Öykü

Puslu Vadi

Zifiri mağara karanlığında kaskatı bir beden göz kapaklarını araladı. Karanlık anında göz bebeklerine hücum etti. Hemen göz kapaklarını, karanlık ile arasına siper etti. Önceleri ışığa karşı yaptığı şeyi şimdi karanlığa karşı yapıyordu. Düşmanına hücum edip savunmaya geçer gibi kalkanı gözlerinin üstüne çekiyor sonra geri kaldırıyordu. Bir süre bu mücadeleyi sürdürdü. Daha sonra bir rahatlama oldu. Düşman saldırıyı bırakmıştı.

Sorular sormaya başladı. Nerdeydi? Buraya nasıl gelmişti? Kız kardeşi neredeydi? Ordusu yok mu olmuştu? Daha birçok soru beyninin dipsiz kuyularına düşüyor, bir zemin bulamadan ilerliyordu.

Bedenini küflü bir ekmek gibi hissediyordu. Kan ile küflenmiş içi boş bir ekmek gibiydi. Bedeninin halini görmek için gözbebeklerini aşağı indirdi. Gördüğü eğer görmek deniyorsa karanlıktan başka bir şey değildi. İç çekmek için nefes almaya çalışınca nefes alamadığının farkına vardı. Kendini boğuluyor gibi hissediyordu. Ellerini boğazına götürmek istedi ama parmaklarını bile hareket ettiremedi. Karanlığı dinledi. Hiçbir ses yoktu. Kalbinin ritmini dinlemek için çabaladı. Çıldırmak üzereydi, kalbi de çalışmıyordu. Tek yapabildiği göz kapaklarını oynatmaktı. Bir ışık bulmak umuduyla etrafı taradı. Lanet olası karanlıktan başka bir şey bulamadı.

Delirmiş miydi? Bu düşünceler neden kafasını bulandırıp ruhunu ele geçiriyordu. Nerede olduğunu bile bilmiyordu. Alnından ve bedeninden kurtulan ter damlacıkları, düşünceleri kafasından uzaklaştırdı. Ter damlaları dudaklarına yerleşince susuzluğunun derin bir vadiyi doldurabileceğini hissetti. Birden bedenini bir hareketlilik kapladı her hücresi bir kalp halini almış, atıyordu. Atışlar kulaklarında yankılanınca yüzünde kıpırtısız bir gülümseme oluştu. Ama gülümseme yarıda kaldı. Hücreleri sanki bedeninden kurtulmaya çalışıyordu milyonlarca iğne bedenine saplanıyor, bedeninin her zerresini koparmaya çalışıyordu. İğneler özellikle midesine hücum ediyor gibiydi. Birden midesine büyük bir ağrı saplandı. Sessiz ve derin bir inleme ile kulaklarını patlattı. Açlık tüm bedenini ele geçiriyordu. Boş midesi tüm vücudunu kavurmaya başladı. Sanki çağlar boyunca midesine bir şey koymamıştı. Acıdan iki büklüm olmaya çalıştı. Ama tek yapabildiği zihninin ve bedeninin ona verdiği acıyı hissetmekti.

Yutkunarak dualar okumaya, yaratıcıya yalvarmaya başladı. Dudaklarından kelimeler dökülmüyordu. Ama kalbi bu görevi tamamlıyordu. Yaratıcının yanında olduğunu biliyordu. Ama hiçbir değişiklik olmadı. Ta ki binlerce yılı geride bırakıpta, yüreğini tamamen yaratıcıya açıncaya kadar…

*

Güneş, çadırın yırtılmış yerinden gözlerine dolarak uykusundan uyandırdı. Ruhunu kaplayan kâbus bedenini sarstı. Bu rüyanın anlamı neydi. Rüyada yaratıcı onu kurtarmıştı. Fakat kurtulan sadece kendisi miydi? Halkına ne olmuştu? Sorular beynine hücum ediyordu. Ancak bekleyip görmekten başka çaresi yoktu. Zaman çok dardı. Tüm planlar yapılmıştı. Evet, bekleyecek ve görecekti. Tüm çıkar yol buydu.

Alnındaki teri silerek yatakta doğruldu. Parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. Avucunu kaplamış olan saçlarını bir kenara bırakarak ayağa kalktı. Yerdeki kılıç kemerini beline takarak dışarı çıktı. Nöbetçilere selam verdi. Nöbetçiler de “NUSRAT” diyerek karşılık verdi. Yüzünü yıkamak için sağ taraftaki pınara doğru yönelince karşısında kız kardeşi Ayrun ‘u buldu. Çok güzel bir kızdı Ayrun. Ülkesinin en ihtişamlı gölü olan, Ayrundan almıştı ismini. Karasis dağının eteklerinde ki, yeniden yükseltmeye yemin ettiği, göller şehrini bir hilal gibi çevreleyen, sabahları ayna gibi olan gümüş gölü tekrar görmeyi umut etti.

“NUSRAT,” diyerek kızgın bir biçimde hafifçe başını eğdi Ayrun.“Esir gitmiş. Onu senin bıraktığını söylediler.” Diye de ekledi.

“Olması gereken oldu. Planımız buydu. Hatta tek plan buydu.” diye karşılık verdi Nusrat gülümseyerek.

“Böyle bir durumda nasıl gülebiliyorsun. O gitti her şey ortaya çıkacak. Ama sen…” Nusrat elini havaya kaldırarak sessizliği sağladı.

“Çünkü sevgili kız kardeşim, zafer bizimle olacak. Sen temiz yüreğini böyle şeylerle yorma ve görevlerinle ilgilen. Ayrıca esir dediğin kişi, esir sözcüğünden daha fazlasını hak ediyor. ”

Ayrun kibirli bir ifadeyle, “Köle sözcüğü gibi mi?”

Nusrat kardeşine gülümseyerek, “Hadi artık işlerine koyul yapmamız gereken şeyler var. İstediğini almak istiyorsan, planımızı en iyi ve kısa sürede uygulamalıyız. Ayrıca askerlere karargâh çadırında toplanmalarını söyle. Ben birazdan orada olacağım.”

Ayrun başıyla hafif ve zoraki bir şekilde selam verip Nusrat’ ın yanından ayrıldı. Nusrat kardeşinin arkasından, gözden kayboluncaya dek gülümseyerek baktı. Gülümsemesini ekşi bir yutkunmanın bölmesi üzerine yarıda kesmek zorunda kaldı. Midesi kâbustaki gibi bir hal almıştı, asit ile çalkalanıyordu. Midesi için parçalayacak bir şeyler bulmak için, pınara gitmekten vazgeçip aşçı çadırına doğru yola koyuldu.

***

Savaşın sonunda ele geçirdikleri ganimet o kadar çoktu ki, neredeyse her askeri bir Varsıl kadar zengin hale getirirdi. Savaşı nasıl kazandıklarını hatırlamıyordu. Ama kimin umurundaydı ki, önemli olan zafer nidaları atıp, çılgınca eğlenen askerlerin görüntüsüydü.

Savaşta elde edilen en güzel ganimet ise ele geçirilen erzaklardı. Meyveler, etler, tahıllar her biri çektikleri açlık ıstırabının sonuydu. Altınlar, gümüşler, mücevherler, elmaslar ve kadınlar, erzaklar yanında küçük bir ayrıntı kalıyordu. Midesini rahatlatmak için eline nerden geldiğini bilmediği üzüm salkımını ağzına götürdü. Askerlerini seyre koyuldu.

“GÜMRAH! GÜMRAH! GÜMRAH!”,ordusu ismini haykırarak savaş alanını inletiyordu. Kılıçlar kalkanlara, mızraklar ve ayaklar kan içinde kalmış zemine çarpıyordu. Askerlerin naraları vadide yankılanıyor, zemine her vuruşları topraktan toz kaldırıp, büyük bir sarsıntı oluşturuyordu. Gümrah devrilen büyük su küpünü izledikten sonra titreyen zemine sağlam bir duruşla dikilerek, kılıcını havaya kaldırdı.

“Cesur Karzem ordusu! Bugün yokluğun sona erdiği, şerefin ve kazancın yükseldiği gündür,” bir adım atarak ayağının altına aldığı düşmanın cansız bedenine ürpererek bakarak devam etti, “Düşmanın ayaklar altındaki bedenleri ve kanları, ölen her askerimiz için birer kurbandır. Şarkılar bu savaşı; kan ve yıkım ordusu olarak adlandıracak. Artık isminiz cehennem ordusudur. Korku nedir bilmezsiniz. Zafer her daim bizimledir. ”

Askerler yeni unvanlarını büyük bir nida ile karşıladılar. Şaraba kan karıştırarak içiyor, açlıktan kudurmuş köpekler gibi yiyeceklere saldırıyorlardı. Gümrah bu manzaradan başını gökyüzüne bakarak kurtuldu. Bunca yıkımı istemiyordu. Ama olması gereken buydu. Gözleri hilal halindeki aya seğirtti. İçini önce büyük bir nefret, ardından da o nefreti çepeçevre saran bir ürperti kapladı. Bu halinden kurtulmak için başını indirdiğinde vadinin kasvetli ve karanlık bir sessizliğe gömüldüğünü fark etti. Beynini dolduran ulumalar ve nidalar şimdi karanlığa gömülmüş, yok olmuştu. Hızla başını gökyüzüne çevirip hilali aradı. Hala oradaydı, ama kan kırmızı bir halde.

Birden boğazı düğümlendi, derin bir susuzluk ve açlık hissiyle kaplandı bedeni. Dudakları kurumuştu. Yutkunamıyordu. Etrafında su aradı. Zifiri karanlıkta eline geçirdiği ilk kadehi boğazından aşağı döktü. Kadehte metal ve kan tadı vardı. Kan boğazından aşağı midesine giden yolu kavururken uludu. Kulakları hiçlikten başka bir şey duymadı. Acılar içinde kıvranarak her şeyin nasıl değiştiğine anlam vermeye çalıştı. Ruhunu büyük bir korku kapladı. Kendisini iki büklüm yere atıp, kavrulan bedenini sessiz karanlığa ve ölüme terk etti…

*

Çadırında oturmuş, gece mi yoksa gündüz mü, ne zaman gördüğünü bilmediği rüyasını düşünüyordu. “Önce zafer sonra derin ve acı bir ıstırap. Ardından da…” dedi yutkunarak derin bir fısıltıyla kendi kendine. Başını yan tarafa çevirdi. Yanındaki yaşlı bunak sanki duymuştu sözlerini. Derin sarıgözleri ile süzüyordu onu. Her zaman süzerdi zaten, sinsi bir yılan gibi, sinsi ve bilge bir yılan. Her zaman kelimesi beyninin içinde karıncalandı. Zamanın başını ve sonunu hatırlıyor ama orta kısmını dolduramıyordu. Bazen bu adamla hiç tanışmamış gibi hissediyordu. Anlaşılan delirmeye başlamıştı. Rüyanın etkisiyleydi belki. Belki de rüyanın gerçek olan bir yönü. Kafasını iki yana salladı ve su bardağını içine düşmüş arıyı incelemeye başladı.

Yaşlı adam sakince,“Çok fazla düşünüyorsun çocuk. Kafanı çok fazla yoruyorsun. Bana göre…”

Gümrah tıslamayı duyunca, arının yerinde tıslamanın sahibini olmasını istedi.“Çok fazla mı düşünüyorum? Çok fazla öyle mi? On gündür düşmanın izinden gidiyoruz. Ama elimize bu vadiye tıkılıp kalmaktan başka bir şey geçmedi. Erzaklar tükendi. Askerler su ile karınlarını doyuruyor. Karşımıza neyin çıkacağını bile bilmiyoruz. Lanet olası bir sis üç gündür etrafımızı kuşattı. Tek adım bile atamıyoruz. İzcilerimiz teker teker kayboluyor. Ordunun sabrı tükenmeye başladı. Onları buraya ben sürükledim, kurtarmak benim görevim. Zenginlik ve şerefi arzu eden adamların yerini bir parça ekmeğe muhtaç adamlar aldı. Gözlerindeki bana olan sevgi yavaş yavaş nefrete dolanıyor. ne yapmamı istersin? DÜŞÜNMEKTEN BAŞKA!”gümrah sözlerini sonlandırırken sinirden tökezleyip su bardağını devirdi. “Yılan” serbest kalmıştı.

Yaşlı adam tek bir kıpırdama bile gerçekleştirmeden öylece oturmuştu. Gören herkes onu heykel zannederdi. Ayağa kalkarak gümrah’ı omuzlarından sıkıca kavradı. Gözlerinde avını zehirlemeye hazırlanan bir yılanın ifadesi vardı.“Sonunu göremediklerinin hükmünü kolay veriyorsun. Yapılması gerekenler çoktan yapıldı. Beklemekten başka bir çıkar yolun olmadığını sende biliyorsun. O yüzden düşünme artık. Bekle, sadece güzel haberleri bekle. İstediklerini birkaç saat içinde alacağını görebiliyorum.” Parmaklar kendini ete biraz daha gömmüştü.

“Gördüklerinin gerçekleşme ihtimali çok zayıf. Aç ve sefil bu askerlere değil insan bir tavuğu bile yakalatamam.”Omuzlarını derisi kan ile küflenmiş ellerden kurtararak sol tarafında bulunan masadaki haritayı yere fırlattı.“Haritada çizili olmayan bu lanet olası vadiden başarı ile çıkmak mı? Kâbuslarım bile bu sis içindeki lanet yerden daha aydınlık.”

“Öfkene hâkim olmalısın çocuk. Öfke sadece kendini derin bir mezara kapatıp üstünü toprak ile örtmeye yarar. Senin ölümün herkes için yıkım olur. Dediğim gibi biraz bekle göreceksin zafer bizim olacak. Şimdi yapmam gereken işler var. İyi niyetli haberleri bekle. Gelme vakti yakın.” Yaşlı adam hafifçe başını eğerek, yılan gözlerini Gümrah’a dikti. Sanki onu yutmaya hazırlanıyordu. Gümrah avuç içi yukarı gelecek şekilde çadırın girişini gösterdi. Yılan da hızla dönerek, sürüne sürüne yok oldu.

Gümrah yılanın bıraktığı izlerin yok olmasını izledikten sonra, düşen su bardağını yerden aldı. Bardağa, ağzı kırılmış küçük su testisinden su koyarak, yavaş yavaş içti. Eğer su da tükenecek olursa, askerler karınlarını dolduracak başka şeyler de bulabilirdi, daha önce yaptıkları gibi. Elindeki dışarı çıkmış damarı yoklayarak yutkundu. Bedenindeki tüyleri diken diken oldu. Yaşlı bunak haklıydı. Çok fazla düşünüyordu. Kafasını dağıtmanın tek yolu Larkan’ la girdap oynamaktı. Su bardağını masanın üzerine koyup hızlı adımlarla muhafız çadırına doğru yola koyuldu.

***

Güneşin sıcaklığı tüm atmosferi sarmış, gökyüzünün tepesinde bir alacaklı gibi dikilmişti. Toprak kavruluyor gözyaşlarını güneşe teslim ediyordu. Dağların zirvelerindeki karlar ise güneşten kaçmak için eriyor, hafif sis kümesi içindeki vadi zeminine taştan taşa konarak ilerliyordu. Büyük bir mayakuşu sürüsü ise sislerden kurtulmuş yüksek ağaç zirvelerinden havalanarak, güneş ışınlarıyla dans ediyor gökyüzünde manevralar yaparak şarkılar söylüyorlardı. Birden ani bir manevra ile sürünün önde uçan bölümü sisler içindeki vadiye dalış yaparak gözden kayboldu.

Meyve ağaçları ile kaplı ormanın içerisinde uzun bir ağaç tepesinden gövdesine doğru etkisi azalan bir şekilde bir sağa bir sola sallanıyordu. Sallantının sebebi ise mavi giysilere bürünmüş bir bedendi. Bedenin sahibi Avram adında bir gençti. Ağaçlar fısıltılarla birbirlerini geç bedenden haberdar ediyorlardı.

Avram ağacın tepesine yakın bir dalda bulunan kuş yuvasını gözüne kestirip, ağzındaki elmayı cebine yerleştirdi. Muhtemelen mayakuşu yuvasıydı, bu mevsimde yumurta ile dolu olurlardı. Suratının sağ tarafında, dudaklarından başlayıp saçlarının arasında kaybolan yarayı belirginleştiren bir gülümseme oluştu. Midesi meyvelerin dışında farklı bir şey ile dolacaktı. On günlük açlığın sonu mükemmel bir ziyafetle taçlanacaktı. Tepeye doğru ilerlemeye koyuldu. Daldan dala büyük bir zarafetle tırmanıp nihayet kuş yuvasına ulaştı. Önce aşağıya doğru baktı belki göremediği başka yuvalarda vardı. Ama küçük bir heves kırılması yaşadı. Görünürde meyvelerden başka bir şey yoktu. Epey yüksekteydi. Ayaklarının altındaki daldan bir ayağını kaldırıp hemen üstündeki dalın köküne atarak yerini sağlama aldı. Kuş yuvası, boynunun hizasındaydı. Yuvanın içinde olması gerekenden büyük, sekiz tane kızıl toprak renginde yumurta vardı. Gözleri ışıl ışıl parlayarak yumurtaları birer birer cebine koymaya başladı. Son yumurtayı da cebine atmak üzere iken gökyüzünde bir uğultu yükseldi. Görünürde sisi dağıtmaya çalışan zayıf güneş ışıklarından başka bir şey yoktu. Birden sağ çaprazında kendine doğru gelen kanat sesleri eşliğinde bir karartı gördü. Yumurtaları iyice sağlama alıp alt dala hızlı bir adım attı. Dal ağırlığını kaldıramayıp aşağı doğru eğildi. Elini son anda yan taraftaki dala atıp düşmekten son anda kurtulmuştu ki yüzlerce kanadın ve gaganın kendisine saldırmasına maruz kaldı. Tiz çığlıklar eşliğinde kuşlardan dayak yiyordu. Düşmemek için dala sıkı sıkı tutundu. Yüzü sanki delik deşik olmuştu. Binlerce iğne durmadan tenine giriyordu. Tek eliyle kuşları uzaklaştırmaya çalışıp aşağı baktı. Kendini aşağı bırakmaktan başka çaresi yoktu. Derin bir nefes alarak parmaklarını gevşetti. Büyük bir hızla kuş sürüsü ile beraber daldan dala düşüyor, kana bulanmış yüzü ile yaprakları boyuyordu. Sağ tarafında ki dalı gözüne kestirip sıkıca kavrayarak bedenine esnek bir takla attırdı. Kuş sürüsü şaşırıp düşmanını biran için kaybetti. Avram ise kuşlara bir selam çakıp, ağacın zemini kaplayan gölün derin sularına bedenini bıraktı…

*

Muhafız çadırının hemen dışında sisler içinde bir masada iki adam oturmuş birbirlerini süzerek taşların yerlerini değiştiriyorlardı. Taşların rengi dörde ayrılıyordu. İç içe geçmiş damalı tahta zemin üzerindeydiler. Sis o kadar yoğundu ki taşların arasında süzülmesi taşlar arasından akan bulanık bir dereyi akla getiriyordu. Masanın sağ köşesinde oturan iri kıyım zırhlara bürünmüş adam “Üçtaş” dedikten sonra farklı renkteki iki taşı alıp siyah bir taşın etrafına yerleştirdi. Tam çaprazında oturan adam ise umutsuz ve sinirli bir halde saçlarını dağıttı. Sonra başını kaldırıp gözlerini karşısındaki adama dikti. Aniden sağ elini başının hizasına kaldırıp yüzüne doğru gelen cismi yakaladı. Zırhlara bürünmüş adam ayağa fırlayarak kılıcını belinden çekti. Sonra şaşırarak karşısındaki adamın avucunda tuttuğu şeye bakakaldı.“Hızınız mükemmele çok yakın efendimiz Gümrah. Ama bu…”sisler içinden bir ses muhafıza karşılık verdi. “Elbette mükemmel çünkü onu ben eğittim seni metal yığını.”

Gümrah yavaşça ayağa kalkarak, sise odaklandı. “Bu imkânsız,”sağ tarafa doğru bir adım atarak devam etti. “Avram bu sen misin? Ortaya çık, göster yüzünü.”

Sağ taraftan gri sis yığınıyla yürüyen mavi elbiseli bir adam sağlam adımlarla gelerek, Gümrah’ ın iki adım önünde durdu. Yüzü çil halini almış kan lekeleriyle doluydu. Yara izi ise kan akan derin bir vadi gibiydi. Gümrah’ın elini hafif bir tebessüm ile işaret ederek, “Dünyada bundan daha güzel bir elma yiyemezsin. Elinden almadan önce hemen bitirsen iyi olur.”gülümsemesi yerini büyük bir kahkahaya dönüşerek Gümrah’a sarıldı.

Gümrah elindeki elmayı yere atarak sarılmaya kahkaha ile karşılık verdi. Avram’ ı omuzlarından tutarak yarım adım boyu kendinden uzaklaştırdı, “Yüzünü bu hale onlar mı getirdi. Senin hain olduğunu anladılar anlaşılan.”

“Evet, maalesef anladılar. Ama yüzüm onların eseri değil. Bilirsin onlar adil insanlardır.” Avram’ ın son kelimeleri dalgınlık içinde dudaklarından döküldü. “sen merak etme bir engel değil bu yaralar. Komik bir durum sonra anlatırım. Sana çok mühim ve güzel haberlerim var.”

“Senin gelişin her zaman umut dolduruyor kalbime. Söyle halamın oğlu, bu elmayı nerede buldun?”

“Senin ve askerlerin için buradan yarım günlük bir mesafede. Benim için biliyorsun bir saat kadar. Vadi orada daire şeklini almış, geniş bir alana yayılıyor. Zemininde ise göller var. Meyve ağaçları da her yerdeler. Askerlerin midelerini doldurmak için pek ideal şeyler sayılmazlar ama düştüğümüz durumu düşünecek olursak, elimizdeki en değerli hazine onlar.”

Gümrah arkasındaki kütüğe oturarak, “Elimizde diyorsun ama daha onlara ulaşmadık. Bu siste askerleri oraya götüremem. Çok tehlikeli.”

Avram, Gümrah’ın kulağına eğilerek, “Daha en güzel haberlerimi söylemedim.”gözleriyle muhafıza bir bakış attıktan sonra devam etti, “Bunları burada konuşmasak iyi olur.”

“Pekâlâ. Haklısın, çadırıma gidelim.” Gümrah oturduğu kütükten kalktı. Avram’ ın omzuna elini atarak, sol tarafa doğru yöneldi. Muhafızın selamına karşılık verdikten sonra Avram’ ı da yanında sürükleyerek çadırına doğru hızlı adımlarla ilerledi. Sis içinde yön bulmak oldukça zordu ama biraz sonra çadırı karşılarında buldular.

Gümrah çadırın girişini kapatarak Avram’ a masanın yanına oturmasını işaret etti. Kendisi ise sağa sola bakındıktan sonra yerde rulo haline gelmiş eski haritayı alarak masanın üzerine açtı. Avram masanın kenarlarındaki küçük sivri çivileri alarak haritanın köşelerini masaya sabitledi.

Gümrah haritada çizimlerin olmadığı bir bölümü işaret ederek, “Bu bölgeyi çizmeni istiyorum. Çizerken de bana tüm olanları anlatmanı istiyorum. Tüm ayrıntıları istiyorum. Acele etmemiz gerek. güzel haberler eskimeye gelmez.”

İki adam dışarıdaki sisin karanlığa hapsolmasına yarım saat kalıncaya dek, bazen gülerek, bazen de yüzlerini derin bir korku ve hüzün kaplayarak konuştular. Sonunda Gümrah haritanın yeni çizilmiş bölümündeki geniş vadi alanını göstererek, “Sabah buraya doğru harekete geçeriz. Askerleri bir süre dinlendirip karınlarını doyururuz.” Elini bulundukları vadinin devamı olup büyük bir dağın eteğinde noktalanan yere koyarak, “Ertesi günün ilk ışıklarında ise düşmanın saklandığı yeri yerle bir edip tek bir canlı bırakmayız.”Gümrah canlı bırakmama konusundaki düşüncelerinden pek emin olduğunu zannetmiyordu. Sözler biranda çıkmıştı sanki dudaklarından.

Avram başını iki yana sallayarak, “Sen bunu istemiyorsun. Yeterince kan döküldü. Askerlerinin karnını doyurmalı ve bu vadiden çıkmalısın. Yoksa korkarım sonumuz yıkım olacak.”

Gümrah’ın gözleri şimşek gibi çakarak karanlık bir alev halini aldı. “Ben bunu istiyorum. Söylediğin yıkım bizi bulmayacak. Nusrat’ ı bulacak. Ordusunun bizimkinin onda biri kadar bile olmadığını söylüyorsun. Ani bir baskınla bizi avlayamayacak kadar azlar. Sisin orada olmadığını söylüyorsun. Saldırmaları veya gizlice gelip boynumuzu kırmaları, imkânsız. Tek yapabilecekleri derin bir oyukta açlıktan ölmek olacak.”

“Bırak yaşasınlar ben sana yıkım onlar elinden olacak demiyorum. Hesap günü yıkım bizimle olacak. Neden söz ettiğimi biliyorsun.” Avram derin bir iç çekerek yerdeki büyük ipekten mindere oturduktan sonra devam etti. “Her zaman neden söz ettiğimi bilirsin. Bu sefer olmaz Gümrah, bunu yapma. Dışarıdaki karaktersiz adamlar için bunu yapma. Sonsuzluğu tehlikeye atma.”

Gümrah elini havaya kaldırarak alay edercesine konuştu. “Sen ve şu kozmik hikâyelerin. Hayal âleminde yaşıyorsun. O konu hakkında artık tek kelime bile istemiyorum. Şimdi şu planı tekrar gözden geçirelim.”

Avram derin bir üzüntü ile Gümrah’ın haritaya odaklanmasını izledi. Güzel haberleri onların sonu olmuştu. Haksız savaş yıkım demekti. Birincil yaşamda olmasa da ikincil yaşamda öyleydi. Derin bir iç çekerek oturduğu yerden doğruldu. Yapması gereken şeyler artık yapılmalıydı. Gümrah’ın karşısına geçerek, ne yapacaklarını onunla tekrar etmeye başladı. Maalesef savaş kaçınılmazdı.

***

Genç komutan gözerini sisler içindeki vadinin tabanına dikmiş, sisin izin verdiği sürece gözlem yapıyordu. Bu arazi onun kurtuluşu olabilir miydi? Bekleyip görecekti. Planlar gerçekleşir ise her şey yoluna girecekti. Ama planın mükemmel işlemsi gerekiyordu hiçbir aksaklık olmamalıydı. Gözlerini vadinin dar bir alan olmaktan kurtulup geniş bir daire şeklini almış sislerin tül gibi üstünü örttüğü göllere çevirdi. Göllerin miktarlarını ve kapladığı alanları gözlemledikten sonra dağlarla çevrili bu alanın zirvelerini tek tek inceledi. Büyük bir gülümsemeyle önündeki kâğıtları ve işlem yapmasına yarayan birçok aleti toparladı.

Komutan çalışmakta olan askerlerini izliyordu. Bir kısım askerler, vadiden sığınaklara buldukları erzakları taşıyor, bir kısım savaş hazırlıkları yaparak askerlere siperlerini gösteriyor, bir kısım ise kendisinin yaptığı hesaplamaları kâğıt üzerinden, hayata geçiriyorlardı. Tüm bu işleri yapan askerlerin sayısı oldukça azdı. Askerleri geniş alanda yapılan bir savaşta yetersiz kalırlardı. O yüzden onları atalarının mirası olan bu sığınaklara getirmişti. Eğer yıkım buraya gelecek olursa bu kutlu vadiye yazık olacaktı. Askerlerini açlıktan kurtaran, düşmana bu yüzden büyük darbe vuran bu topraklar savaşın yıkımı altında ezilecekti.

Vadideki sis çok büyük iş görmüştü. Her nasıl olduysa bilinmez mucizevî bir şekilde sanki düşmanın üzerine çökmüştü. Onlara tek adım bile attırmıyordu. Sis sayesinde geniş vadideki meyve ağaçlarına ulaşamıyor böylelikle bedenleri açlıktan zayıf düşüyordu. Düşmanın Şeyrun adını verdikleri en azılı izcilerini ise geniş vadiye yaklaştıkları anda askerleriyle tek tek avlamıştı. son öldürdükleri Şeyrun denilen yaratık oldukça büyüktü. İki askerinin ölümüne neden olmuştu. Mızrağını boynuna sapladığında yaratık alev alev yanan gözleri ile katiline bir bakış atmış daha sonra yığılıp kalmıştı. İçini derin bir ürperti kapladı. O günü çok düşünüyordu. Düşünceleri zihninden zorda olsa atıp, son plan çizelgesini de katlayarak, komuta çadırına doğru yola koyuldu.

Komuta çadırına vardığında askerlerinin hepsi “ NUSRAT!” diyerek selam verdi. Nusrat da selamlarına karşılık verip oturmalarını istedi. Elinde bulunan kâğıdı ilgili komutana vererek, “Son hesaplama bu Bünyan, sen yapman gereken işler için gidebilirsin. Biz de planlar üzerinden tekrar geçeceğiz.” Bünyan isimli komutan ayağa kalkarak selam verdikten sonra uzaklaştı.

Nusrat masanın üzerindeki haritaya göz attıktan sonra komutanlarına, “Tüm planlarımız hazır. Ama tekrar üstünden geçelim ki hataya yer bırakmayalım. Çünkü en ufak hata bizim sonumuz olur. Planlara geçmeden önce şunu belirtmek isterim. Eğer ilk plan gerçekleşirse, yapmamız gereken önemli bir iş var. Biliyorsunuz ellerinde bize ait olan çok önemli biri var. Onu onarlın elinden kurtarmamız gerekiyor. Bu yüzden sizden…”Nusrat sözünü tamamlayamadan arkadan gelen ince bir ses sözünü kesti.

“Tüm bu şeyleri anlatıp duruyorsun. Ama o değerli kişi orada yok olup gidecek. Düşmanın eline teslim ettin onu. Şimdi de kurtarmaktan bahsediyorsun. Sözlerinin hiçbiri…”

Nusrat elini havaya kaldırarak, yüksek sesle “AYRUN! Sana tüm söylemem gerekenleri söyledim. Tek plan var oda bu. Başka kurtuluş yolu yok. Şimdi çadırına gidip dinlen. Çünkü yorgunluktan yaptığın hareketlerin farkında değilsin.” Nusrat, hareketlerin kelimesini özellikle vurgulayarak Ayrun’ un gözlerine öfke ile baktı. Ayrun ise sinirli bir şekilde arkasını dönüp sert adımlar atarak gözden kayboldu.

Nusrat Ayrun’ un gözden kaybolmasını izlerken savaşın gelmeden bile büyük yıkımlar getirdiğinin farkına vardı. Savaş kaçınılmaz gibiydi. Bekleyip görecekti. Komutanlarına dönüp hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam etti. Ta ki gece, karanlığını güneşin ışıklarına hâkim kılana dek.

*

Gümrah atının üzerinde etrafını kolaçan ederek ilerliyordu. sağ tarafında Avram sol tarafında ise büyücü vardı. ordu ise el arabalarının gıcırtısı, çelik zırhların ve silahların birbirlerine çarpması eşliğinde ağır ve bitkin adımlarla onları takip ediyordu. Avram dalgın bir halde atının üzerinde sallanarak zemini inceliyor, büyücü ise pelerinlere bürünmüş ayakları üzerinde yılan gibi kayarak ilerliyordu. Yüzünde sinsi bir tebessüm vardı. İstediği her şey oluyor gibiydi. Başını hafifçe kaldırarak gümrahı süzmeye başladı. Sarıgözleri bakışlarını Avram’ ın attan inmesi ile gümrah ı incelemeyi bıraktı.

“Bana eşlik etmeye mi karar verdin, Yaprakvatanlı.” Büyücü, son kelimesini aşağılayıcı bir ifadeyle söyleyerek Avram’a göz kırptı.

“ Hayır. at üzerinde çok rahatım büyücü efendi. hava çok ağır ve berbat kokuyor.çantada birkaç nane var yolun devamında burnumda olmaz ise boğulacağım”

“Demek ormanın kokusu seni rahatsız ediyor. bir Yaprakvatanlı için kötü bir durum.”büyücünü sözleri kahkaha ile sona erdi. kahkaha bir yılanın tıslaması gibiydi.

“Ormanın kokusu değil beni rahatsız eden. Askerlerini açlıktan kokmuş nefesleri havayı kirletiyor. Ömrümde böyle iğrenç bir koku görmedim. Bunların ciğerleri mideleri ile yapışık anlaşılan. Kokuları meyve ağaçlarının kokusunu almamı engelliyor. Bu siste yolu bulmak için yorgun olmayan bir burna ihtiyacım var.” Avram naneyi çantadaki keseden çıkararak burnuna götürdü.

Gümrah soğuk bir ifadeyle, “Ordunun büyük açlık içinde olduğunu biliyorsun Avram. Onun için hızlı hareket edelim de şu bahsettiğin ağaçları bulalım. Çünkü biran önce kuşatmayı başlatmak istiyorum.”Büyücüye dönerek, “Sen de büyücü şu lanet sise bir çözüm bulamadın. Bir büyücüden daha fazla şeyler yapmasını beklerdim. İşe yarayan kimselere dil uzatmaktan daha fazlasını.”

Büyücü gümrah’a bakarak gözlerinin arkasındaki sinirli ifadeyi mahcubiyete çevirerek gözbebeklerine yansıttı. başını eğdi. daha sonra kuyruğunu toplar gibi pelerinini düzelterek sisler içinde sürünmeye devam etti.

Gün öğleye doğru yaklaştıkça dar vadi yerini geniş ve düz bir alana bırakmaya başladı. Etraflarında meyve ağaçları da belirmeye başlamıştı. Askerler sevinç naraları ile bir yandan karınlarını doyuruyor diğer yandan ise komutanlarının ardından disiplinsiz ve dağılmış bir halde hareket ediyorlardı. Gümrah askerlerine kamp yapacakları yere kadar düzgün bir şekilde ilerlemeleri emrini verdi. Ama askerlerin mideleri boşken komutanlarını dinlemeleri pek mümkün değildi. Gümrah mecburen ordusuna kamp kurma emrini verdi. Ordu geniş bir alana yayılmış şekilde kamp çadırlarını hazırladıktan sonra yiyecek bulmak için dağıldı. Gümrah’ ın yüzü artık gülüyordu. Zafer nidalarını şarkılarını şimdiden duyar gibiydi. Gördüğü rüya aklına geldi. Kesin bir zafer kazanmıştı ardından ise kesin bir ölüm. İçini bir huzursuzluk kapladı. Rüyadaki son gerçekleşmeyecekti. Buna izin vermeyecekti. Birden yaşlı bir elin omzunu tutup sıkması ile irkildi.

“Hata ediyorsun çocuk. Askerleri bu şekilde geniş bir alana yaymamalısın. Dağlarda bizi neyin beklediğini bilmiyoruz. Ani bir saldırı ile kolaylıkla orduyu bölebilirler. Üstelik askerler annelerini görmüş karnı aç çocuklar gibiler. Biliyorsun düşman burayı bizden çok daha iyi biliyor. Çocuklar annelerinin ellerinde ölüm bulabilirler.”

Gümrah büyücünün elini omzundan indirdikten sonra, “Buna gerek yok az sayıda çapulculardan korkacak değilim. Bırak eğlensinler, çektikleri eziyetin hakkı bu. Düşman da saldıracak olursa ölümden başka bir şey bulamaz.”

Avram da söze girerek, “Büyücü haklı Gümrah her ne kadar az sayıda olsalar da neyi planladıklarını bilmiyoruz. Askerler bir bütün halinde olursa her türlü beklenmedik olaya karşı hazırlıklı oluruz.”

Gümrah yüzünde şaşkın bir ifadeyle, “Pekâlâ ikinizde aynı kararda hem fikir olduğunuza göre ki bu hiç alışık olduğumuz bir durum değil. Avram onları belli bir bölgeye topla. Büyücü sende o alana koruma büyüleri yap.”

Avram küçümser bir gülümseme ile büyücüyü süzerek, “Şu sisi bile dağıtamayan bir büyücünün koruma büyülerinin, bizi epey koruyacağına eminim”

Büyücü öfkeli bir şekilde asasını göstererek, “Belindeki cılız çeliği çekip bir saldırı yap bakalım çocuk. yap da kılıcının kendi ellerinle, benim için boğazını kestiğini gör.”

Gümrah yüksek bir ses tonuyla, “yapılması gerekeni biran önce yapın. Tartışma istemiyorum. Hemen şimdi işlerinize koyulun.”gümrah iki adamın birbirini sert bakışlarla süzmelerini izledikten sonra el işareti yaparak onarlı gönderdi. Başını gökyüzüne kaldırıp güneşe baktı. Sis güneşin etkisiyle oldukça incelmişti. Birden midesini bir acı kapladı. Bir şeyler yemesi gerekiyordu. Sonra da temiz bir uyku çekmeliydi. Ama önce midesini doldurmalıydı. Yakınında buluna bir muhafıza işaret ederek kendisine yiyecek bir şeyler getirmesini emrederek askerlerin kendisi için hazırlamış olduğu çadıra doğru ilerledi.

***

Vadide büyük bir gümbürtü koptu. Gümrah yatağından sıçrayarak uyandı. Çadırın dışındaki büyük gümbürtüler ve askerlerin nidaları ortalığı inletiyordu. Hemen yataktan kalkarak kılıcını alarak kendini dışarı fırlattı. Gördüğü manzara karşısında dona kaldı. Her yer alev alev yanıyordu. Askerleri tutuşmuş sağa sola koşuyor, yerdeki su göletlerine atlıyorlardı. Yerde alevlerle kaplı küre halinde büyük kayalar yuvarlanıyordu. Sağ tarafında gelen askerin nidası ile irkildi, “ALEV TOPU GELİYOR. DİKKAT EDİİİİN!” başını sağa doğru kaldırınca büyük bir ateş topunun havadan kendisine doğru geldiğini gördü. Paniklemiş halinden hemen kurtulup kendini yana attı. Alev topu büyük bir gürültü ile çadırı toprağa gömdü.

Gümrah etrafını kolaçan edip, Avram ile büyücüyü aradı. Büyücüye çok ihtiyacı vardı. Alev toplarına bir çözüm bulabilirdi belki. Birden yeni bir nida yükseldi, ardından bir başkası. Onlarca yüzlerce asker alev toplarının geldiğini haykırıyordu. Gümrah ne yapacağını bilemez halde gözlerini havaya dikti. Yüzlerce hatta binlerce alev topu gökten yağmur gibi üstlerine yağıyordu. Kıskıvrak yakalanmışlardı. Dar bir alana sıkışıp kalmışlardı. Büyücü yanıltmıştı onu. Büyük bir öfke ile büyücüyü öldürmeye yemin etti. Ayağa kalkarak askerlerine dağılmaları emrini verdi. Avram’ ı bulması gerekiyordu. Kendisine doğru yuvarlanarak gelen adam boyunda bir alev topunda son anda kurtularak, kamp yerinde yürümeye başladı. Birden arkasından başına inen sert bir darbe ile yere yığıldı. Yanmakta olan bir ağaç dalının üzerine yüz üstü düşerek, alev kırmızı rengin karanlığa dönüşmesi eşliğinde bayıldı.

***

Mavi elbiseleri çamur ve siyaha boyanmış genç bir adam yaşlı bir adam ile beraber dağ patikasından zirveye doğru ilerliyorlardı. Mavi elbiseli adamın ellerinde kalın bir ip vardı. ip kızağa bağlanmıştı. Kızağın üzerinde ise başı kanlar içinde bir adam baygın halde yatıyordu. geç adam yaşlı adama baygın adamı göstererek gülümsedi, “Dağın zirvesine ulaşana kadar, umarım uyanmaz. Uyanırsa çok uğraşmak zorunda kalacağız.”

Yaşlı adam altın sarısı iç açan gözleri ile genç adamı süzerek karşılık verdi, “ O kadar sert darbe indirdin ki bırak uyanmayı ölüm uykusuna dalmamasına dua et. Yoksa kazandığımız zafer hüsran ile sonuçlanır. Nusrat boyunlarımızdan bir ip geçirir, sonrada bizi intihar edebilmemiz için aç ve sefil halde bırakır.”

“Hiç zannetmiyorum. Sadece küçük bir dokunuştu o kadar. Eve ulaştığımızda Ayrun onu iyileştirir. Bu arada sis numaran oldukça iyiydi. Beni bile kandırdın. Ben doğal bir durum olduğunu zannediyordum.”

“Rüzgâra ve bulutlara söylenmesi gerekenler söylendi iş olupbitti. Neyse çok konuştuk biran önce zirveye varalım. Senin ahmaklığın yüzünden zaferimizi gölgelemeyelim.”

Mavi elbiseli geç adam başı ile yaşlı adamı onaylayarak, arkalarında bulunan vadiye hüzünle dönüp baktı. Ağaçlar yanmış, sular ve göletler kirlenmiş, toprağın altı üstüne gelmişti. İlk görevini yerine getirememesinin bir sonucuydu bu durum. Suçluluk ile iç çekerek. Kızağın iplerini sıkıca kavradı. Yaşlı adamın ardından tekrar yola koyuldu.

İki adam dağın zirvesinde bulunan vadi şehrine doğru patika boyunca şarkılar söyleyerek ilerlediler. Ta ki zafer şarkıları eşliğinde halkı onları batmakta olan kızıl güneşin ışıklarında karşılayana dek.

SON

Puslu Vadi” için 1 Yorum Var

  1. Başka bir arkadaşın yazısına isyankar bir yorum yapmışsın umarım beni kastetmiyorsundur ama ben yine de okuyayım dedim. Aslında okuyacaktım ama uzun olduğu için ertelemiştim neyse yorumuma geçeyim 🙂
    Hikayeni çok beğendim konusu kurgusu falan çok güzel. Beklenmedik bir şekilde son buldu benim teorim sadece Avramdı ama ikisi beraber çıktı hoş olmuş 🙂 Hikayenin başında rüya-gerçek arası geçişlerini çok beğendim. Sadece çok ağır ilerliyordu yani sonuna gelene kadar sanki bir romanın parçasıymış gibiydi sonu birden akıverdi ama dediğim gibi başı ve ortası baya bir ağır ilerledi.
    Neyse kısacası çok beğendim, devamı gelir umarım 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *