-1-
Ölürsem Geliver Kabrime
Dünyadan umudumu çok önceleri kesmiştim ve iki aydır dişlerimi fırçalamadığımdan ağzımda garip bir tat vardı. Yataktaydım, üç haftadır yıkanmamıştım. Vücudumdan yayılan koku beni rahatsız etmeyi bir hafta kadar önce bırakmıştı.
Mutfaktan tabak çanak sesleri geliyordu. Kendi halime güldüm. Otuz iki yaşında bir heriftim ama ailemin yanında kalıyordum. Yanlış anlamayın, aslında üniversitem biter bitmez ayrı eve çıkmış, kendi özgülüğümü ilan etmiştim. Ancak yakın zamandaki bazı gelişmeler söndürüvermişti özgürlük ateşimi.
Adım Selim Vurgun. Kendimi tarif etmem gerekirse, size söyleyebileceğim şeyler şunlardır: Düzenli olarak kitap okuyan, kültürlü biri olduğunu düşünen, gazetecilik mesleğiyle iştigal eden, standartlar göz önüne alındığında uzun boylu sayılabilecek, zeki olduğunu sanan, insanları uluorta aşağılamaktan çekinmeyen, kendince felsefe yapan ve Tanrı’ya yarım yamalak inanan biriyim.
Yaz aylarında olduğumuzdan üstümde pis bir tişört ve dizlerime değecek kadar uzun bir şort vardı. Yatak örtüm kendi terimle ıslandığından sıcak daha da dayanılmaz hale geliyordu. Bu yüzden kalktım yataktan. Uzun süredir yorucu bir işte kullanmadığım bedenim öylesine uyuşmuştu ki, yataktan kalkmak bile zor gelmişti.
Kitaplığıma birkaç adımda ulaştım. O sırada gözüm kitaplığın hemen yanındaki çalışma masamın üstünde duran bilgisayara takıldı. Bir zamanlar neler yazardım o alette. Klavyedeki tuşlara dokunan parmaklarım harikalar yaratmasa bile iyi iş çıkarırdı. Gazetede çıkan yazılarımdan sonra, bazı okurlarımdan iyi eleştiriler alırdım. Kıymetini bilmediğim, güzel günlerdi.
O günlerdeki halimden şimdiki sefil halime düşüşümün bir sebebi var elbette.
Onun gidişiyle…
***
“Olmuyor Selim,” demişti eşyalarını toplarken. “Olmuyor!”
Tam olarak dokuz ay iki gün önceydi. Benim evimde, yatak odamdaydık ve onun üstünde benim tişörtlerimden biri vardı. Hepsi en küçük beden olan eşyalarını valiz benzeri çantasına koymaya çalışıyordu. Çalışıyordu, diyorum çünkü o sırada ağlamaklıydı. Kızgındı bana. Haklıydı ve çok güzeldi.
Beni terk ediyordu.
“Sonunda yalnız kalacaksın,” dedi saçını kulağının arkasına atarken. Gerek yoktu aslında, o istese ben atardım saçlarını kulağının arkasına. Belki onun için ölemezdim, ama ölüm derecesine en yakın şeyleri bile yapabilirdim.
Bir süre sessizlik oldu. Sonra hayatımın kamçı şaklatıcısı, “Ben fazla bile sabrettim,” diye kendi kendine söylendi. O ardı ardına sıralarken kelimelerini, ben ağzımı bile açamıyordum. Söyleyecek bir şeyim yoktu. Söylediği her şeyde haklıydı. Hatta dünyadaki her şeyin en doğrusunu o biliyordu.
“Tamam, diyelim ki söylediğin kadar zekisin ama insanlara bu kadar kötü davranamazsın. Onlar ne yaptılar ki sana?”
“Bir şey yapmadılar,” diye atıldım hemen. Nihayet söyleyebilecek bir şey bulmak güzeldi.
“E o zaman?” dedi odanın köşesinde duran buruşmuş bluzunu almaya giderken. O alacağı son eşyasıydı.
Bari onu bana bıraksaydı.
“Olmuyor Selim, olmuyor,” dedi, bluzunu çantaya attı, fermuarı kapattı ve çantayı eline alıp bana baktı.
“İnsanları sürekli aşağılayıp zekâ gösterisi yapıyorsun. Seni ilk gördüğümde farklı olduğunu anlamıştım ama…” Durdu, elini ağzına götürdü.
Ağlıyordu!
Saçma bir yüz ifadesiyle yatağımdan kalkıp yanına gittim. Ona dokunmak için sağ elimi kaldırdım ama o kendini geri çekti. İğreniyor muydu benden? Yoksa ona dokunursam gidemeyeceğinden mi korkuyordu? Kalbim her ne kadar ikinci ihtimalin doğru olması için yanıp tutuşsa da, aklım ilk ihtimalin gerçek olduğunu haykırıyordu.
“Olmuyor,” dedi hıçkırarak ve çıktı odadan. Giderken benden de bir parça götürdüğünden haberi yoktu.
“Fulya,” diyebildim arkasından sadece. “Gitme,” demenin manası yoktu.
Dış kapının kapanma sesini duyduğumda geri dönüp yatağıma oturdum. Gitmekte haklıydı, ben aptal bir gösteri budalasıydım. İnsanları sürekli aşağılayan, onlara laf sokan, kötü huylarını yüzlerine vuran, onlardan zeki olduğunu iddia eden, onların yaptığı her harekette olmadık yere çileden çıkan biriydim ben.
Bu halime daha fazla dayanamamıştı Fulya ve beni terk etmişti. Dediğim gibi, sonuna kadar haklıydı.
***
Anılarımdan kafamı kaldırdığımda bilgisayarıma bakmayı kestim, tekrar yatağıma oturdum.
O gittikten sonra, çalıştığım gazetede bir ay bile dayanamamıştım. İşe geç gelmelerime ve akşamdan kalma hallerimde dayanamayan patronum şutlamıştı beni gazeteden. Ne diyebilirdim ki? Dünyadaki herkes gibi o da haklıydı.
O gazetede fazla süre çalışmadığım için aldığım tazminat cücük kadardı. Bu yüzden tazminatımla bir süre geçinmeye çalışmış, ama yapamayınca baba evine geri dönmüş, ailemden harçlık almaya başlamış, bu küçük odaya yerleşmiş ve dünyayla olan ilişkimi kesmiştim. Temizlikle ilgili olan hiçbir faaliyeti uygulamıyor, bütün gün malak gibi yatıyor, dışarı çok az çıkıyor ve dolayısıyla annem ve babam dışında pek kimseyle konuşmuyordum. Başlarda yeni bir iş bulmak için çabaladığım olmuştu, ama her gün yüz göz olduğum gazetelerin iş ilanı sayfaları beni germeye başlayınca onu da bırakmıştım. Bu halim karşısında annem bana hep öğüt vermeye çalışıyor, babam ise bütün gün sövüp sayıyordu.
Özetle halim: Bitmiş haldeydim ve ne yapacağımı bilmiyordum.
Mutfaktan gelen tabak çanak sesleri kesildiğinde annem, “Yemek hazır,” diye seslendi. Ayağa kalkıp kapıya yöneldim, o sırada aynada kendimi gördüm: Kirli sakallarının yüzünü, biçimsizce uzamış saçlarının kafa derisini kapladığı, omuzları düşmüş, gözleri kanlı bir adam.Clive Barker’dansonra galaksideki en korkunç insan…
Bugünü daha fazla anlatmak istemiyorum. Bunu durumumu anlamak için bir başlangıç olarak görün sadece.
-2-
Yattığım Yerden
Ertesi gün hareket başladı.
O gün, bu evde geçirdiğim her gün gibi bir gündü. Sabah uyandım ama yataktan öğlene kadar çıkmadım. Yatağımdan babamın bana söylenerek dışarı çıkışını, annemin telefonla bir arkadaşını arayıp onu eve çağırışını dinledim.
Yataktan çıktığımda saat on iki buçuktu. Ben banyoda yüzümü yıkarken, annemin eve çağırdığı komşusu geldi. Ona gözükmemeye çalışarak odama geri döndüm ama ne yapacağımı bilmiyordum. Annem komşu kadınla oturma odasındaydı. Yani televizyon izleme seçeneği iptaldi. Bilgisayarda öylesine bir şey yazabilir ya da kitap okuyabilirdim ama canım istemiyordu. Öyleyse tek seçenek dışarı çıkmaktı.
Hop! Dışarıyı düşünmek bile içimi garip bir heyecanla doldurmaya yetmişti. Sanki sokağa değil de, Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında safariye çıkacaktım. Alın size garip ve hızlı bir duygu değişimi. Hayat benim için hâlâ devam edebilirdi aslında. Ben kendini beğenmiş biriydim. Fulya da beni bu yüzden terk etmemiş miydi? Hâlâ insanları aşağılayabilir ya da kendime yeni bir iş bulabilirdim. Bugüne kadar iş bulamamamın sebebi belki de gerçekten istemememdi. Neden olmasın?
Dolabımı açıp kendime yazlık bir kotla temiz bir tişört çıkardım. Evden en son dışarı çıkışım bir hafta önceydi, o da on dakika kadar sürmüştü. Kapıcının işi olduğu için ekmek almaya ben gitmiştim. Böyle söyleyince halim gerçekten acınası duruyor, biliyorum.
Hazırlanmam bittiğinde kapının önündeydim. İçeriye seslendim. “Anne ben çıktım.”
Annem üşenmedi, ta oturma odasından kalkıp yanıma geldi. “Nereye oğlum?”
“Dolaşacağım öyle.”
“Gel önce bir Nurten Teyze’ne merhaba de. Ayıp, öyle gidilir mi?” Komşu kadını kastediyordu.
“Tanımıyorum kadını.”
“Olsun oğlum gel sen.”
Annem bir kere başladı mı söze, istediği şeyi yaptırmadan bırakmaz insanı. Garip bir otoritesi vardır benim üzerimde. Bu yüzden fazla itiraz etmeden oturma odasına gittim. İçeride komşu kadın tekli koltuklarımızdan birine oturmuştu, önündeki sehpada bir tabak kurabiye ve kahve fincanı vardı.
Başımı hafifçe öne eğerek, “Hoş geldiniz,” dedim kapının eşiğinden.
“Hoş bulduk,” dedi sadece. Beni daha küçük bir şey olarak bekliyor olmalıydı kadın. Ama karşısında böyle sakallı bıyıklı birini görünce şaşırmış, fazla konuşmak istememişti. Bu yaşta birinin annesinin evinde ne aradığını merak ediyor muydu acaba?
Tam dışarı çıkacaktım ki, televizyondaki bir reklam takıldı gözüme. Durup izledim. Reklamdaki karizmatik sesli adamın söylediğine göre, Gözler TV diye yeni bir televizyon kanalı kurulmuştu. Bir televizyon kanalına başka bir televizyon kanalında reklam yapıldığını daha önce hiç görmemiştim. Hem isim de garipti: GÖZLER TV. Ne alaka?
Orada bir süre daha dikilsem garip kaçacaktı. Arkamı dönüp dış kapıya yürümeye başladım. O sırada annem mutfaktan çıktı. Elindeki anahtarlığı bana doğru uzattı. “Al oğlum.”
O evdeyken anahtarımı almama gerek yoktu. Anaç bir işgüzarlıktı yaptığı. Ama bir şey demedim, anahtarlığı alıp çıktım dışarı.
***
Yarım saat kadar caddelerde dolaştım, ara sokakları gezdim, üç kere yere düşme tehlikesi geçirdim ve birkaç arkadaşı görüp onlarla ayaküstü lafladım. Annem ve babam haricindeki diğer insanlarla yeniden iletişime geçmek güzeldi. Gerçi az konuşarak geçen onca günün ardından biraz kekeliyordum ama sorun değildi. Bu arada, konuşurken kimseye gösteri yapmamış ya da laf sokmamıştım. Tebrik edin hadi beni!
Cebimde babamdan aldığım üç kuruşluk harçlık vardı sadece. Bu yüzden cüzdana bile gerek duymamıştım, iki kâğıt parayı sağ pantolon cebimde taşıyordum. Bu parayla kendime bir kitap alabilirdim. Beni fazla kasmayacak, eğlencelik biri kitap. Belki biraz kendime gelirdim. Karar verdim, ilk gördüğüm kitapçıya girecektim.
Mağazaların olduğu kaldırımsız bir caddeye girdiğimde etrafta kitapçı bakınmaya başladım ama göremiyordum. Bir an, e-kitapların “gerçek kitapları” yendiği, bu yüzden de tüm kitapçıların kepenk indirdiği gibi saçma bir fikir geldi aklıma. Bu bana epey komik geldi ve uzun süre güldüm. Yeniden gülmek de güzeldi.
Cadde kalabalıktı ve büyük bir uğultu içinde yürüyordu insanlar. Ama hiç umursamadım. Normalde televizyonun sesi fazla açıldığında bile rahatsız olan ben, şimdi gürültü bir tribünde olsam bile takmazdım. Saçma bir şekilde gitgide iyimserleşiyordum. Evet, dış görünüş itibariyle hâlâ bitik biriydim ama içimde perdeler aralanıyordu sanki. Onca zaman hayattan umudunu kesmiş şekilde yaşayan bir insanın duyguları bu kadar çabuk değişebilir miydi? Ya da neydi duygularımı değiştiren? Sadece sokağa çıkmak mı? Garip.
O caddeden çıkıp kaldırımı olan başka bir caddeye girdim. Burası daha küçük ve sessizdi ama yine de kalabalıktı. Kaldırım boyunca yürüdükten sonra bir giyim mağazasının önünde durup vitrine bakmaya başladım. Köşedeki spor ayakkabı çok hoşuma gitmişti ama yeni bir iş buluncaya kadar alamazdım. Şimdilik kitapla yetinecektim.
Tam sola dönüp birkaç adım atmıştım ki, karşıdan gelen bir öküzün sağ omzuma çarpmasıyla birlikte tekrar vitrine döndüm, sonra da dengemi kaybedip birkaç adım geriledikten sonra arkamdaki banka kıç üstü iniş yaptım. Şaşkınlıkla bir süre olduğum yerde oturduktan sonra gözlerim bana çarpan öküzü aradı. Hayvan herif hâlâ devam ediyordu yürümeye. Ulan ben senin…
Tam ayağa kalkmış, annesi hakkında iyi şeyler düşünmediğim adamın arkasından koşacak, ondan hesap soracaktım ki, kıçımda bir ağırlık hissetim. Hayır, evde yata yata kilo almamıştım. Bu başka bir şeydi. Elimi arkaya attığımda bir kâğıda değdiğimi hissettim. Çok belliydi, kıçıma dörde katlanmış bir gazete yapışmıştı.
Daha önce bir gazete tarafından hiç taciz edilmemiştim ama olmuştu işte. Bana çarpan adamı boş verdim, gazeteye küfür etmeye başladım. Kıçıma nasıl yapıştığının cevabını ise onu kıçımdan çekmeye çalıştığımda aldım. Şöyle olmuştu: Biri, artık nasıl yaptıysa, bankın üstündeki gazeteye bir sakız yapıştırır. Gazete buna çok gocunur, sinirlenir, yerinde duramaz. Onu basmaya çalışan onca medya insanının emeğine saygı gösterilmediğini düşünür. Sonra da evrenden öç almak için -üstündeki sakızın ve bana çarpan adamın da yardımıyla- ben onun üstüne oturduğumda benim kıçıma yapışır. Böyle olduğunu anlamam için, gazeteyi kıçımdan çektiğimde bir ucu gazeteye, bir ucu pantolonumun arka cebine yapışık duran uzamış sakızı görmem yetmişti.
Bu çok kepaze bir andı. Kafamı kaldırdığımda birkaç kişinin beni izlediğini fark ettim. Ölsek dönüp bakmazlardı ama şimdi uzun uzun kesiyorlardı. Ettiğim küfürler gittikçe ahlaksızlaşırken sakızın arka cebime yapışan ucunu baş ve işaret parmağımla çektim, sonra kıçımda sakız parçası var mı diye elimle kontrol ettim. Böyle yaparken insanların bana daha çok baktığını fark etmem uzun sürmedi. Çektim elimi arkamdan. Gazeteye baktım, iş ilanları sayfası açıktı. Şimdi sorarım size: Ben bu kadar iyimserken, tam da iş aradığım sırada evrenin benimle böyle kafa bulması adilik değil de nedir?
***
Eve döndüğümde babam elinde küçük bir sürpriz tutuyordu: Bir kâğıt ve üstünde bir telefon numarası.
Kapıda beni annem karşıladı. “Gel oğlum, gel. Bak baban ne diyecek sana.”
Oturma odasına geçtik. Bu sabah Nurten Teyze’nin oturduğu koltukta oturuyordu babam. Ben de onun karşısına oturdum. Elinde tuttuğu kare şeklindeki ufak kâğıdı sonradan fark ettim.
Ben bir şey söylemeden babam anlatmaya başladı. Söylediğine göre, bugün saçlarını kestirmek için berbere gitmiş ve sıra beklerken bir adamla tanışmıştı. Babam yeni tanıştığı adamların arkasından sürekli küfür eden biridir. Ama bu adam asker çıkınca (babam emekli albaydır) onunla uzun bir sohbete tutuşmuşlar. Adam uzun boylu, ince bıyıklı, kel ve yaşlı biriymiş. (Adamı bana neden tarif ettiğini inanın biliyorum.) Babam adama benden ve artık adımla birlikte anılmaya başlamış olan işsizliğimden de söz edince, adam babama gazete patronu bir arkadaşının telefon numarasını vermiş. Yani anlayacağınız, yattığım yerden iş bulmuştum.
Annem babamı dinlerken hep gülüyordu. Benim de gülmem gerekirdi ama babamın yüzündeki gülümseme buna engel oluyordu. Sevinmişti adam, ben bu eve geldiğimden beri ilk kez sevinmişti. İşte karamsarlık yeniden çöküyordu üzerime. Onların iş bulduğum için değil, ilk maaşımı alınca bu evden gideceğimi düşündükleri için sevindiklerinden nerdeyse emindim. Belki sorsam, bunu itiraf edemezlerdi ama durum buydu. Bilinçaltlarını okuyordum adeta, beni bu evde görmekten rahatsızdılar. Bir an dünyada beni kimsenin önemsemediğini fark ettim. Ben artık fazla büyümüş bir adamdım. Babam için her şeyi abartan magazincilerden farkım yoktu. Annem içinse sadece bayramlarda görmek istediği bir evlat… Evet, gün içinde beni görüp ne yapacaktı? Bebekler gibi sevimli bir yanım yoktu, ergenler gibi yardıma da ihtiyacım yoktu.
O gece yatağımda sürekli bunları düşündüm. İşsizlik günlerimde bir konuya daha cevap getirmiştim kendimce: Sevgi geçici bir duyguydu.
-3-
Hayata Dönüş
Çok çabuk gelişmişti her şey. Kâğıttaki telefon numarasını arayıp bir görüşme ayarlamıştım. Sıcak bir duş ve iyi bir tıraşın ardından gittiğim gazete binasında ise işe alınmam fazla sürmemişti.
Pahalı eşyalarla döşenmiş odasında, bizzat patronla görüşmüştüm. Adamın adı Murat’tı ve itiraf etmeliyim ki, tam bir yöneticiydi. Okuduklarınızdan anlayacağınız üzere, ben insanları övmekten nefret eden biriyimdir. Ama bu adam övülmeyi gerçekten hak ediyordu. Odasına girdiğimde tokalaşmak için bana elini uzatışından, oturmam için masasının önündeki sandalyeyi gösterişine kadar her şeyiyle tam bir profesyoneldi. Masasında tek bir toz görememiştim. Eşyalar ise annemi kıskandıracak seviyede düzenliydi. Murat Bey’in konuşmamızda yaptığı laf cambazlıklarınaysa hiç girmiyorum. Kısacası, adamın yüzüne vurulacak hiçbir kötü yanı yoktu.
Maaş konusu açılınca öteki gazeteden aldığım ücreti istemiştim ve saniyesinde kabul etmişti adam. Hatta daha fazla istemediğime pişman olmuştum. Para adam için sorun değildi demek ki. Güncel haber peşinde koşacaktım, bu da tamamdı. Her şey uygundu.
Murat Bey kibardı da. Çalışacağım katı ve masayı bile bana kendisi gösterme nezaketinde bulunmuştu. Bildiğim gazete patronlarından çok farklıydı.
Son olarak, “Sizden çok umutluyum Selim Bey,” demişti adam. “Yarın gelip işe başlayabilirsiniz.” Bunları söylerken yüzünde öyle sevimli bir gülümseme vardı ki, ben de sırıtmaktan kendimi alamamıştım.
***
Ertesi gün tam saat dokuzda gazete binasının döner kapısından içeri giriyordum. Saçma bir mutluluk ve aptal bir heyecan içindeydim. Bugün yeniden hayata dönüşümün ilk günüydü.
Binanın giriş katı genel itibariyle boştu. Sadece sağ tarafa konmuş birkaç koltuk, sol taraftaki büyük danışma masası, asansörlerin önündeki geçiş turnikeleri ve döner kapının biraz ötesindeki güvenlik kapısı göze çarpıyordu. Güvenlik kapısına doğru ilerledim, anahtarlarımı ve cep telefonumu şişman görevliye verip güvenlik kapısından geçtim. Emanetlerimi adamdan geri aldıktan sonra tam asansörlere yöneliyordum ki, görevli sordu. “Selim Vurgun?”
Adama döndüm. “Benim.”
“Bir saniye,” dedi, cebinden bir kart çıkartıp bana uzattı. “Buyurun.”
Kartı adamın elinden aldım. Alır almaz da yüzüme kocaman bir gülümseme yerleşti. Hayata dönüşüm belgelenmişti artık. Elimde tuttuğum, her gazetenin çalışanlarına verdiği kimlik kartıydı.
Kafamı kaldırıp, “Teşekkür ederim,” dedim adama. (Tüm insanların aptal olduğunu düşünen biri için, teşekkür etmek büyük başarıdır.) Sonra geçiş turnikelerine yöneldim. Kartı turnikenin üstündeki elektronik kısma gösterip çelik çubuklar dönerken öteki tarafa geçtim. Asansör bu kattaydı, bindim.
İçinde bir aynanın da bulunduğu asansörde yalnızdım. Üçüncü katın düğmesine basıp beklemeye başladım. Dün gece çok düşünmüştüm. Bundan sonra, insanların kapının dışında bırakmak istedikleri şeyleri yüzlerine daha az vuracaktım. Çakma birGregoryHouse olmaya çalışmıyordum. Taklitçiliği de sevmem zaten. Dünyaya olan isyanımı farklı şekilde de gösterebilirdim. Hem bugüne kadar takındığım tavır bana ne kazandırmıştı ki? Sadece annem ve babam kalmıştı yanımda. Onlar da beni karakaşım kara gözüm yüzünden değil, oğulları olduğum için evlerine almışlardı. Bu acınası halim artık son bulmalıydı.
Asansör durduğunda dışarı çıkıp çalışma alanıma baktım. Burası oldukça genişti, duvarları beyaza boyanmıştı ve çalışanların masaları dağınık olarak etrafa yerleştirilmişti. Her masanın üstünde bilgisayar ve ofis malzemeleri vardı. Duvarlar panolarla, panoların üstü de kâğıtlarla doluydu.
Öylece durmuş etrafı izlerken, biraz uzağımda yanındaki adamla bir şeyler konuşan Murat Bey’i fark ettim. O da beni görünce, konuştuğu adama son bir şeyler söyledi, sonra bana doğru yürüdü. Gülüyordu. “Günaydın Selim Bey.”
“Günaydın efendim,” dedim sırıtarak. Biri bu adama bu kadar gülmemesi gerektiğini söylemeliydi.
“Buyurun, masanıza geçin isterseniz. Sizi iş arkadaşlarınızla tanıştırayım.”
Ben bir şey söylemeden yürümeye başladık, bana dün gösterdiği masanın başına gelince durduk. Eliyle oturmamı işaret etti, oturdum. Oturduğum masanın hemen beş santim uzağında duran, neredeyse benimkiyle birleşikmiş gibi gözüken bir masa daha vardı. Bu masanın başında beyaz gömlek giymiş, kısa saçlı, benim yaşlarımda bir adam oturuyordu ve bize bakıyordu. Murat Bey, adamı bana işaret ederek, “Bu Adil Bey,” dedi. Sonra ona dönüp beni işaret etti. “Bu da Selim Bey, yeni iş arkadaşınız.”
Adam benimle el sıkışmak için ayağa kalkınca ayaklandım. Zayıf görünmesine rağmen güçlü tokalaşıyordu herif. Sanki bir gazete binasında değil de kahvenin birinde tanışmıştık. Neyi kanıtlamaya çalışıyordu acaba?
“Memnun oldum,” dedi Adil.
“Ben de,” dedim gülerek. Murat Bey’in yersiz sırıtışları bana da geçmişti.
Söyleyecek bir şeyi olmadığı için yerine oturup bilgisayarında yaptığı işe devam etti Adil. Ben de yeni iş arkadaşlarımla tanışmayı beklediğim için Murat Bey’e döndüm ama tam o sırada adamın telefonu çaldı. Açıp bir şeyler söyledi, sonra telefonu kapatıp bana döndü. “Siz bugünlük ortama alışmaya çalışın Selim Bey. Diğer arkadaşlarla falan tanışın, çalışmaya yarın başlarsınız. Benim şimdi gitmem gerekiyor.” Sonra başını hafifçe öne eğdi ve arkasını dönüp gitti. Ben de yerime oturdum.
Anlaşılan bugünüm boş geçecekti. Bizim eski gazetede patron, işe biri alınınca orta yerde herkese takdim ederdi yeni elemanı. Ama burada böyle bir gelenek yoktu anlaşılan. Aslında benim için sorun değildi. Sınıfa yeni gelmiş öğrenciler gibi herkese gösterilip insanların bana hep bir ağızdan, “Merhaba Selim,” demelerini istemezdim.
Herkes masalarında çalışıyor, oradan oraya koşuşturup duruyordu. Bu insanların arasında garip bir yalnızlık duygusu hissediyordum. Onlar okulun popüler takımı, bense herkesin yanından kovduğu sünepe çocuktum sanki. Arada bir kafasını çevirip bana bakanlar oluyordu elbette ama tanışmaya gelen yoktu. Canımı sıktı bu durum, etrafa bakmamaya karar verdim. Beni öyle melül melül bakarken yakalarlarsa bana lakap takabilir, bu gazetede çalıştığım süre boyunca beni o lakapla anabilirlerdi. Hatta belki meslek yaşamım boyunca peşimi bırakmazdı o lakap! Evet, kimseye bakmamalıydım.
Yaklaşık iki saat kadar önümdeki bilgisayarla vakit geçirdim, her bilgisayarda bulunan o küçük iskambil oyunlarını falan oynadım. Bilgisayarı benden önce kimse kullanmamıştı sanırım, çünkü yeni gözüküyordu ve içinde hiçbir çalışma yoktu. İnternete girmeye karar verdim. Önce uzun süredir bakmadığım “Facebook” hesabımı kontrol ettim. Bu epey uzun sürdü. Sonra bir alışveriş sitesinden birkaç kitaba baktım. Bu da uzun sürdü. Bunları yaptıktan sonra bir süre öylece oturdum, sonra aklıma gazetenin internet sitesine bakmak geldi.
Gazetenin resmi web sitesinden öğrendiklerime göre, bu gazete kurulalı sadece bir sene olmuştu. Ama gerek yapılan reklamlardan, gerek yazarlarının kalitesinden, gererekse de diğer gazetelere ardı ardına haber atlatılmasından, kısa sürede itibar kazanmıştı. Bu gazete bu kadar kısa sürede böyle bir yere gelebildiyse, birkaç yıl sonraki halini düşünemiyorum.
Gazetenin internet sitesine de baktıktan sonra çaktırmadan etrafı izlemeye başladım. O sırada birkaç kişinin bir adamdan içecek bir şeyler istediğini fark ettim. Bu, gazetenin çaycısı olmalıydı. Belki bir şeyler içerek oyalanabilirdim. Çaycıya seslendim. “Bakar mısınız?”
Çaycı gülerek yanıma geldi. “Buyurun.”
“Bir çay alabilir miyim?”
Adamın yüzündeki gülümseme saniyesinde söndü. Yarım ağız, “Hemen getiriyorum,” deyip uzaklaştı yanımdan.
O giderken ben şaşkındım. Ben bu adama ne söylemiştim de alınmıştı? Etrafımı bir süre daha izledikten sonra anladım. Bu kattaki herkes -yaz aylarında olduğumuz için- kola, gazoz, soda, meyve suyu gibi soğuk ve zahmetsiz içecekler içiyorlardı. Bense çay istemiştim. Bu, diğer çalışanların içtiklerine göre hazırlanması daha zor bir şeydi. Onu zahmete soktuğum için bozulmuştu çaycı. Bu duruma bir süre güldüm.
Çaycı çayı getirene kadar masanın üstündeki ofis malzemelerini falan düzelttim öylesine. Çayım geldiğinde ise çaycıyı daha dikkatli inceleme fırsatı buldum. Bu adam pek çaycıya benzemiyordu. Keldi, onu komik gösteren ince bir bıyığı vardı. Yaşlıydı ama benden uzundu. İlk gördüğümde adamın bu özelliklerini fark edememiştim nedense. Bana uzattığı çayı aldım. Adamın gideceğini sandım ama uzaklaşmadı. Kafamı çevirince yine güldüğünü fark ettim. Ne yani, barışmak falan mı istiyordu?
Tokalaşmak için elini uzattı. “Sanırım gazeteye yeni geldiniz. Hayırlı olsun, ben Kazım.”
“Teşekkürler. Ben de Selim,” dedim Çaycı Kazım’ın elini sıkarken. Elimi elinden çektiğimde ise bir süre durdu, sonra söyleyecek bir şey bulamamış olacak ki, gülümseyip çekti gitti yanımdan. Bu durumu da epey güldüm. Çok garip bir gazeteye gelmiştim doğrusu.
Ağır ağır tam yirmi dakikada bitirdim çayımı. O sırada da yine internete baktım biraz. Başka sitelerde gazeteyle ilgili araştırmalar yaptım. Yeni işimin sağlam bir gazetede olduğunu kanıtlıyordu okuduklarım. Gerçi olmasa da fark etmezdi. Nasılsa burada çalışmaktan başka çarem yoktu.
Bir süre daha oturduktan sonra gördüm onu. İlk önce yanıldığımı sandım. Yazılarını yetiştirmeye çalışan gazeteciler yüzünden ortalık epey karışmıştı. Yani o karışıklık esnasında gördüğüm başka birini ona benzetmiş olabilirdim. Ama sonra yanılmadığımı anladım. O, tam karşımdaki pencerelerin önünden geçmişti ve pencerelerin solundaki koridora giriyordu. Gördüğüm kişinin o olduğuna, insanlığın bir gün yok olacağına emin olduğum kadar emindim.
Çok kısa bir an düşündüm. Yerimden kalkıp kalkmamayı… Sonra ayaklarım, beynimin tüm bağırışlarına aldırmadan beni onun peşinden sürükledi. Pencerelerin önüne gidip girdiği koridora baktım. Arkası bana dönüktü, yürüyordu. Koşar adım koridora girdim ve aramızda beş metre mesafe kala durdum. İsminin dudaklarımda alevleneceğini bildiğim halde, “Fulya,” diye seslendim.
Dünya durmuş bizi izliyordu. Saçları havada uçuşurken bana dönüşünü. Benim mal gibi ona bakışımı. Beni görünce yüzünde beliren şaşkın ifadeyi ve gözlerinden kalbime fırlatılan ucu sivri oku.
Bakışlarımız kesişmişti. Ben onun mavi, o benim ne renk olduğunu unuttuğum gözlerime bakıyordu. Dünyadaki tüm kitaplar aşkına! İkimizi aynı Tanrı yaratmış olamazdı.
“Selim,” dedi organlarımın hepsini paramparça eden bir sesle. Bu kelimenin tüm harfleri içimde yankılandı, son harfin yankısı bittiğinde kendime geldim.
O sırada beynim, ayaklarımla dalga geçiyordu. Haklıydı. Onun düşünmesine biraz daha izin verseydi ayaklarım, ben şu an bu halde olmazdım.
“Senin ne işin var burada?” diye sordu ellerini yana açarak. Ah o eller! O eller!
Onu gördüğüme tabii ki sevinmiştim ama böyle bir karşılama kötü olmuştu. Kendimi toparladım. “Asıl senin ne işin var burada?”
“Ben burada çalışıyorum,” dedi.
Size Fulya’nın gazeteci olduğunu söylemiş miydim?
“Ne zamandan beri?” diye sordum. Aslında bu umurumda değildi, farklı şeyler düşünüyordum. Burada çalışıyorsa eğer, ona yeniden sahip olabilirdim. Sahip olabilirdim, diyorum ama yanlış anlamayın. O istese, benim irademi ve tüm dünyayı hâkimiyeti altına alabilir, emrindeki yenilmez ordusunun ırkları tükettiği, eli kanlı bir imparatoriçe olabilirdi. Ve insanlar taparlardı ona. Bense o istediği zaman can vermeye hazır ebedi kölesi olurdum onun. Başka işim mi vardı? Onun için ölmek lütuf, onun için öldürmek ödüldü.
-4-
Korku Odası
Ertesi gün yine tam saatinde işimin başındaydım, masama oturuyordum. Dün Fulya’yla karşılaştıktan sonra birkaç iş arkadaşımla tanışmıştım. Bu yüzden masama otururken birkaç kişiye selam verdim. Ama aklımda başka şeyler vardı. Tahmin edersiniz, Fulya’yı düşünüyordum. Bütün gece düşünmüştüm.
Bazen şaşıyordum aptallığıma. Ayrı kaldığımız dokuz ay boyunca o bir yerlerdeydi ve ben onu bulmaya gitmemiştim, hatta bana geri dönmesi için bir telefon bile etmemiştim. Neydi beni durduran? Gurur mu? Her dakika teninin yumuşaklığını hatırlarken, beni durduran gurur olmazdı. Ona dokunmak istiyordum. Uyurken, yürürken, konuşurken, sarılırken, öpüşürken, onu bunaltmak pahasına ona dokunmak. Ona köpek gibi âşıktım diyemem çünkü köpek asil bir hayvandır. Ben ona yılan ya da salyangoz gibi âşıktım. Aşkından yerlerde sürünüyordum.
Bilgisayar açıldığında yine internete girdim. Murat Bey beni biriyle habere göndermeden çalışmaya başlamayacaktım.
Benimkisi garip bir aşktı. Onu görmeden önce daha sakindim. Ona hâlâ âşıktım ama onu bu kadar çok arzulamıyordum. Görmediği bir şeyin acısını daha az hisseder insan. Ama o bir bakış! Allah’ım sadece bir bakış beni yeniden âşık etti ona!
Daha önce evrenin benimle kafa bulduğunu size söylemiştim. O an aynı şey yine oldu. Ben bunları düşünüp kendimi yerken, Fulya hiçbir şey olmamış gibi benim önümden geçiverdi.
Vay anasını! Bu çıldırtıcı bir şeydi, tamam mı? İlahi sistem benimle dalga geçiyordu, bunu anlamıştım. Oturduğum masayı ters çevirip ortalığı dağıtmam an meselesiydi. Abartmıyorum. Bu size olsaydı ne düşünür ya da ne yapardınız? Ben çıldırmanın eşiğine gelmiştim. Ben ona olan aşkımı dünyaya ilan etmek istiyordum, ama o hiçbir şey olmamış gibi önümden geçiyordu.
O sırada bir duygu değişimi daha yaşadım ve aniden, ondan özür dilemeye karar verdim. Evet, zekâ gösterileri yaptığım, benimle tanıştırdığı tüm dostlarıyla takıştığım, en önemlisi onu üzdüğüm için özür dileyecektim. Özrümü kabul edip boynuma atlamasını beklemiyordum ama ben de evrene bir şeyler yapabildiğimi göstermeliydim.
Ayağa kalkarken, dün girdiği koridora girdiğini gördüm. Kısa bir koşu sonrası ben de koridordaydım. O an geçen seferinde olduğu gibi dünya bizi izlemiyordu. Çünkü ben ondan özür dileyecektim ve birinden özür dilerken dünyanın beni izlemesini istemezdim. Tam ona seslenecektim ki, sağdaki odalardan birine girdiğini, kapıyı arkasından kapattığını gördüm. Bir süre tereddütte kaldım, sonra daldım arkasından içeri.
Gördüğüm şeyin biraz garip olduğunu söylesem abartmış olmam sanırım.
Çıldırtıcı derecede beyaz, atılan her adımın yankı yaptığı, içindeki tek eşyanın tavandaki lamba olduğu bomboş bir oda… Yaklaşık on metrekare büyüklüğünde. Biraz da soğuk… İçeri girince ürpermem bu yüzden. Tabii korku da var. Çünkü az önce odaya girerken gördüğüm Fulya, şimdi odada değildi ve odanın benim girdiğim kapının dışında hiçbir çıkışı yoktu.
Korku ve şaşkınlık… O an bunlardan başka bir şey hissetmiyordum. Odanın ortasına doğru yürüdüm. Durduğumda dünyadaki tüm renkler yerini beyaza bırakmıştı. Tavan, duvarlar ve zemin bembeyazdı. Sadece odanın lacivert kapısı bu kusursuzluğu bozuyordu. Bir süt bardağının içine sinek düşmüş gibiydi.
Biraz sonra odada yankılanan ses yerimden hoplamama ve kalbimin kaburgalarıma bir sağ kroşe geçirmesine neden oldu. Önce sesin ne olduğunu çıkaramadım, sonra kapının kapandığını anladım. Kapıya doğru giderken, yine küfür ediyordum tabii ki. Neler oluyordu böyle? Kapılar kendi kendine kapanmaz, insanlar birden yok olmaz, bir oda bu kadar beyaz olamazdı!
Kapıyı birkaç kez açmaya çalıştım, ellerim acıyıncaya kadar kendime çektim, olmayınca tekmeledim, omuzladım, yumrukladım. Ama kapı açılmadı. Zaten bunları sadece denemiş olmak için yapmıştım.
Tam dışarıya seslenmeye başlayacağım sırada duydum onu. Önce hafiften başladı. Bir melodiydi bu. Çok hafif ve rahatlatıcıydı, insanın kulağını okşuyordu adeta. Omuzlarına masaj yapıyor, gerilmiş tüm kaslarını gevşetiyordu. İster istemez gülümsedim. Dinlediğim harika bir şeydi. Ama biraz sonra yüzümdeki gülümseme dondu, odanın bomboş olduğunu hatırladım. Burada herhangi bir ses düzeneği yoktu. O zaman bu cennetten fırlama ses nerden geliyordu? Dışarıya seslenmeyi boş verdim, bu rahatlatıcı melodinin kaynağını anlamak için odanın farklı yerlerini adımladım. İlk tahminim, duyduğum sesin duvarın ardından geldiğiydi. Ama kulağımı dayadığım hiçbir duvarın arkasından gelmiyordu ses. Odanın her yerinde duyabiliyordum onu ama kaynağını anlayamıyordum.
Odanın ortasına tekrar geldiğimde ses yavaşça dozunu artırmaya başladı. Kulaklarımın tatlı tatlı kaşındığını hissediyordum. Fulya, annem ve babam, yeni işim, dünya ve hatta Nurten Teyze. Her şey siliniyordu aklımdan. Odanın beyazlığı, zehirli sarmaşıklar gibi bacaklarıma tırmanıp gözlerime ulaşmaya çalışıyordu. Beyazlık her yerdeydi. Odanın lacivert kapısı, sanki üstünü beyaz böcekler örtmüş gibi kamufle olmuştu. Melodi kulaklarımda, beyazlık vücudumda… Aklım boş, dünya huzurlu…
Sonra birden her şey bozuldu. Melodi şeytani bir dönüşümle değişti. Duyduğum, artık rahatlatıcı notalar değil, kulak zarlarımı patlatmak isteyen şeytanın çatallaşmış sesiydi. Beyazlık üstümden korkmuş böcekler gibi kaçıştı, az önceki huzur kayboldu. Bir savaş alanıydı bu oda. Şeytan beni öldürmek istiyor, bunun için de emrindeki en iyi askerini, bu melodiyi kullanıyordu. Melodi tizleşmişti ve adeta kulaklarımı yumrukluyordu.
Kulaklarımı ellerimle kapatıp yere dizüstü çöktüm, biraz sonra da sola doğru devrildim. Dişlerim kenetlenmiş, dizlerim karnıma çekilmiş, tüm kaslarım yeniden gerilmişti. Korku kol geziyordu içimde, bulduğu tüm mantık kırıntılarını avlıyordu. Ve melodi ısrarla devam ediyordu. Belki inanmazsınız, ama beynimde bir şeylerin çatırdadığını hissediyordum. Sanki biri eline aldığı dal parçalarını ikiye bölüyordu kafamda.
Odanın lambası yavaş yavaş sönerken etrafımda gölgeler uçuşmaya başladı. Bu gölgelerin duygularımın şekle bürünmüş halleri olduklarını anlamam fazla sürmedi. Mesela, pişmanlığım odanın sol yanındaydı. Aşkım özlemimle birlikte sağ tarafta sigara içiyordu. Neşem ise orta yerde durmuş bana gülüyordu. Fulya’dan özür dilemeye gelmişken düştüğüm bu hal onu eğlendiriyor olmalıydı. Delirmek üzereydim.
İçeriye dolan floresan ışığı fark ettiğimde korkunun içimdeki festivali son buldu, melodi durdu, gölgeler yok oldu. Çılgınlık çizgisinin ötesine adım atmaktan kıl payı kurtulmuştum. Nefes nefeseydim. Biraz sonra boğuk ama az önceki melodiden çok daha insancıl bir ses duydum: “İyi misin?”
Kafamı çevirdiğimde kurtarıcım Adil’in bana endişeyle bakan gözleriyle karşılaştım.
-5-
Kulağıma Fısıldayın Oyunları
Yönetim katının koridorunda, Murat Bey’in odasına doğru yürürken gergindim. Sabah işe geldiğimde gazetedeki az sayıda tanıdıklarımdan birinden Murat Bey’in beni odasına çağırdığını öğrenmiştim. Dün olanları soracaktı herhalde.
Dün o çıldırtıcı melodinin ellerinden ve o korku odasından kurtulduktan sonra, kimseden izin almaya gerek görmeden gazeteden çıkıp doğruca evime gitmiştim. Murat Bey de bu ani gidişimin nedenini öğrenmek için beni odasına çağırıyordu sanırım. Ama o sırada gitmem gerekiyordu çünkü kendimi çok kötü hissediyordum. Midem bulanıyor, arada bir gözlerim kararıyor, o kulaklara zarar melodi aklıma geldikçe soğuk soğuk terliyordum. Eve varınca da kimseye hiçbir açıklama yapmadan odama kapanmıştım. Biraz sonraysa Adil’e duyduğum minnettarlığı gösterememenin pişmanlığı çökmüştü üzerime. Tüm karakteristik özelliklerime rağmen garip bir sempati duymaya başlamıştım adama. Duyduğum o melodi beni yerde kıvrandırırken, o kurtarmıştı beni. O odada olduğumdan nasıl haberdar olduğunu bilmiyordum ama kurtarmıştı.
Biraz daha düşününce aslında öyle bir melodi olmayabileceği fikri üşüşmüştü aklıma. Fulya’nın aşkından ya da evde uzun süre kalmaktan çıldırmış olabilirdim. İnsan böyle şeylerden çıldırır mıydı, onu bile bilmiyordum gerçi. Ama yine de bu ihtimal güçlüydü. O melodiyi kendi kafam üretmiş olabilir, melodiyi sadece kendi kafamda duymuş olabilirdim. Bu fikir beni korkutmuştu. Ama sabah yine de işe gitmek zorundaydım ve sorarlarsa yalanım hazırdı: Bir yakınımın ölüm haberini almıştım ve gazeteden çabucak ayrılmam gerekmişti. Bir haber veremedin mi, derlese prensiplerimin hepsini bir kenara itip defalarca özür dileyecektim. Başka çarem yoktu.
Murat Bey’in odasının kapısını çalıp içeri girdiğimde gerginliğim yerini şaşkınlık ve biraz da kıskançlığa bıraktı. Garip bir manzara vardı karşımda: Murat Bey masasının arkasındaki sandalyede geriye yaslanmıştı, gülüyordu ama her zamanki gibi değil. Gözleri bir farklı bakıyordu bana. Onun masasının önünde duran iki tekli koltuktan bana yakın olanına dağınık saçlı bir adam oturmuştu ve arkası bana dönüktü. Yüzünü görmememe rağmen o da gülüyormuş gibi geliyordu bana. Ve beni en çok şaşırtan, Fulya’nın da odada bulunmasıydı. Murat Bey’in masasının kenarına oturmuştu. Sağ ayağını arsızca ileri geri sallıyor ve gülüyordu.
Tabii ki durakladım bu manzarayı görünce. Aklımda birkaç soru vardı: Fulya neden bu adamın masasının kenarına oturmuştu? Benim masamın kenarının nesi eksikti? Tamam, belki Murat Bey’inki kadar ihtişamlı değildi ama sonuçta benim masamdı. Eski sevgilisinin masası dururken elin adamınınkine neden oturmuştu? Hadi oturdu diyelim, neden ayağını fahişeler gibi ileri geri sallıyordu?
Aklımdaki tüm soruların Fulya’yla ilgili olması hiç şaşırtmadı beni. Hatta bu, melodinin kendi kafamda olması ihtimalini güçlendiriyordu. Fulya beni gerçekten delirtmiş olabilirdi.
“Buyurun, oturun Selim Bey,” dedi Murat Bey, masasının önündeki boş koltuğu işaret ederken. Fulya’ya uzun uzun bakarak oturdum koltuğa. Bakışlarım karşımdaki koltukta oturan dağınık saçlı adama kaydığındaysa şaşkınlıkla kalakaldım. Bu adamı sadece bir an için görebilmiştim ama onu tanıyordum. “Sen…” diyebildim sadece.
“Evet, o sana çarpan ve üstünde sakız olan gazeteye oturmana sebep olan adam,” dedi Murat Bey. Yüzümdeki şaşkınlık ifadesi yüzünden gülümsemesi tüm suratına yayılmıştı.
Ne döndüğünü anlayamıyordum tabii ki. Bu adamın burada ne işi vardı?
“Sana çarptığım için üzgünüm,” dedi dağınık saçlı adam. “Gerçekten.”
Tam ağzımı açıp saçmalayacaktım ki, Murat Bey beni susturdu. “Boşuna konuşma Selim. Biraz beklersen her şeyi açıklayacağım.” Artık gülmüyordu ve bana “bey” diye hitap etmeyi kesmişti.
“Rauf sana bilerek çarptı,” dedi dağınık saçlı adamı işaret ederek. “Çünkü senin o sakızlı gazeteye oturmanı ve açık olan iş ilanları sayfasında bizim iş ilanımızı görmeni bekliyorduk.”
“Nasıl yani?” diye girdim araya.
Murat Bey’in yüzü sertleşti. “Biraz susarsan anlatacağım.”
Yüzümdeki şaşkınlık ifadesi tavan yaparken, oturduğum koltukta arkama yaslandım. Neler oluyordu yahu? Bu şeker gibi adam neden birden bu hale dönüvermişti? Ortalıkta bir şey döndüğü kesindi. Acaba Fulya da bu dönen şeyin içinde miydi?
Murat Bey bana bir süre sert sert baktıktan sonra anlatmaya başladı:
“İş ilanımızı görmeni istiyorduk çünkü seni işe almak istiyorduk. Şöyle anlatayım: Seni işe almak istiyorduk ama normal gazetelere ilan veremezdik. Çünkü biz sadece seni işe almak istiyorduk. Normal gazetelere ilan verseydik ilanımızı gören başkaları bizi arayacaktı normal olarak. Bizim onlarla işimiz yoktu, sadece seni istiyorduk. Biz de onların telefonlarıyla uğraşmamak için, özel olarak sadece tek bir gazete bastık ve ona kendi ilanımızı koyduk. Daha sonra seni izlemeye başladık. Evinden dışarı çıktığın anda uygun bir senaryoyla gazetenin eline geçmesini ve ilanı görmeni sağlayacaktık, amacımız buydu.
Bunun için iki fırsatımız oldu. İlkinde bakkala gidiyordun, ekmek almaya. Ama dışarıda bulunduğun süre sana çaktırmadan gazeteyi vermemiz için yeterli değildi. Dışarıda yaklaşık on dakika kadar kalmıştın. İkinci şansımızsa dolaşmaya çıktığın zamandı ve dolaşırken geçirdiğin süre bizim uygun bir senaryo hazırlamamız için yeterliydi. Bulduğumuz senaryoyu da tahmin edersin herhalde. Rauf sana çarptı ve sen sakızlı gazeteye oturdun. Ama bu senaryo işe yaramadı. Çünkü sen sinirinden gazetenin yüzüne bile bakmadın, dolayısıyla ilanımızı göremedin. Biz de başka bir fikir bulduk.”
Adam durdu, sanki anlattıkları çok normal şeylermiş gibi yanındaki bardağa uzanıp su içti. Benim aklımda binlerce soru vardı elbette ama bunlardan sadece iki tanesi baskın geliyordu. Birincisi şuydu: “Neden beni işe almak istiyordunuz?” İkincisi ise şuydu: “Neden beni işe almak için bunca zahmete girmek yerine, bir telefon açmadınız?”
Tam ikinci soruyu sormak için ağzımı açmıştım ki, Fulya elini omzuma koyup beni susturdu. “Dur Selim,” dedi. “Önce her şeyi öğren, sonra konuşuruz.”
İşte bu cümle ve yüzündeki ifade çok şey anlatıyordu bana. Demek Fulya, bu Murat’ın beni işe almak istediğini biliyordu. Bu da demekti ki, bu binada ilk kez karşılaştığımızda yüzünde oluşan şaşkınlık ifadesi yalandı. Yalan. Bu beş harfli kelimenin onun için kullanılması ne kadar da korkunçtu!
Fulya elini omzumdan çektiğinde, Murat Bey kaldığı yerden devam etti: “İlk senaryo işe yaramayınca yeni bir tane uydurduk. Bu bizim için daha kolay oldu. Çalışanlarımızdan biri aynı gün içinde babanı buldu. Bir berber dükkânında onunla tanıştı, sohbet etti ve dostluğunu kazandı. Amacı, babanın senden bahsetmesini sağlamak ve konu sana geldiğinde bizim gazetenin telefon numarasını ona vermekti. Beklediğimiz gibi oldu. Baban telefon numarasını aldı, akşam eve gidince sana verdi ve sen bizi aradın. Böylece burada işe başlamış oldun.”
Adamın sözleri bittiğinde benim kafamda, sadece iki adamın yüzü vardı. Biri babamla berberde konuşan adamın, babamın bana tarif ettiği yüzü, diğeriyse Çaycı Kazım’ın yüzü. Ben aklımı biraz daha zorlayınca bu iki yüz üst üste geldi ve tek bir yüz oldular. Babamın bana tarif ettiği adamla Çaycı Kazım birbirlerine çok benziyorlardı. Çaycı Kazım, berberde babamla konuşan adamdı.
Bir süre sessizlik oldu odada. Sonra ben sırayla Fulya’nın, Murat’ın ve Rauf denen adamın suratına baktım. Gözlerim yerle buluştuğunda ise gülmeye başladım. Bana şaka yaptıklarını sanmıyordum, sinirli sinirli gülüyordum. Adam konuya sert girmişti ve ben sarsılmıştım. Dümdüz açıklıyordu her şeyi.
“Ya iyi de,” dedim gülerek, “siz bana bir telefon açsaydınız olur biterdi her şey. Niye bunca uğraşa girdiniz ki? Ben bunlara değmem.” Sesim sertti, sarhoş gibi konuşuyordum. Bunca şeyden haberimin olmaması ve Fulya’nın bana karşı yapılan planın içinde bulunması saçma bir şekilde zoruma gitmişti.
“Böyle bir şeyi yapamazdık,” dedi Murat. “Çünkü haberinin olmaması gerekiyordu.”
Gülmem saniyesinde kesildi, yüzüm ciddileşti. “Neden ama?”
Murat Bey, onu ilk tanıdığımdaki gibi gülümsedi. Az önce sözünü kestiğim için parlayan adam şimdi beni sakinleştirmek için gülüyordu. “Önce seni neden işe almak istediğimizi sormalısın bence.”
“Sen hepsini birden anlat işte,” dedim. Ben de sizli bizli konuşmayı kesmiştim.
Fulya, sakin ol, demek ister gibi, elini tekrar omzuma koydu. O sırada benim gözüm masanın üstündeki bir broşüre kaydı.
“Gözler TV,” dedi nereye baktığımı fark eden Murat. Sonra broşürü eline aldı, üstündeki yazıyı işaret ederek ekledi. “Bu kanal da bizim.”
Bu konu hakkında soru sormadım, Murat’ın açıklamaya devam etmesini bekledim. O da broşürü masaya bıraktı ve sarsıcı açıklamalarına devam etti:
“İnsan beyni büyük bir giz yumağıdır, Selim. Şurada burada okumuşsundur, bilim adamları beynimizin %10’unu, %1’ini, %25’ini falan kullandığımızı söyleyip duruyorlar. Ama bu ne kadar doğru bilemiyoruz. Tabii ki bazı doğru bilgiler var ama insan beyni henüz çözülememiş bir organ. Bilim adamları her gün bu gizemli et parçasını çözmek için uğraşıyorlar.”
Murat yine bir süre durdu. Bu zırvalar karşısında bir şey söylememi bekliyordu ama ağzımı açmadım. İçimden ona küfür etmekle meşguldüm. Bir şey demediğimi görünce konuşmasını sürdürdü. “Geçen yüzyılın sonlarında, İngiltere’de, beynin sırlarını çözmek için gizli bir kurum kuruldu, Selim. Bu kurum kısa sürede beyin hakkında doyurucu incelemeler yapınca MI6 tarafından korunmaya alındı, yani İngilizlerin istihbarat teşkilatı tarafından. Bu kuruma ayrılan bütçe çok büyüktü, bu sayede kısa zamanda çok büyük işler başardı. Ama araştırmaları zamanla beynin genelinden çok, beyindeki gizli bölgelere kaydı. Bu gizli bölgelerden en önemlisi telekinezi faaliyetlerini yöneten bölgeydi. Telekineziyi bilirsin, nesneleri zihin gücüyle hareket ettirme. Da…”
“Ne saçmalıyorsun sen ya?” diyerek adamın sözünü kesme gereği duydum. Söylediklerinin yarısını anlamamıştım.
“Biraz daha sabret,” dedi Rauf, Murat dingili bana sert sert bakarken. “Seni ilgilendiren kısma geldi sayılır.”
Cesaretim artmıştı. Adamlara küfür bile edebilirdim ama tuttum kendimi. Murat da bir süre kaşları çatık durduktan sonra anlatmaya devam etti:
“İngiltere’de kurulan bu kurum telekinezi hakkında önemli bilgiler elde etti. Daha sonra bu projenin başındakiler bu kurumun aynılarını farklı ülkelerde de kurma kararı aldılar. Bu düşünceleri kısa sürede gerçekleşti. Bu kurumlar, kuruldukları ülkelerdeki istihbarat örgütleri tarafından korunmaya alındılar. Yani başka ülkeler de projeyi desteklemeye başladı.
Sıra kurumun aynısından Türkiye’de de kurmaya gelince bir pürüzle karşılaşıldı. Türkiye, kurumun bu topraklarda faaliyet göstermesini istemiyordu. İngiltere ve Türkiye arasında uzun süre gizli yazışmalar ve görüşmeler oldu. Ama Türkiye kurumun burada da kurulmasına asla izin vermedi. Projenin başındakiler de kurumu bazı paravan şirketlerin altında, devlete çaktırmadan kurmaya karar verdiler. İşte bu gördüğün gazete ve Gözler TV o paravan şirketlerden ikisi.”
Adamın sözleri bitince odada yine sessizlik oldu. Hepsinin gözleri benim üstümdeydi, ben ise sinirliydim ama neden sinirli olduğumu tam olarak bilmiyordum. “İyi de benim bunlarla ne ilgim var? Siz neden beni takip ettiniz?”
Murat, onca şey anlattım, buna mı takıldın, der gibi yüzüme baktı. Sonra gerekli açıklamayı nihayet yaptı. “Kurumlarda çalışan bilim adamları, beyinde telekinezi faaliyetlerini yöneten kısmı uyarmak, harekete geçirmek için çeşitli melodiler geliştirdiler ve bunları denekler üstünde defalarca kez denediler. Bu melodiler düzenli aralıklarla dinlendiğinde, deneklerde telekinezi faaliyetlerinin arttığı görüldü. Daha sonra melodilerin farklı karakterlerdeki insanlar üzerinde farklı etkiler uyandırdığı gözlemlendi. Kimi karakterdeki insana hiçbir şey yapmıyor, kimi karakterdeki insanda işe yarıyor, kimi karakterdeki insanınsa beynini patlatıyordu. İşte sen bu yüzden buradasın.”
Birkaç yudum su içip devam etti. “Sen o az rastlanabilecek orijinal adamlardan birisin Selim. Bize bu nedenle lazımdın. Melodiler farklı karakterler üzerinde farklı etkiler yaratıyordu, senin karakterinse bambaşkaydı. Yani sana bu yüzden ihtiyacımız vardı. Sana melodiyi dinletmek ve üzerinde uyandıracağı etkileri gözlemlememiz gerekiyordu.”
Elimi havaya kaldırıp, “Bir dakika, bir dakika,” dedim. “Açıkça anlatsana şunu…”
Murat yine güldü. Bir sinirleniyor, bir gülüyordu. Cıvık herif.
“Sen kendinin farkında değilsin Selim. Şu haline baksana: Saçma sapan kitaplar okuyor, yazıyor, felsefeyle ilgileniyor, zekânla övünüyor ve etrafındaki insanların pisliklerini sözünü sakınmadan onların yüzüne vuruyorsun, onlara gerçekleri söylüyorsun. Senin karakterin bizim için bulunmaz Hint kumaşıydı. Çok farklı bir adamsın. Melodinin senin gibi birinin üzerinde nasıl etkiler yapacağını görmememiz gerekiyordu.”
Adam susunca, yine gülmeye başladım. Beni övüyor muydu, yoksa bana giydiriyor muydu anlayamıyordum. Ama herif bana resmen şaheseriyle övünen bir heykeltıraş gibi bakıyordu.
“Benim gibi bir sürü adam var dışarıda,” dedim kahkahalarımın arasında. “Başka birini bulabilirdiniz.”
“Belki,” dedi Murat. “Ama en yakınımızdaki sendin.” Gözleriyle Fulya’yı işaret ediyordu.
Ona baktım. Hayatımın kadınının yüzünde hiçbir ifade yoktu. İhanete uğramış gibi hissediyordum kendimi. Demek beni bu adamlara o sunmuştu ha! Oysa ben onun için bunalımlara girmiş, belki de onun yüzünden işimden kovulup ailemin yanına taşınmak zorunda kalmıştım. Bunu nasıl yapmıştı bana? Sevmiyor muydu beni? Daha fazla dayanamadım, çektim gözlerimi gözlerinden.
“Peki, neden bana gelip, böyleyken böyle, biz seni bir deneyde kullanmak istiyoruz, demediniz,” dedim Murat’a dönüp. “Belki kabul ederdim. Hem beni buraya zorla getirip melodiyi öyle de dinletebilirdiniz.”
Ben bunu söyleyince Murat’ın yüzü bir an buruşur gibi oldu, kaşları çatıldı. Yarasına basmıştım sanki. “Denekler melodilerden ve amacımızdan önceden haberdar olduğunda melodiler işe yaramıyor. Aynı şekilde dinlemek için zorladıklarında da. Bunlar hala çözemediğimiz durumlar.” Adam düşünceliydi. Bunlar onun için önemli sorunlardı galiba.
“Hadi onu söyleyemediniz diyelim,” dedim Fulya’ya bakmamaya çalışarak. “Beni bir telefonla aramak yerine, neden onca uğraşa girip senaryolar hazırladınız. Amacınız neydi, canınız mı sıkılıyordu?”
Murat yine güldü. Duygularındaki değişkenlik bir adamı katil edebilirdi. “Seni arayamazdık çünkü sana doğrudan iş teklif ettiğimiz anda kendini matah bir şey sanırdın.”
“Ne?”
“Şöyle diyelim: Fulya bize tüm özelliklerini anlatmıştı ve her ne kadar zeki biri olduğunu düşünsen bile, kendini işe yaramaz hissettiğin anlar da vardı. Eğer biz seni telefonla arasaydık, sen kendini çok büyük bir gazeteci zannedecektin, yani havalanacaktın. Ve belki de özelliklerinden birkaçı kendini beğenmişliğin karşısında yok olup gidecekti. Bu işimize gelmezdi. Bize senin o farklı karakterinin tamamı lazımdı. Seni aramamamız bu yüzden.”
Adam son söylediklerini, bugün bile tam olarak anlamış değilim.
Murat’ın sözleri bitince bir süre bekledim, sonra bu sert ve sarsıcı konuşmaya bir özet geçtim: “Yani siz beyni araştıran yurtdışı merkezli bir kurumunda çalışıyorsunuz ve melodiyi dinletip üstündeki etkileri gözlemlemek için ilginç karakterli birine ihtiyacınız vardı. Fulya size beni önerdi.” Son cümlem boğazımı yakmıştı nedense. “Siz de o saçma nedenleriniz yüzünden bana telefonla iş teklif etmediniz, dolaylı yoldan size iş başvurusunda bulunmamı sağladınız. Sonra da bana tuzak kurup o odada melodiyi dinlettirdiniz. Doğru muyum?”
“Doğrusun,” dedi Murat. “Sanırım her şeyi anladın.”
“Peki, bunları bana neden açılıyorsun? Artık melodilerden, amacınızdan haberdarım. Yani melodiler üstümde işe yaramayacak.”
Murat büyük bir kahkaha attı. “Hayır. Denek, melodiyi bir kere duyduktan sonra her şey bitmiş demektir. Yani artık amacımızdan haberdar olabilir ya da melodiyi ona zorla dinlettirebiliriz. Ama biz yine de sana her şeyi açıklamak istedik. İşler güzel yolla olabilir. Hem zaten artık bunları bilmemen için bir sebep kalmadı.”
“Yani burada kalmayı kabul etmezsem beni alıkoyacaksınız, öyle mi?”
“Evet.” Sesi net ve keskindi. Adam beni bir telekinezi makinesi yapmak istiyordu.
Bir süre daha sessizlik oldu. Ne yapacağımı bilmiyordum. Aklımdan sadece soru sormak geçiyordu.
“Bu melodinin üstümde ne gibi etkiler uyandırmasını bekliyordunuz?” diye sordum öylesine.
Murat, olmayan sakallarını sıvazladı. “Muhtemelen üstünde pek bir etki uyandırmadı çünkü melodi seansın yarım kaldı. Senin orada olmadığını düşünen çalışanlarımızdan biri yanlışlıkla odaya daldı. Ama…”
O sırada Murat’ın sözünü yarım bırakan bir ses duyuldu. Kafamı kapıya çevirdiğimde Adil’in odaya girdiğini gördüm. Gözleri, tıpkı Murat’ınkiler gibi, farklı bakıyordu ve elinde ne olduğunu seçemediğim siyah bir gölge vardı.
Biraz sonra odayı büyük bir gürültü kapladı. Ben ellerimi kulaklarıma götürürken Rauf kafasının arkasındaki kanlı lekeyle öne doğru yıkıldı. Az kalsın kucağıma düşüyordu. Gözleri açık ve kanlıydı.
Kafamı Adil’e çevirdiğimde elinde tuttuğu silahı bu sefer Murat’a çevirdiğini gördüm. Adama doğru üç kez ateş etti. Murat göğsünden kızıl nehirler boşalırken arkaya doğru yıkıldı. Fışkıran kanlardan birazı benim suratıma da gelmişti.
Adil silahını Fulya’ya çevirdiğinde umduğum olmadı, tüm dünya ağlamadı. Silahtan çıkan iki kurşun Fulya’nın o güzel yüzüne isabet ederken biraz hüzünlüydüm sadece.
Kapalı alanda yankılanan silah sesleri kulaklarımda büyük bir uğultuya sebep olmuştu. Adil’in beni de vuracağını düşünüyordum. Silahında hâlâ kurşun olmalıydı. Ama o bana yaklaşıp sol elini uzattı. “Kalk, gidiyoruz.”
Bu adamın sesini ikinci keredir uğultulu duyuyordum nedense.
-6-
Ve Perde Kapanmaya Çalışır
İnsanları aşağılama, onların kötü yanlarını yüzlerine haykırma merakımın temelinde lise yıllarımda okuduğum İngiliz polisiye kitapları yatar efendim. O kitaplardaki karizmatik dedektifler ellerindeki vakaları çıkarım yapma, gri hücreleri kullanma gibi birbirinden etkili yöntemlerle çözerler. Bunu yaparken, arada sırada nezaket kurallarına uymadıkları olur tabii ki. Olası şüphelileri hakkında yaptıkları küçük çaplı araştırmalar sonrasında öğrendiklerini şüphelilerin yüzlerine hiç çekinmeden sayıp dökerler. Ancak bu sayıp döktükleri, genelde şüphelileri utandıracak şeylerdir. Yani İngiliz dedektifler, belki de bilmeden, insanları küçük düşürmüş olurlar.
Ben o kitapları okuduğumda çok etkilenmiştim ve bu dedektifler gibi olmaya karar vermiştim. O dönemde ergenlik çağımdaydım, insanlardan nefret ediyor ama yine de örnek alınabilecek birilerini arıyordum. O dedektifler benim için iyi örnektiler. Ama kahretsin ki hiçbir zaman onlar gibi olamadım. İnsanların kötü yanlarını yüzlerine vurdum ama onlar gibi olamadım. Onlar kendilerine toz kondurmazdılar. Bende ise gazeteci ruhu vardı, yani şüphe duygum biraz fazla gelişmişti. Her ne kadar çaresiz varlıklar olduklarını düşünsem bile, insanların benim hakkımda söylediği en ufak bir sözü dahi hep ciddiye aldım, kendimden şüpheye düştüm. Mesela biri bana gey olduğumu söylese, ciddi ciddi düşünür, kendimden emin olamazdım. Boş ver, demesini bilen biriyimdir ama bazen çevresindekilerin düşüncelerini önemsiyor insan. Ruhumdaki çalkantıları fark etmişsinizdir: Kendini beğenmiş biriyim ama bir o kadar da küçümserim kendimi. Ani duygu değişimlerime ise hiç girmiyorum.
Ama konumuz bu değil. Konumuz benim o binadan nasıl dışarı çıktığım.
Kanlar içindeki odadan çıkarken Adil beni kolumdan sürüklüyordu. Katın en sonundaki yangın merdivenlerinin kapısına gitmiştik. Adil yüzümü tişörtümle silip beklemeye başladı. Aşağıya yangın merdivenlerinden ineceğimizi sanıyordum ama o kapıya hamle etmiyordu. Bir süre sonra silah seslerini duyan güvenlik görevlileri asansörle bu kata çıkıp Murat’ın odasına girdiler. Bulunduğumuz yerden biz onları görebiliyorduk ama onlar bizi göremiyordu. Adil’le ses çıkarmadan aşağı kata inen merdivenlerden indik. Silahını beline sokmuştu. İndiğimiz kattaki çalışanlar öyle panik olmuşlardı ki, bizim üst kattan geldiğimizi bile görmediler. Adil, tişörtümdeki kanlar gözükmesin diye, bana ceketini giydirdi ve önünü kapattı. Sanki deniz kenarında yürüyorduk da ben onun üşüyen kız arkadaşıydım.
Paniklemiş insan kalabalığı arasında dışarı çıktığımızda kimse bize dikkat etmedi. Uzun süre yürüdük, ıssız bir sokağa gelince durduk. Adil cebinden bir kart çıkarıp bana uzattı, sonra da gözlerime uzun uzun bakarak çekti gitti. Ben de aptal gibi evime döndüm.
Annemle babama patronumun gazetede vurulduğunu, bu yüzden birçok gazeteciyle beraber işten ayrıldığımı söyledim. Bunu büyük bir talihsizlik olarak değerlendirdiler. Bir daha da bu konuyu konuşmadık.
Beyaz, üstünde sadece bir telefon numarası ve sağ üst köşesinde minik Türk bayrağı olan bir kart. Adil’in bana verdiği kart. Bu her şeyi açıklıyordu. Eski gazetemdeki siyasi haber kovalayan arkadaşlar sağ olsunlar, böyle kartları istihbaratçıların kullandığını biliyordum.
Adil muhtemelen bizim ülkenin istihbarat örgütlerinden birinde çalışıyordu ve beyni araştıran kurumların Türkiye’de de faaliyete geçmesini istemeyen devlet tarafından gazeteye sızdırılmıştı. Murat, “Senin orada olmadığını düşünen çalışanlarımızdan biri yanlışlıkla odaya daldı,” derken yanılıyordu. Adil, benim melodiyi dinlediğim odaya bilerek, beni melodinin ellerinden kurtarmak için dalmıştı. Hatta belki gerçek adı Adil bile değildi.
Beni bu hallere düşüren, beni o adamlara sunan kadının, Fulya’nın ölümüne üzülmüştüm elbette. Ona âşıktım ama onun ölümünü engellemek için yapabileceğim bir şey yoktu. Adil’in yakasına yapışıp, “Fulya’yı neden öldürdün,” diyecek halim yoktu ya! Zaten bunu yapacak zamanım da yoktu. Fulya’yla yaşadıklarımız gerçekti. Bir süre beraber olmuş (ben o sırada onun böyle bir işin içinde olduğunu bilmiyordum elbette, onu da benim gibi bir gazeteci sanıyordum), sonra ayrılmıştık. Daha sonra ise onlara benim gibi ilginç karakterli bir adam gerekmişti ve Fulya onlara beni önermişti. Ama ondan önce yaşadıklarımızın hepsi gerçekti. Evet, Fulya’yı hâlâ seviyorum ve onun ölümüne gerçekten üzüldüm.
Olaydan birkaç gün sonra, bir sabah gazeteyi açtım ve gördüğüm haber karşısında hiç şaşırmadım. Haberde, o lanetli gazete binasında güvenlik kamerası kaydı ya da çalışanların isminin yazılı olduğu herhangi bir belgenin bulunamadığı yazıyordu. Haliyle polis de bana ulaşamadı. Adil işini iyi yapmıştı doğrusu.
Adil’in neden beni de öldürmediğini bilmiyorum. Arkasında bıraktığı bir tanıktım ben. İstihbaratçılar arkalarında tanık bırakmayı sevmezler, izlediğim filmlerden biliyorum. Hem bir sorun olursa arayayım diye bana telefon numarasını da vermişti. Onun yerinde ben olsam beni öldürürdüm. Ama o yapmamıştı. Belki de gerek görmemişti.
Ve şimdi çok yalnızım. Odama davet ettiğim puslu gece bile reddediyor beni.
Ben Selim Vurgun adlı Tanrı kulu. Artık ne yapacağımı bilemiyorum. Satırlara dizilmiş cümlelerin altındaki anlamlar rahatlatacak beni, anlıyorum. Gidip kitaplığımdan bir kitap seçiyor ve üstünde yazan ismi okuyorum: “GÖZ.” Yazarı Stephen King olan bu kitabın konusunun telekineziyle ilgili olduğunu hatırlıyorum. “GÖZ,” diye tekrarlıyorum kendi kendime. Sonra daha güçlü kelimeler çıkıyor ağzımdan:
“GÖZLER. GÖZLER TV!”
Bu bir tesadüf mü? Dünya dönüyor ve ben bu soruyu yanıtlayamıyorum.
-SON-
Tek kelimeyle, inanılmazdı… Hemen belirteyim, burada öncelik olarak kurgudan bahsetmiyorum, yanlış anlaşılmasın. Öncelik olarak yazım tarzı, cümle kuruşu ve okurken okuyucuya verdiği sayfalarca uzunluktaki “roman” hissiyatı. Sadece bu da değil, bir kere yazı tamamen bizden. Ve çok sevdiğim birkaç “bizden” romanı çağrıştırdı bana.
Örneğin; baş karakterimiz Selim Vurgun, Alper Canıgüz’ün üçüncü kitabı Gizliajans’ın Musa’sına benzettim. Hatta kurgusal olarak da oldukça yakın buldum, tabii iyi manada. Çünkü onu çok sevmiştim, onun kıvamında böyle bir öykü okumak, hele de uzun uzadıya hazmede hazmede okumak beni daha da bir bağladı.
Alıntılarıyla, selamlarıyla, sorularıyla ve en çok da “bizden” olmasıyla tam manasıyla “olmuş” bir öykü bu. Seçkimize böyle bir öyküyle katılmanız, isminiz gibi gurur verici 🙂 Umuyoruz bu kıvamda yeni öykülerinizi de okuruz, zira ben şimdiden sabırsızlanmaya başladım.
Ellerinize, kaleminize sağlık…
Bu değerli yorumunuzla beni nasıl sevindirdiniz anlatamam. Çok teşekkürler. Gizliajans’a gizliden gizliye çaktığım selamın anlaşılması da ayrı bir mutlu etti beni. Ve roman hissiyatı konusu… Her şeyden çok bu konuya dikkat ediyordum ve böyle devasa bir öykü çıktı ortaya.
Kayıp Rıhtım ailesinden aldığım ilk yorumun böyle gurur verici olması çok mutlu edici. Teşekkürler.
Çok güzeldi. Hatta uzasın diye araya zaman koyup okudum. Sevdiğim romanlara da öyle yaparım. Yalnız kendini bir şey zannetmenin adamın diğer bazı karakteristik özelliklerini silme düşüncesi garipti bana göre. Gerçi adamın kendisi de bu cevabı anlamamış; ama yine de bence zorlama bir şeydi kurguda… Kolay gelsin. Saygılar…
Okuduğunuz için teşekkürler. Kendini bir şey zannetmenin diğer karakteristik özelliklerini silme meselesi, bizzat bende de olan bir olaydır, yani gerçekten var böyle bir şey. 🙂 Zaten tüm öykü o fikir üzerinden doğdu. Hem adamın ruh çalkantıları dikkate alındığında, pek zorlama değil bence. 🙂
Okuduğunuz için tekrar teşekkür ederim.
Bu arada o adamın o ter kokusu burnuma geldi ve içtiğim çayda bile duydum kokuyu… O kadar olur yani…
Selamlar.
Ben çoğu zaman nasıl bir edebiyat okumak istiyorsam, öyle yazan birisiyimdir. Belki de böyle hırsla yazmamın sebebi etrafımda arzuladığım yazın çizgisinde olan çok az öykücünün olmasıdır. “Puslu Hezeyanlar” benim bu seçkide şimdiye kadar okuduğum ve kendi yazınıma ciddi anlamda yakın bulduğum tek öykü. Bu başlı başına bir tat, bir lezzetti benim için. Ayrıca bir neşe kaynağı.
Hikâyenizi çok beğendim, vaktinde verdiğiniz küçük detayların; daha sonra öykü içerisinde önemli yerlere sahip olması hayli keyiflendirdi okurken beni. “Gizliajans” tadı barizdi. Başta rahatsız oldum doğrusu, büyük eserlere selam çakmak iyidir; ama direkt onu yaşatmak aynı şey olmayabilir… diyordum ki, sonradan çok yanıldığımı anladım. Bambaşka bir kurguydu bu çünkü. Düş boşluğunda kısa bir süreliğine “Gizliajans”a çarpan ve yoluna devam eden bir öykü gemisi gibi.
Dilerim seçkiye katılımınız devamlı olur, bu keyiften mahrum kalmak istemiyorum. 🙂
Bol şans, kaleminize sağlık!
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Yazım tarzı açısından Alper Canıgüz, Murat Menteş gibi yazarları örnek alıyorum genelde. Sizle benzeşmemiz de o sebeple olabilir. 🙂
Beğenmenize sevindim. Tekrar teşekkürler.
Selamlar;
Öncelikle seçkimize hoş geldiniz. Ve ne iyi etmişsiniz de gelmişsiniz! İlk başta uzunluğundan dolayı gözümü korkutan hikayeniz, okumaya başlamam birlikte beni içine öyle bir çekti ki anlatamam. Bir de baktım ki sonuna gelmişim ve bundan dolayı hayli üzüntülüyüm. Gerçekten de enfes bir maceraydı.
Anlatılan olay kadar anlatım şekli de harikaydı. Kelimeleri seçme biçiminiz ve yazım kurallarına sonunda kadar uymanız, üstüne bir de Türkçe isimler kullanmanız hikayeyi sevmem için yetti de arttı bile. Dilerim katılımınız daim olur.
Kaleminize sağlık…
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Bundan daha fazla mutlu olamazdım sanırım. 🙂
Beğenmenize sevindim.
Dostum Gurur,
Seni böyle edebi bir iş içinde görmek beni öncelikle çok mutlu etti.Ayrıca tahmin ettiğim gibi roman yazma alanına yönelmen çok sevindirici.Orta okuldayken senle benim kitap okuma maceramız aynı anda başlamıştı.Yeri geldiğinde haftada 1-2 kitap bitirdiğimiz zamanlar oluyordu.Fakat ikimizin ayrı türde kitap okumamız bariz bi şekilde ortadaydı.Sen polisiye,macera,fantastik alanlarda kitap okurken bende siyaset alanında kitap okuyordum.Bu yüzden geçen zaman içinde roman yazman beni hiç şaşırtmadı.O zamanlar kitabın akıcılığına,dilinin sadeliğine önem verirdin.Okuyucuyu kitaba bağlayan etkenlerin bunlardı senin.Ve bu esasları kendi öykülerinde harikulede kullanmışsın.Tüm içtenliğimle söylemeliyim ki yazdığın öyküyü çok beğendim ve başarılı buldum.Fakat senden bir ricam olucak.Biliyorsun ben siyaset okumaktan hoşlanan biriyim.Senin de siyasetle alakalı 1 öykü yazmanı diliyorum.Emin ol ki bu alanda da başarılı bi işe imza atıcaksın…
Diğer öykülerini sabırsızlıkla bekleyen okuyucularından ilk sıralarda olduğumu bilmeni isterim.Umarım bu alanda çok başarılı bir insan olursun ve seneler sonra sana imzalatmak için 1 kitap getirdiğimde kitabın bir sayfasına sevgili arkadaşım Ahmete en içten dileklerimle diye bir not düşersin… 🙂
Vallahi hiç beklemiyordum seni burada görmeyi Ahmet. 🙂 Biraz geç gördüm yorumunu, kusura bakma.
Öykümü beğenmene sevindim. Okuma olayı o zamanlar, orta okul yıllarında benim için sadece bir eğlenceydi ama sonradan boyut atladı diyebilirim. Bak bir duygusallaştım şimdi! 🙂
Siyaset, her ne kadar geçici bir şey olduğunu düşünsem de, hala ilgimi çeken bir konu. Bu alanda da bir şeyler karalamayı düşünüyorum açıkçası. Ve umarım dediğin gibi olur da, öyle bir not düşerim kitabıma. 🙂
Yorum için teşekkürler.
O zaman siyasetle alakalı yazılarını dört gözle bekliyorum…Umarım herşey gönlünce olur..