Öykü

Riken’in Bulunması

Zekiydi, çalışkandı ama bir o kadar da yaramazdı ve dik kafalıydı. Bu huyunu sempatikliği ve konuşkanlığıyla kapatmasını iyi biliyordu. Krallığın en iyi ve sağlam yelkenlisi olan Cantra’nın Efendi’lerden biri ile yola çıkacağı hemen her yerde konuşuluyordu ve O da duymuştu. Koca teknenin görevi keşifti ama nerede ve neyi keşfetmeye çalışacakları konusunda bir bilgi yoktu. Böyle bir keşif gezisinin olacağını duyduğunda ekibe dahil olmak için elinden geleni yapmaya karar vermişti. Bilinen en uzak noktadan daha uzağa gidileceğini duymuştu. Bilinmeyene yolculuk biraz merakı olan herkesin ilgisini çekerdi, delikanlının da ilgisini çekti ve yelkenliye gizlice girdi. O hummalı hazırlıkların arasında kimsenin dikkatini çekmeden içeri girmek ve saklanmak zor olmamıştı.

Anavatandan uzaklaştıktan sonra uzun bir süre sakince yol aldı Cantra. Kendisini var eden ustaların tasarımını dalgaların üzerinde en iyi şekilde yansıtıyordu. Seçkin tayfa rüzgârın teknelerini hızla ilerletecek kadar iyi olmasını asıl görevlendirmeyi yapan Tanrıçalarının sebep olduğunu düşünüyordu. Bu görevin temel nedenini bilmeseler de isteğin bizzat bilge tanrıçadan geldiğini tahmin edebiliyorlardı. Hatta ileri gidip kaptan köşkünde oturan ve dışarıya çıkmayan gizemli kişinin o olduğunu iddia edenler bile olmuştu. Davetsiz misafir saklandığı yerde yanına aldığı erzağın bitmesine yakın yani ikinci günün akşamı yakalanmıştı. Karadan uzaklaştıkları ve geri dönme imkanının olmayışı nedeniyle kabullenmek zorunda kalmışlardı bu delikanlıyı. Kaptan, ikinci kaptanına “Zor işleri gördürün de yaptığının bir suç olduğunu anlasın” demişti.

Önce keyif veriyor olsa da zamanla çevrede uçsuz bucaksız denizi görmek canlarını sıkmaya başlamıştı. Yaklaşık bir aylık yolculuktan sonra karayı görmüşlerdi. Güneş haftalarca gittikleri yönde teknenin burnunun hafif solunda mavi sularda batmıştı. Sayısız defa izledikleri görüntünün aksine o gün güneş kızıl ışıklar denizin sularına değil mor dağların ardında kaybolmuştu. Uzaklarda gördükleri gri gölgeler içlerini sevince boğmuştu. Birkaç saat sonrasında neresi olduklarını bilmedikleri bir sahile varmışlardı. Denizin bir yayla karanın içine daldığı ve gümüş rengi kumların metrelerce uzaktan bile parladığı bir sahildi. İkinci kaptan, tayfanın ayaklarının karada olmasının iyi olacağını, haftalardır denizin üzerinde yaşayan adamların bundan mutlu olacağını söylese de Kaptan o gece gemide kalınmasını emretti. Ertesi sabah gündüz gözüyle çıkacaklardı sahile.

Tecrübeli Kaptanları Varda’nın yüzü gülüyordu. Aşçıya, iyi yemekler hazırlamasını ve ambarlardaki içkilerin çıkarılmasını buyurdu. Emir, her işe yardımcı olan kaçak yolcuya da verilmişti. İçeri girmeden önce çocuk yüz metre kadar açığında demirledikleri gölgeler içerisindeki sahiline baktı. Bir an dikkatini çeken hareketlilik oldu ama aynı noktaya tekrar ve daha dikkatle bakınca yorgun gözlerinin bir oyunu olduğunu tahmin etti. Saatler sonra ay battığında bir iki üç nöbetçinin dışında herkes uykuya dalmıştı. Pruvada nöbet tutan iri yarı adam dayandığı yerde yarı uyur haldeydi. Kıç tarafındaki nöbetçi ise çoktan uyumuştu. Yemek ve açılan şaraplar ağır bir uyku hali getirmişti.

Delikanlı güzel havalarda kıvrılıp yattığı seren direğinin üzerindeki bölmede gökyüzünü seyrediyordu. Bulutsuz gökyüzünde baktığında yıldızların ne doğduğu yerlerdeki ne de çıkıp geldikleri yerdeki yıldızlara benzemediğini fark etmişti. Tanıdık yıldızları aradı gözleri bir süre. Geldikleri yönü bulmaya çalıştı yattığı yerde. Birden denizden gelen dalga seslerinin arttığını hissetti. Sesler artmıştı ama koca tekne sallanmıyordu bile. Bu işte bir gariplik olduğu belliydi. Bakışlarını aşağıya karanlık sulara çevirince sayısız kayığın teknelerine yanaştığını gördü. Daha neler olduğunu idrak edemeden aşağıya tekrar baktığında yılan gibi sessizce hareket eden gölgelerin güvertede olduklarını gördü. Islığı andıran bir ses duyuldu ve pruvada uyuklayan nöbetçi son nefesini boğuk bir sesle verdi. Ardından iri yarı adamın suya çarpma sesi duyuldu. Yattığı yerden “Baskın var!” diye bağırdığında başının üzerine direğe bir balta saplandı. Uzun saçlı iri bir gövdenin kıvrak hareketlerle direğe tırmanmaya çalıştığını gördü. Belinden bıçağını çıkarıp ipleri kesince ağır vücut gürültüyle güvertenin ahşap zeminine düştü. Kamaralarından fırlayan tayfalar neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu.

Birkaç saniye içinde baskını yapanlarla uykulu ve sarhoş bir halde kamaralarından çıkmaya çalışanların arasında korkunç bir boğuşma başladı. Barbarlar karşılarına çıkan kişileri kesiyor biçiyordu. Çocuk ne yapması gerektiğini bilemeyecek haldeydi. Aşağı inse hiç bir faydası olmayacağını düşünüyordu. Ellerinde kocaman bıçakları ve baltaları olan sürekli çığlıklar atan güruha karşı bir şey yapamazdı. Direğin üst tarafından sallanan az önce kestiği iplerden birine tutundu. Bir iki sallanmadan sonra kendini boşluğa soğuk sulara bıraktı. Gelenlerin kalabalık olması ve yelkenlide bulunanların uykulu ve sarhoş olmaları çarpışmanın sonucunu belirlemişti. Ayakta kalabilen birkaç kişi ellerinden bir şey gelmediği için teslim oldular.

Çocuk, bir zaman su altından gittikten sonra açık denize, karanlığa doğru yüzmeye başladı. Kendini güvende hissedecek kadar ileri gittiğinde geri dönüp baktı. İki direğiyle salınan teknelerinin ötesinde küçük kayıklar sahile doğru gidiyorlardı. Bakışlarını yelkenliye çevirince güvertede zafer çığlıkları atan gölgeler çarpışmanın sonunu belirtiyordu. Suyun içinde bekledi bekledi. Cantra, acı bir sessizliğe büründüğünde teknelerinde sadece bir kişinin dolandığını gördü. Tehlike kısmen de olsa geçmişti. En azından kendisi için.

Olabildiğince sessiz ve açıktan sahile doğru yüzmeye başladı. Ayakları zemine değdiğinde kolları kulaç atmaktan kopmak üzereydi ve soğuktan titriyordu. Hiç ayağa kalkmadan sürünerek kumsalı geçti ağaçların arasında karanlıklara karıştı. Evet, birkaç saat önce geldikleri bu yabancı topraklarda yaşayan vahşilerin saldırısından kurtulmuştu ama yapayalnız ve çaresiz bir şekilde yapayalnız kalmıştı. İlk yapması gerekeni yaptı. Karanlıkta barınabileceği güvenli bir yer buldu. Ağaçların arasında belki yıllar önce sellerin getirdiği kocaman kayaların oluşturduğu küçük bir girintiye sığındı. Elinde bıçağı bütün gece korku içerisinde bekledi durdu. Hem güzelim gemileri Cantra’yı basan vahşilerin gelmesinden korkuyordu hem de bilmediği bu topraklarda karşısına çıkabilecek vahşi hayvanlardan.

Karanlığın laciverde döndüğü saatlerde yorgunluğun etkisiyle gözlerini bir an kapadığında ki bu anın ne kadar sürdüğünü bilmiyordu çok yakınından gelen hırıltıyı duydu. Gözlerini açtığında karşısında boz renkli kocaman bir kedi gördü. Hayvan karanlıkta parıldayan bir çift göz ve hemen aşağısında beyaz kocaman dişler aklını başından almaya yetmişti. Bir adım geri gitmeye çalıştı uzandığı yerde ama sırtı soğuk kayaya dayanınca yapabileceği bir şey olmadığını anlamıştı. Dağ arslanı tüm dişlerini göstererek kükrediğinde çocuk bıçağı tutan kolunu ileri uzattı. İkinci kükreme gırtlağını yaran hançer nedeniyle bir hırıltıya dönüştü. Kurtarıcısını bulunduğu yerden göremiyordu. Yağmurdan kaçarken doluya tutulma ihtimali aklına geldi, korktu. Muhtemelen tekneye çıkıp tayfaları öldüren vahşilerden biri ya da birileri izini bulmuştu. Hançeri geri çeken kolu gördü önce gizli bir sevinç içini kapladı. Uzun beyaz bir elbise ve arkasından tanıdık çizmeler içini rahatlatmaya yetmişti. Gelen kendi ırkından biri olmalıydı. Yerinden doğrulduğunda beyaz bir ışık gibi parlayan ipek elbiselerin içindeki zarif bedeni görünce saygıyla yere eğildi. Bu yolculuk boyunca kendisine ayrılan kamaradan çıkmayan Efendi olmalıydı. Ada halkının ve imparatorluğun en çok sevdiği Tanrıçaydı.

Ne yapacağını bilemeyecek durumdaydı. Ne kadar yaramaz da olsa ve seçilmiş öğrencilerin okuduğu bir okulda ülkenin merkezinde oturuyor da olsa böyle birine rastlamak ihtimali o kadar düşüktü ki. Yumuşak ama otoriter bir ses “kalkabilirsiniz” diyesiye kadar durumunu bozmadı. Okulun en yaramaz öğrencisi donup kalmıştı adeta. Bir saniye sonrasında tekrar “Çocuk doğrulabilirsin” sesini duyunca aklı başına gelmişti. Usulca doğruldu. Bakışlarını yerden kaldırmadan Efendinin yanından yerde yatan kocaman hayvanın leşine basmamaya çalışarak geçti. Bir adım geride, saygılı bir şekilde durmaya devam etti. Uzun narin parmaklardan oluşan el çenesine dokundu. Başını kaldırarak çocuğun yüzüne bakması sağladı. O an delikanlı hayatı boyunca duyduğu en derin heyecanı duyuyordu. Ana Kraliçenin kızı O bir efsane gibi anlatılan Heme’yi gördü. Güzelliklerin ve yiğitliğin cisimleşmiş hali olan Efendi karşısındaydı ve yüzüne dokunmuştu. Utangaç bakışlarla baktığı çehre hayatı boyunca görebileceği en güzel yüzdü. Uzun sarı saçların çevrelediği beyaz oval bir yüz yüzde parıldayan masmavi bir çift göz karşısında dili tutulmuştu.

Delikanlının şaşkınlığı geçmeden uzun boylu genç kız “Hadi gidelim” dedi. Korkusu henüz geçmemiş delikanlının itaat etmekten başka seçeneği yoktu. Efendi oldukça hızlı hareket ediyordu. Ağaçların arasından çalıların gölgesinden hızla geçtiler. Beş dakika sonra sahile yaklaşmışlardı. Açıkta kendilerini buralara getiren güzelim yelkenli hüzünlü bir şekilde duruyordu. Delikanlı gecenin karanlığında kendisinin bu kadar uzağa gitmesine şaşırmıştı. Kendilerini buralara kadar getiren yelkenlileri sahibinden ayrı kalmış bir kuğu gibi duruyordu. Uzun boylu Efendi yanındaki delikanlının omzuna dokunup geriyi işaret etti. Geldikleri gibi sessizce ağaçların arasındaki çekildiler. Kız üzerindeki tuniği çıkardı ve beyaz bir iç çamaşırıyla kaldığında delikanlının yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Kıdar, Genç öğrenci, sen burada bekle ve sakın varlığını belirtecek bir harekette bulunma.” dedi. Çocuk kendisine adıyla hitap edilmesinin şaşkınlığını atamadan Efendisinin sahile indiğini gördü. O kadar sessiz ve o kadar hızlı hareket ediyordu ki ne zaman ağaçların arasından çıktı ne zaman geniş kumsalı geçip suya daldığını izlemekte zorlanmıştı. Bir balık gibi hiç dalga yapmadan, su sıçratmadan yüzerek yelkenliye vardı. Çocuk saklandığı yerden imrenerek bakıyordu.

Efendinin hareketlerine Cantra’da bulunan nöbetçiler bile anlamamıştı neler olduğunu. Rüzgâr gibi gitmiş, balık gibi yüzmüş ve kertenkele gibi tırmanmıştı gemiye. Yine aynı sessizlikle geriye dönmüştü. Birkaç dakika sonrasında ince uzun bedeni ile karşısında dikiliyordu. Üstelik koltuğunun altında üzerinden sular akan siyah deri bir çanta vardı. Hemen az önce çıkardığı giysilerini giydi. Tekrar delikanlının gece sığındığı kovuğa döndüler.

Çocuk önce itiraz etti kendisinin de birlikte gitmesi için ama kız onu ikna etmesini bilmişti. “Uyu” dediğinde göz kapakları ağırlaşmış daha içten gelen ikinci uyu komutundan sonra dalmıştı uykunun en derinine. Uyandığında Efendisi kendisine bir dilim kek uzatıyordu. Küçük bir parça besinin hiç bu kadar tatlı ve hiç bu kadar doyurucu olacağını düşünmemişti. “Kaptanı ve arkadaşlarını kaçıran vahşilerin uzakta olmadığını biliyorum” dedi. Gidip onları alalım” Çoğalmaya başlayan ağaçların gölgelerinde yürüdüler uzun bir zaman Önce hafif bir tepe aştılar ve buz gibi suları olan küçük bir dereyi geçtiler. İlerledikçe uzaklarda çalan davulları işitmeye başladılar. Yaklaştıkça sesler artıyordu. Bulundukları vadi aşınca da ağaçların bittiği meydanlıkta kurulan çadır köyü gördüler. Ortada yanan kocaman bir ateş vardı. Ateşin çevresine de dikilen kütükleri ve kütüklere bağlanan arkadaşlarını gördüklerinde delikanlının içi acıdı. Öfke ile yürümek istediğinde narin parmakların bileğine yapıştığında durmak zorunda kaldı. “Daha değil” dedi fısıltıyla.

Çadırlar oldukça hareketliydi. Erkek ve kadınlar sürekli girip çıkıyorlardı ateş yanan meydanı çevreleyen çadırlara. Erkekler başlarında birer zafer işareti gibi tüyler taşıyorlardı. Bazılarında bir ya da iki tüy varken bazılarında daha çoktu. Ateşin başına geniş bir halka olarak oturmuşlardı. Gerilerde uzun zamandır duydukları seslerin kaynağını gördü delikanlı. Yan yatırılmış iki kocaman kütüğe ellerindeki kalın sopalarla vuran yabaniler tuttukları tempoyla ahalinin yaşadığı neşeyi veriyorlardı. Birileri uzun süre çalıyor sonra başkaları geliyor onların yerine geçiyordu. Çadırların arasında kadınlar erkeklerini doyuracak ve sarhoş edecek yemekleri ve içkileri hazırlıyorlardı. Ara sıra birileri çıkıyor elindeki bıçakla veya baltayla direklere bağlı esirleri taciz ediyorlardı. Bazen de cesur bir savaşçı elindeki baltayı ya da bıçağı onlara savuruyordu. Bir zaman izlediler olanları. “Bırakalım iyice sarhoş olsunlar” dedi insanın içine işleyen sesiyle.

Gecenin ilerleyen saatlerinde hareket iyice azaldı. Ateş artık odun atılmadığı için zayıflamış sönmeye başlamıştı. Ateşin yanında oturanlar azalmıştı. Ayakta durmakta zorlanan bir genç esirlere doğru yürümeye başladığında “Hareket zamanı” dedi beyaz efendi. “Arkadan, gölgeler arasından yaklaş. Ben harekete geçince bağlarını çöz. Ayakta kalanları ters yöne götürmeye çalışacağım. Onları al ve Cantra’ya götür. Gemiden bir nöbetçi var, yeteri kadar sessiz olursanız kolayca haklarsınız. Demir almaya hazır olun” dedi. Çocuk sürünerek uzaklaşmaya başladı. Geniş bir daire çizerek çadırların arkasına vardığında bir ok sesi geldi ve ateşe düşen ok gürültüyle patladı. Ateşin çevresinde oturanlar patlamanın gücüyle savruldular. Vahşiler korku içerisinde çığlıklar atmaya başlamıştı. Çadırların birinin yanına bir ok daha saplandı ve bir patlama daha gerçekleşti. Başlar okların geldiği yöne çevrilince küçük tepenin üzerinde parıldayan güçlü ışığı gördüler. Delikanlının ve gemicilerin bile hayret ettiği güçlü bir kükreme yankılandı gecede. İlk şaşkınlıklarını ve korkularını üzerlerinden atan yerliler ışığın olduğu yere doğru koşmaya başladıklarında direklere yakın olan çocuk sıranın kendisinde olduğunu anlamıştı. Her birine sessiz olmasını işaret ederek esirleri çözdü. En son bir hayli yaşlı olan adamı çözdü. İplerden kurtulan altı kişi çocuğa sarıldılar. Kaptan içlerinden birini yaralı arkadaşlarını kucakladı ve çocuğun peşinden gitmeye başladılar.

Sahile varmaları zor olmamıştı. Tayfalardan biri suya daldı ve Cantra’ya kadar yüzdü. Sessizce çıktığı güvertede kıvrılıp uyuyan adamı haklaması zor olmadı. Bir zaman sonra tüm esirler güvertedeydi ve yolculuk için hazırlık yapıyorlardı. Kaptan ve tayfaları sahili tarıyor Efendilerinin geri dönmesini heyecanla bekliyorlardı…

Gün doğmasına yakın bir zamanda geldikleri yönde bir karaltı gördüler önce. Hızlı hızlı hareket ediyordu. Sahile iyice yaklaştığında gelenin bekledikleri kişi olduğunu anlamışlardı. Gölge biraz daha yaklaşınca yanında birinin olduğunu fark ettiler. Kaptan, harekete hazır ol emri verdi. Çıkrık dönmeye başlamış çıpayı çekiyordu. Küçük ve hafif sandallardan birini suya indirdiler. Bir tayfa ip merdivene tutunarak aşağı indi. Hızlı hareketlerle sahile doğru kürek çekmeye başladı. Uzun boyuyla hemen tanınan Efendi Üzerindeki kıyafetlere aldırmadan suya girdi. Beraber geldikleri ve kendisinden çok daha koyu bir tene sahip olan adamı basit bir hareketle omzuna aldı ve suda ilerlemeye başladı. Belli ki zaman kazanmak istiyordu. Nedeni de birkaç saniye sonra belli olmuştu.

Geldiği yönde kalabalık bir gurup çığlıklar atarak kendilerine doğru koşuyordu. Sahildeki iki iki kendilerini almaya gelen sandala zorla bindiler ve kürekçi ağırlaşan küçük teknesini burnundan ter damlayacak şekilde çekiyordu. Onlar Yelkenliye tırmandıkları anda yerlilerde sahile varmışlardı. İçlerinden bazıları gerdikleri yaylarla oklarını yağmur gibi yağdırıyorlar diğerleri attıkları güçlü kulaçlarla yelkenliye ulaşmaya çalışıyorlardı. Karadan esen rüzgâr açılan yelkenleri şişirmeye başlamıştı. Gemi uzun zamandır demirli kalmanın verdiği dinginlikten ağır ağır çıkıyordu. Güvertede bekleyen iki tayfa ve Efendi Heme yaklaşanlara ok atmaya çalışıyorlardı. Bir iki vahşi gövdeye tırmanmayı başarmıştı ama güverteye çıkmadan delikanlının gayretiyle tekrar suya atılabilmişti. Hızını almaya başlayan tekne birkaç dakika sonra pruvasını açığa çevirmiş vahşilerin ulaşamayacakları kadar uzağa gitmişti.

Uzun süre kaptan köşkünün önünde dikilen üç kişi konuşmadan öylece durdular. Kaptan mahcup gözlerle bakışlarını hemen yanında duran yabancıya baktı ve “Kimdi bu vahşiler” dedi. Adam “Kendilerine “Rüzgârın çocukları” diyorlar. Kuzeyde oturanlar derilerinin renginden dolayı ‘Kırmızı tenli’ler bazıları da ‘Kızılderili’ diyor. Yaşadığı heyecanı oturduğu yerde atmaya çalışan çocuk bakışlarını Efendisinin yanında duran yabancıya çevirmişti. Adam çok yaşlı değildi. Ama asıl dikkati çeken teninin rengiydi. Yarı çıplak sayılabilecek bir kıyafeti vardı üzerinde Bacaklarında deri bir pantolon üzerinde kolsuz, gömlekle ceket arası bir giysi vardı. Buruşmaya başlamış yüzü ve kolları kırmızıya çalacak bir renk almıştı. Bu nedenle tayfalardan bazısı adama kırmızı tenli veya kızıl derili diyeceklerdi. Kara gözden kaybolmaya başladığında Efendi Kaptan ve yanında getirdiği yaşlı vahşiyle içeri girdiler.

Uzun bir sessizlikten sonra birlikte geldikleri adama dönerek “Riken, biz seni öldü sanıyorduk” deyince Adam başını olumsuz bir şekilde salladı “Eğer yetişmeseydiniz belki de ölmüş olacaktım. Kendilerine yanaşmaya çalıştığım bu adamlarla önce iyi geçindik ama sonra ne olduysa soğukluk başladı. Beni aralarından dışladılar. Uzakta ormanın içinde yaşamaya başlamıştım. Eğer siz beni bulmasaydınız tek başıma yaşlanıp ölürdüm her halde.” Efendi sözünü yorgun olduğu her halinden belli olan yaşlı adamın sözünü keserek “Neyse bunları konuşacak çok zamanımız olacak. Öğrenmek istediğim aradığımız yerin buralarda olup olmadığı” Yabancı adam “Kesinlikle buralarda değil aradığınız “ dedi. Biraz düşündükten sonra “Buralarda uzun süre dolaştım ne bir iz ne işaret gördüm ne de bir söylenti duydum.” Aradığımız burada da değil…”

Efendi Heme kapıyı açtı ve hemen yakınlarda bekleyen kaptana “Kaptan Varda, yönümüzü gün doğusuna çevirin, hedefimiz Anayurt ” dediğinde Kaptan emri anında aşağıda güvertede bekleyen tayfaya iletti. Hurra sesleri ve neşeli bağırışlar çok iyi bir karar olduğunu anlatmaya yetmişti. Özel güverteden gelen ses devam etti “Kaçak yolcuyu bana gönderin O delikanlıyı kendi özel hizmetimde görmek istiyorum” dedi. Yelkenli tekne geniş bir yay çizerek doğuya keyifle yol alırken delikanlı sevinçle kaptan köşküne tırmanan merdivenleri çıkıyordu. Artık uzun dönüş yolu kendisini endişelendirmiyordu.

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *