Öykü

Parodiyak

Efsane, kimileri için hayal kimileri için gerçeğin gizlenmiş söylevidir. Güçkin o gece, efsanenin en sadık gerçeğinin tarafındaydı. Kardeşi Azil, gözlerindeki parıltıdan anlardı; bu geceki parıltı yarının habercisiydi. Güçkin’in bakışları, anacağının anlattığı hikâyeden kuşkusuzdu. Zihninde dönen görüntüler Azil için ayan beyandı.

Güneş -her zaman olduğu gibi- vahadan nasibini esirgememişti. Kuşluk vakti sıcak, derilerden kemiklere kadar işliyordu. Herhalde o saatte divanın bu iki kardeşten başka misafiri yoktu. Anacıkları onları hoşbeş diliyle sesledi. Ağabey Güçkin kardeşinin göz kapaklarına öncülük etti. Ayağa dikildi. Tuniğini sırtına geçirip kemerini sıktı. Beyaz sarığını kafasına sardı. Sarığın altında kahverengi teni parlıyordu. 12 yaş için bile fazla sıskaydı.

Midelerini dolduran kardeşler sini başından kalktılar. Azil, Güçkin’in aklından geçenleri biliyor ve ürperiyordu. Çarıklarını giyip avluya indiklerinde bilcümle hurma ağacının yanına koşturdular. Azil harazayla ağabeyinin koluna asıldı: “Dur ağabey! Efsaneye inanmadın değil mi? Bizi bu saçma hurafenin peşinden sürüklemeyeceksin ya…”

“Sakin ol kardeş. Elbette ki kesinkes doğru olduğunu düşünmedim. Ama yapacak daha iyi bir meşgalem de yok.”

“Seninle gelmeyeceğim!”

“Gelme.”

“Gitmene de izin vermeyeceğim!”

“Giderim.”

“Bu kimin duvar kenarında uyuyacağı gibi basit bir durum değil. Bu konuda inat edemezsin. Bu sefer yenilmem.”

“Bence sen inat etme kardeş. Ben gideceğim. Sen de biliyorsun. Ve sen geleceksin. Bunu da ben biliyorum.”

“Asla!”

İki saat kadar sonra ceylan derisi keseleri altın, hurma ve su matarasıyla dolu olarak çölün kumunu yutuyorlardı. Azil istediği meyve alınmayan süt çocuğu gibi dudak asıyordu. Güçkin’in hissiyatı ağır basmıştı. İnat duygusu bazen faydalıdır.

Yol oldukça çetindi; ancak şehir fazla bir mesafe gerektirmiyordu. Bir deveye dahi ihtiyaç arz etmeden, azca bir vakitle Peşmir’in kubbelerini gördüler. Hızlanarak, gördükleri ilk içmeye dudaklarını dayadılar. Kana kana içtiler. Sularını tazelediler. Kendilerine gelir gelmez pazara daldılar. Aradıkları bir halı tecimeniydi.

Pazarı nargile, tütün, zencefil, baharat, çemen ve esans kokusu kaplamıştı. Kalabalık çelimsiz kardeşlerin üstüne doğru geliyordu. Bu hengâmede aradıkları tecimeni bulmaya gayret ediyorlardı. Etraf çerçiden geçilmiyordu. Kimi en kıymetli kehribarın kendisinde olduğunu, kimi benzersiz aynalarının vaki olduğunu çığırıyordu. Kadınlar peçelerinin ardından pazarlık yapıyor, erkekler kıraathanelerde bıyık sarartıyorlardı. Azil yorgunluktan sendeleyerek ağabeyini kovalıyordu. Sayısız köşe döndüler. Sayısız tarik arşınladılar. En sonunda hasır safihasında “Halı Saha” yazan dükkânın önünde soluklandılar. Güçkin konuşmayı kendisine bırakmasını tembihleyerek kendini içeriye attı. Kardeşi, çok da meraklıydım, dercesine ona eşlik etti.

Tecimen minik müşterilerini görünce coştu: “İran, Isparta, Hereke… Hepsi burada baylarım, bayanlarım. Bu halıları dokuyan kızlar kör oldu. Buyruuuun…”

“Es-selamü aleyküm ve rahmetüllah, bey amca.”

“Ve aleyküm selam yeğenim. Limonata ister misiniz?”

“Babanıza rahmet! Evvel işimizi başa vurmak isteriz.”

“Oğlum getir oradan bir iki örnek. İran, Isparta, Hereke, New York, Bayern Münih… Her çeşit halımız mevcuttur. Ne tarz bir şey bakmıştınız canlarım?”

“Şey… Bey amca, biz aslında uç…”

“Ver oğlum… Şu elimde gördüğünüz Ankara halısı, kaşmirden yapılmış olup, Peşmir’de sadece bir tane kalmış bulunmakta. İster zemininize şıklık olsun ister tozların öteleneceği bir yuva, son derece kullanışlıdır.

“Ama biz uçan…”

“LİM-onata ister misiniz canlarım?

“Off! Hayır.”

“Bu halı kesinlikle çiziksiz, hatasız, kazası ve değişeni olmayan, kusursuz bir üründür. Halımız görüldüğü gibi temiz olup sıralı sistem desenlerle nakışlanmıştır. Masrafı yoktur. Az da olsa pazarlık payı mevcuttur. İstediğiniz tecimene gösterebilirsiniz.”

“Ama biz sadece…”

“Limonata…”

Azil dayanamayarak lafa girer: “YETEEEEER! Limonata falan istemiyoruz. Uçan halınız var mı, yok mu?”

“Iıı… Yok.”

“Gidelim!”

İki kardeş o kızgınlıkla çıkıp meyhanenin yolunu tutarlar. Azil bir bardak süt, Güçkin çeyrek bardak rom ister. Bıçkınca bardaklarını fondiplerler ve ay güneşi kovaladığında Güçkin Azil’i sırtında taşımak zorunda kalır.

Azil: “Seviyorum uLAAAAN!”

“Kardeş sence de saçmalamıyor musun?”

“Bırak beni!”

“İyi ki ikinci bardağa izin vermedim. İnsan bir bardak sütle yoldan çıkar mı?”

“İç-iyorsak sebebimiz var!”

“Bire deyyus! Seninle bir daha içmeye gideni… Hep bu uçan halı meramı yüzünden… Efsane bizim neyimize be!”

Karanlık sokaklardan cüppeli bir beden uzanır: “Uçan halı mı dediniz?”

Sesi duyan Güçkin kardeşini bırakır.

“AL-LAAAH!”

“Sus bi’bağırma, Allah’ın cezası. Kim var orada?”

Karanın asaletinden mehtaba bir cismani atılır. Siyah cüppesi ve eğik burnuyla dehşet vericidir. Güçkin’e doğru attığı her adım, küçüğün boy düşmesine vesile olur.

“Ben… Candy. Cadılar diyarından selam getirdim gölgenize… Şekerim.”

“…”

“Duydum ki uçan halıdan söz eylersiniz. Sebep ola ki bulut şehri Kümülüs’e gitmek istersiniz. Asırlardır bizler de göçmek isteriz Kümülüs’e. Orası mutluluk diyarıdır. Bir parmak şıklatması bin kasveti götürür. Bin musibet def olur bir gülümsemeyle. Oranın yolları gökkuşağındandır. Ağaçları buluttan, meyveleri şekerdendir. Her cevval arzular orayı. Eğer anlaşmayı kabul ederseniz gösteririm mutluluk şehrinin anahtarı olacak halıların yerini… Şekerim.”

“Peki, ne istersin bizden karşılık?”

“Halıları göstereceğim yerde cüceler tutsak etmiştir onları. Cadılar sadece cücelere boyun eğer bu evrende. Alamayız onlardan halıları. Büyülüdür taşları. Yakar efsunlu tenimizi. Efsunsuz bedenler lazım gelir bize. Sizin gibi… Şekerim.”

“Ve bizden o halıları almamızı, kalanları hibe etmemizi istersiniz…”

“Doğrudur akıl küpü… Şekerim.”

Kardeşlerin bu anlaşmayı kabul etmekten başka çareleri yoktu. Güçkin kabul etti. Azil geğirdi ve onayladı.

Sismik hava mezarlığın üstüne yorgan olmuştu. Tepe oldukça tekinsiz ve yekti. Cadılar pusuda, kardeşler en öndeydi. Tepeye tek başlarına çıkmak mecburiyetinde kaldılar. Sis yarıldıkça dorukta sadece bir mezar görünüyordu. Etrafta kimsecikler yoktu. Azil bu işin bu kadar külfetsiz olmasına şaşarak sevindi. Kollarını açarak mezara doğru koştu. Mezarın dibine geldiğinde topraktan cüceler fırladı. Cüceler renklerinden yoksundu, şeffaftı. Alçak cadı cücelerin ölü olduğundan bahsetmemişti. Azil çökerek ağlamaya başladı. “Bıktım artık yaşamaktan!” diyordu. Bunca ruhani arasında ne yapacağını şaşırmıştı. Her şeyin bittiği yere geldiğini düşünüyordu. Güçkin Azil’in yanından geçti.

“Ne yapıyorsun yerde aklı yarım?”

“Bizi öldürecekler ağabey.”

Güçkin mezarı açtı ve halıları yüklendi.

“Saf kardeşim ölüler bize nasıl dokunacak?”

Azil dudakları yukarıya kıvrıldı. Ağabeyi haklıydı. Cücelerin üzerine işedi ve hepsi kaçtılar. Cadılar mezara üşüştü. 2 tane kardeşlere bırakıp nevaleyi topladılar. Kardeşler uçan halılarıyla Kümülüs’e yollandı. Cadılarla yüzük saklama oynadılar. İhtiyaçları olan her an mutlu saatler geçirdiler. Onlar erdi muradına. Biz yine kerevetteyiz.

Parodiyak” için 1 Yorum Var

  1. Selamlar,
    Çok güzeldi Gökten, ellerine sağlık. Anlamını tam olarak bilmediğim bazı sözcükleri de öğrenmeme bahane oldun. Klasik masal tarzlarından pek hoşlanmadığımı söylemiştim başka bir yorumda. Seninkinde de çocuklar sonunda -olması gerektiği gibi- mutlu mesut yaşıyorlar, tamam; ama beni asıl heyecanlandıran masallar, sonunda ne olduğunu kestiremediğimiz ya da okuyucuya kalmış masallardır. Seninkinde son çok açık olduğu için beni pek tatmin etmedi; ama birçok bakımdan öykün kusursuzdu. Teşekkürler paylaştığın için.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *