliyor?”
Tuğçe başını çevirmeden:
“O bütün dilleri biliyor.”
INC’nin sesi tekrar duyuldu.
“Şu an var olan ve bir zamanlar var olmuş binlerce dili veritabanımda saklıyorum. Giriş kartınız Türkiye’den geldiğinizi söylüyor. Bu nedenle sizi kendi dilinizde karşılamak istedim. Türkçemi beğendiniz mi?”
Fatma:
“Çok iyi.”
Tuğçe:
“Zamanımız yok. İşe koyulalım. INC, ışıkları aç.”
Işıklar açıldı. Neredeyse futbol sahası büyüklüğünde bir odanın içinde olduklarını o zaman anladılar. Oda, sunucu bilgisayarın parçalarından oluşan bir labirent barındırıyordu. Her tarafta ışıklar yanıp sönüyordu. Bu sırada Fatma Tuğçe’nin kulağına eğildi. “Belki de onunla emir kipinde konuşmamalısın. Buraya ondan yardım istemeye geldik.”
Tuğçe, Fatma’ya tersleyen bir bakış attı. Aynı anda INC’nin sesi duyuldu: “Sorun değil. Alışığım ben buna.”
Tuğçe, labirentin köşesindeki bilgisayarın başına geçmişti. Fatma da arkasından onu izlemeye başladı. Tuğçe, bilgisayara küçük bir taşınabilir disk taktı. INC’ye seslendi.
“Bütün resmi görevlerin kayıtlarını buna yüklemeni istiyorum.”
“İki yüz bin sekiz yüz altı kayıt bulundu. Hepsi diskinize yüklenecek. Onaylıyor musunuz?”
“Onaylıyorum.”
Tuğçe beklemeye başlayacaktı ki “işlem tamamlandı” uyarısı aldı. Fatma “ne çabuk” dedi. Tuğçe:
“O bir kuantum süper bilgisayar.”
Fakat işleri burada bitmemişti. Tuğçe, komut satırını çalıştırdı. Bu sefer resmi olmayan kayıtları indirdi. INC bunları vermezdi. Bu nedenle komut satırını açmıştı. INC yine de ne olduğunu anlamıştı.
“Bu yaptığınız eylem yasadışıdır.”
“Yasadışı görevler yasadışıdır. Bunların hepsini inceleyeceğim. Eğer ciddi bir şey çıkarsa sen de mahkemede ifade verebilirsin.”
Fatma’yla gülümseyerek bakıştılar. Bir bilgisayarın mahkemede şahitlik yapması fikri ikisinin de hoşuna gitmişti.
“İşimiz tamamlandı. Hadi eve gidelim.”
* * *
Metin, yirmi sekiz eylül bin yedi yüz otuzdaki İstanbul’a gelmişti. Efe her ne kadar bir gün sonrasını söylemiş olsa da isyan ortamından dolayı Metin önceden gidip hazırlıklı olması ve hatta mümkünse mesajı önceden alması gerektiğïni düşünmüş ve yirmi sekiz eylüle gitmişti. Öğleden sonraydı, hava sıcaktı. Metin, Bayezid Camiinin Kaşıkçılar Kapısı tarafındaki bir evde saklanmıştı.
Zaman gözlemcisi olmanın çok daha farklı bir sinema deneyimi olduğu üzerine bir teori geliştirmekle meşguldü. Zamanda yolculuk ediyor, bir olay seyrediyor ama asla müdahale etmiyordu. Ama olay gözlemcinin olduğu yerde yaşanıyordu. Filmi izlemek değil de yaşamak gibi bir şeydi. Bununla birlikte yaptığı iş, sinema salonuna kamerasını gizlice sokup filmin korsan kopyasını çıkaran adamın yaptığı işe benziyordu. Gözlemciler de kimseye göstermeden kameraları ile her şeyi kaydediyorlardı. Metin de bugün gelirken kamerasını yanına almıştı. Sadece Efe’nin mesajını aramayacaktı. Gelmişken isyanın başlangıcını da görüntüleyecekti.
Kalabalık karşıdan görünmüştü, şehir merkezine doğru yürüyüşe geçmişlerdi. Metin de elindeki kamerayı çalıştırdı, olayları kaydetmeye başladı. Kalabalık, Osmanlıca bağırarak kameranın önünden geçti. Tabii ki kamerayı fark etmediler. Yaklaşık on beş dakika içinde bütün kalabalık geçip gitmişti. Metin kamerasını kapatıp sakladı. Dışarı çıkmadan önce aynada kıyafetini düzeltti. Aynadaki yansımasına bakarken pişkince sırıttı. Müsamereye çıkan ilkokul çocukları gibi hissediyordu, çünkü dönemin tarzına uygun giyinmişti. Ucuz bir kaftan ve kafada bir kavuk.
Bir faytona bindi ve tarihi yarımadadaki Üçüncü Ahmet Çeşmesine geldi. Çeşme, Topkapı’nın giriş kapısıyla Ayasofya arasındaydı. Perayton ismindeki bir Bizans çeşmesinin yerine bin yedi yüz yirmi dokuzda Mimar Ahmet Ağa’ya inşa ettirilmişti.
Metin, oraya geldiğinde sarayın kapılarının kapandığını gördü. İsyanın başladığı haberiyle hanedan ve saraydaki görevliler tedbir için içeri çekilmişlerdi. Ortada kimseler yoktu. Sadece nöbet tutan birkaç yeniçeri vardı ve onlar da çeşmeden su içen kendi halinde bir adama karışmazlardı. Metin, çeşmeye yaklaştı. Zincirle tutturulmuş demir tası kullanarak önce susuzluğunu dindirdi. Başını kaldırıp tekrar saraya doğru baktı. Nöbetçiler onun zararsız olduğuna kanaat getirip başka yöne bakmaya başlamışlardı. Metin bu fırsattan yararlanarak Efe’nin sakladığı mesajı aramaya başladı.
Üçüncü Ahmet Çeşmesi, dikdörtgen bir yapıdaydı ama kenarları yumuşatılmıştı. Ahşap saçaklı bir çatısı ve üstünde kubbeleri vardı. Ve tabii çeşitli süslemelerle donatılmıştı. Metin, buraya gelmeden önce bunların hepsini araştırmıştı zaten. Hatta yirmi ikinci yüzyılda çeşmeyi bizzat gidip görmüştü. Bu yüzden nereye bakacağını biliyordu, aradığïnı bulmakta zorlanmadı. Üstteki mukarnaslı kuşak ve onun üstündeki çini kuşağın arasına göze çarpmayacak şekilde bir levha yerleştirilmişti.
Metin, levhayı söküp baktı. Üstünde Esperanto dilinde bir not vardı.
Aşağıda belirttiğim yer ve zamana git. Kayıp bir medeniyetin izlerini bulacaksın. Aradığın şey orada, ama dikkatli ol.
İşte aradığı şey buydu. Levhayı cebine attı, oradan uzaklaşmaya başladı. Giderken bir kez daha Ayasofya’ya bakmayı ihmal etmedi. Aklına Lale Devri’nin büyük şairi Nedim’in beyiti geldi:
Bu şehr-i Sıtanbûl ki bî-misl-ü behâdır
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır
“Sahi ya, Nedim’e ne olmuştu” dedi kendi kendine. Patrona Halil İsyanı sırasında öldüğü düşünülüyordu ama farklı görüşler de vardı. “Gelmişken bunu da araştırsam mı” diye düşündü.
*
Hasan toplantı masasında ateş püskürüyordu. Bir yandan da elindeki iskelet anahtarlığı sallıyor, gürültü çıkarıyor ve ekibinin moralini daha çok bozuyordu.
“Birkaç gün yurtdışına çıktım işleri bombok etmişsiniz. Metin kafasına göre Lale Devri’ne gidiyor, Tuğçe’yle Fatma İzlanda’daki merkeze gidiyor… Siz ne halt ettiğinizi sanıyorsunuz!” En sonunda yumruğunu masaya vurmuştu. Derin bir nefes aldıktan sonra kaldığı yerden devam etti.
“Kim verdi Metin’e bu yetkiyi? Ne işi var onun orada? Zaman makinesi için onay kartını nasıl çıkarttı?”
Masadaki herkes suskundu. Herkes başını önüne eğmiş, fırtınanın dinmesini bekliyorlardı ama dinecek gibi değildi. Hasan bir daha kükredi:
“Konuşsanıza lan!”
Gözde sesi titreyerek cevap verdi:
“Efe, ona bir mesaj bırakmıştı. İki bin on beşe gidip o mesajı aldı önce.”
“Haberim var. Ben izin vermiştim. Sonra?”
“Sonra döner dönmez bu sefer bin yedi yüz otuza gitti. Hiç kimseye bir şey söylemedi.”
“Ve siz de sadece seyrettiniz. Ne bir şey sordunuz, ne engel oldunuz, ne de bana haber verdiniz.”
Hüseyin karşılık verdi. Sesinden sinirli olduğu anlaşılıyordu. Küçük çocuklar gibi azarlanmak onu kızdırmıştı.
“Engel olamayacağımızı biliyorsunuz. Ayrıca ne olduğunu sorduk ama cevap verdi. Ne yapsaydık, zorla mı cevap alsaydık? Size haber vermedik, çünkü zaten adamın elinde gidiş kartı vardı. Dolayısıyla sizin de haberiniz vardır diye düşündük. Zamanda yolculuk için onayı nasıl aldığını biz de bilmiyoruz. Eğer varsa bir cevabınız siz söyleyin. Yoksa da bize bağırıp çağırmayı kesin ve gidin bilim kuruluna hesap sorun.”
Hasan biraz yumuşamıştı. Hüseyin’in çıkışı işe yaramış, Hasan geri adım atmaya hazır hale gelmişti. Konuyu değiştirdi.
“Peki Tuğçe’yle Fatma’nın INC’yle ne işi var?”
“Onu da bilmiyoruz. Haberi sizden aldık zaten. Geldiğinde kendilerine sorarsınız.”
“Geldiğinde onları odamda istiyorum. Hiç oyalanmadan beni görecekler. Üçü de…”
Herkes kısık sesle “anlaşıldı” dedi.
“Size bir de kötü haberim var: Bundan sonra silahlı faaliyet göstereceğiz. Ona göre hazırlanın. SGT’nin peşine düşeceğiz.”
Herkes hayretler içinde birbirine baktı. Osman:
“Bizim ne işimiz olur zaman polisliğiyle? Biz sadece gideriz, kimseye görünmeden gözlemleriz ve döneriz. Biz bilimciyiz.”
Hasan:
“Artık değiliz. Karar böyle. Yeni şartlara uyum sağlayanlar işe devam edecekler. Diğerleri kendilerine yeni bir iş arayabilir.”
Selim:
“Kurumu zaten çok büyük bir güce hükmettiği için tehlikeli bulanlar var. Bu karar onların ekmeğine yağ sürer.”
Hasan:
“Kararı kurum almadı. Zaten böyle bir karar alma yetkisi yok. Kurumumuza bu yetki, Üçüncü Birleşmiş Milletlerin Güvenlik Konferansında gizli oturumda verildi. Bence doğru bir karar bu. SGT’yi durdurmak için radikal önlemlere ihtiyaç vardı. Hayırlı uğurlu olsun.”
Devam edecek…
Selam Okan,
Geçen ay merak etmiştim. Patrona Halil’de neler olacak diye. Keşke biraz daha girseydin. Nedim’le karşılaşsaydılar mesela. Keşke… (okur şımarıklığı diyelim buna :). bunun dışında kurgu gitikçe kompleks bir yapıya bürünüyor bence çok başarılı bu anlamda. Tuğçe ana karakter sanmıştım ama en az onun kadar güçlü başka karakterler de var. Bu yüzden kimi takip edeceğime karar veremedim henüz. Çoklu ana karakter yönetimi yapamam mesela ben. Sen nasıl ilerleyeceksin merak ediyorum. Hasan konusuna biraz bakmak istersin belki. Karakterler arasında hikayedeki resme tepeden bakabilen tek kişi. Bunun karakterine yönetici olarak bir şekilde yansıması gerekmez mi? Yoksa onu yönetim konusunda ayıf üstlerinin şamar oğlanı gibi bir tip oluşmaya başladı gözümde…
GST meselesi: Agents of Sheild’in Hydra’sı gibi bir örgüt canlandı gözümde. Şuan merak ettiğim şeylerin başında bu geliyor.
Bu arada bölümleri ve olayları birbirinedn ayırıp çok güzel düzenleyip hap gibi veriyorsun. Clive Cussler romanlarını hep sevmişimdir bana onu hatırlattı.
İskelet anahtarlığı harika bir monte.. 🙂
Bir daha ki ay daha uzun yaz lütfen…
Sevgiler, Dipsiz.
Yorumun için teşekkür ederim Dipsiz.
Clive Cussler hiç okumadım. Ama beğendiğin bir yazara benzetmen gururumu okşadı. 🙂
Evet, Tuğçe tek önemli karakterimiz değil. Ve karakterler çeşitlenecek. Hasan’ınsa başka karın ağrıları var. Neden öyle davrandığı sonraki bölümlerde açığa çıkacaktır. SGT’ninse şimdilik peşindeyiz. Diğer bölümlerde yavaş SGT ile ilgili doğan soruları cevaplamayı amaçlıyorum. Patrona Halil İsyanına çok ayrıntılı yer vermedim. Çünkü o asıl konu değildi. Zaten bir yerden sonra tarihteki olaylar asıl önemini kaybediyor, oraya başka amaçlarla gidiliyor.
Eveti bu bölüm biraz kısa oldu. Sonraki bölümlerde biraz daha uzun yazmaya çalışacağım.