Öykü

Sakırtlak Han ki O Bir Beşerdir Şaşmaz

Gökte bu kadar yıldız varken ve iç delercesine parlıyorken sizlere yüzyıllar öncesinin masalını anlatmak ve marsıktan hallice olan beşer dimağının bunları anlamasını beklemek kişinin kendini yirmi sekiz cihanın hakanı sanmasıyla eşdeğerdir. Öyle ki duyabilen kişi bilir ya evvel zaman öncesinin sönen bir yıldızı anlatabilir ona çağların kelamını. Duyamayan duyanın kelimelerine muhtaçtır. Duyan da azdır ya yıldızları, işte bundandır dünya döndükçe azınlığın usta anlatıcı, çoğunluğun usta dinleyici olması; bazı iblisten de beterlerin dinlediğinden de bir şey anlamayıp kesmeye çalışması kellesini anlatıcının.

Ben Sakırtlak Han. Bir zamanlar torununu terk eylemiş züppe, fitne, eşeğin soyundan ve hikâye tıstıslamakla nam salmış Dedem Korkut kimesnenin bir beşer torunuyum. Bu yüzdendir ki kanım onunla bir damla karışmış olduğundan olsa gerek anlatıcıların en ustası, yıldız okuyucuların en marifetlisi de benim. Yıldız okuma deyince akla sakın ola ecinnigil, karabasan taifesi, Drakula nam kefere, türlü hacamat ehli dişlek sakalaklar gibileri gelmesin. Zira babannem Dünyazad bu isimleri duysaydı zinhar kalb-i buhran geçirip ölür gibi yapar ama son bir kez yüzüme tükürmesi gerektiğinden yattığı yerden kalkıp suratını bezzaka yalayasıca sakar it seni, deyip tükürüğüne yazık olacağından olsa gerek, ayaklanıp beni kovalardı. Kabri velvele görmesin, cehennem ehline az çektirmesin inşallah. Tabii melek suretli, zamanında peri taifesinin sularından içmiş de afitab olmuş babannemin bunca hırsı sırtlanmasının sebebi kabih ve eskiden demesine göre kemçük bacısı Şehrazad idi elbet. Aslında ben bir zamanlar öyle sanmış idim.

Ben o zamanlar daha ağzı Sübhaneke’yi yeni öğrenmiş, Allahuekber duyduğunda ab-ı çeşmi kuzu görmüş kurt salyası gibi akan, arada Gök Tengri’nin gücüne gitmesin diye sen de bendendin ya daha dün deyip duanın hasını ona yollayan ama Sübhaneke okurken duanın hasını Gök Tengri’ye yolladığını Allah’a söylemeyen ve teşevvüşe lüzum yok, hem belki Musa’nın çalısının arasından görünene de dua etmek lazım deyip Yahve de Yahve diyerek ilahi rüyalardan uyanan bir sabiydim. Sıradan vakitlerde benim gibilerine koyun, keçi takımından gelişmemiş davar taifesini güttürürlerdi fakat o iti döl tutmayasıca Arnavut çoban yüzünden davar da güdemez olmuş idim. Zira dilimin kıvraklığına hased eden zındık Arnavut, hakkımda iftira-ı şeytan atmış ve bilumum azgın tekelerden oluşan sürümü benden almış idi. Feleğin ne kadar civelek olduğunu olmayana ağlarken görürmüş beşer, yeri gelir Hint’in tanrısına kurban keserken bulurmuş kendini o ettiğim dua iyi ki olmadı diye. İşte aynısı oldu bana da. Babannem Dünyazad ben tam davarlarım da davarlarım diye ağlarken geldi yanıma.

– Ne ağlarsın sümüklü Sakırtlak.

-Davarlarımı ağzına it sıçasıca Arnavut çoban aldı babanne. Artık bana güttürmeyeceklermiş.

– E iyi madem, buna mı ağlayıp durursun seni kerkenez. Bak bana sana daha iyi iş buldum.

– Ne! Ben istemem iş. Bana davar lazım. Onlarla gezerim, görürüm bu dağları. Sırtlan avlamak fikrim var hem. Kürkü iyi para edermiş.

– De git uçkuru ya malla ya memeyle bozuk it seni. Daha iyisini buldum diyorum sana. Hele dinle. Bugün sultanın adamları geldi alacuğuma. Demelerine göre bi ulak ararlarmış. Ağzı laf yapan ama huruf bilmeyen, her dine tapan ama Allah bilmeyen, atası ninesi akıllı ama cevap vermeyen, anası babası meyt, bir de iti olan bir ulak.

– Ben bilmem, tanımam etmem kimseyi. Beşer konuşmaz benle. Var git sarkık memeli Hasibe’nin oğluna sor.

– Sırtı tüy tutmaz domuz seni. Sarkık memesiz kalasıca akılsız. Seni diyorum takalak. Adıyla müsemma hıyar seni.

– Beni mi?

– He ya seni. Yarın sabah tan ağarmadan var git işine. Bıktım senden zaten. Sultanın adamları almaya gelecek seni. Aha çalını çırpını bu sandığa topladım. Var git yat. Hayrın çok, belan defolsun.

Babannem, beni yıllarca büyütüp ergin yaşıma getiren babannem alacuğundaki bir hasır gibi fırlatıp atmıştı torununu zilletin ayağına. Ben ki istenmediği yerde an bile durmayan ben sandığımı sırtıma sardım, fırlayıp gittim. Akça itim, bohçam ve kara ağaçlar arasında bana yoldaş olan ve beni kara laklak taifesinden koruyan Sübhaneke duamla sarayın yolunu tuttum. Kaç gün geçti saymadım lakin azığımdan bi lokma akça itime, bi lokma kendime verip, her ayağım taşa değdiğinde korkudan titreyerek Sübhaneke okuyup içimi rahatlata rahatlata vardım saraya. Ama o ne kalabalıktı öyle. Kafamı cem etmiş reayanın arasından zorla kaldırıp bakındım.

– Ne ola ki burda kara sakallı dayı?

– Sultanın cariyelerini idam ederler yiğidim.

– Yiğidim? Yiğidim tabi ya. Eyvallah dayı.

Yiğittim, yiğittim tabi. İdam edilenler de bir içim suydu. Gözleri mercan denizi, akça gerdanları sütten arınık, çıplak ayakları ceylanları kıskandıran 5 hatunun asılışını izlemek solgun gönlümü yedi kat daha soldurdu. O gün o saraya hiç girmek istemesem de beni babannem ulak seçtirmişti. Artık istemediğinden başından atmıştı beni. Eşek soyundan olan dedem zaten terk-i diyar eylemiş bana da bir ulaklık kalmıştı işte. İdam edilenlere kadın başı 5 Sübhaneke okuyup o gün sarayda ulaklık görevine başladım. Başlarda ufak işlere gittim. Birkaç günlük yollara varıp, halis haberler verip, türlü hediye ve taklavatla döndüğüm oldu. Yiğitliğim gerçekti. Yer yer bazı haberler getirilenin canını sıkıp ayacıklarıma biraz sopa yesem de değerdi yiğitliğe. Uflaya uflaya seksek oynar, geri dönerdim saraya. Dayak yedim diye bir de burda dayak yer, yine de bir dahaki seferde hediye alacağıma emin olduğumdan terk edemezdim işimi. Zira terk de kırbaç demekti. Sultanın kırbacındansa birkaç soyu bozuğun sopası yeğdi.

Aradan aylar geçti. Dediler ki sultan sinirlendi, idam edecek cariyesini birkaç vakte kadar. Bu kez birini idam edecek. Adı güzel, sanı özel, billur memeli, peri şahının kızı, gök gözlü, zülfü kara, alnı ak, gerdanı pür, beli ince, Farsi bir güzelmiş. Farsi deyince nutkum tutuldu. Babannem de oralardandı ya benim. Öldürülecek olan oralı, bense yiğittim. Kara sakallı dayı demiş idi ya hani “Yiğidim”. Hadi ulan dümbüldek tavşan dedim kendime, billur memeli memleketlini ancak sen kurtarırsın. Sonra vazgeçtim tabii. Ben kim padişahın elinden kurban almak kimdi, o kadar da değildi. Hem babannemin memleketiydi zaten İran. Bense anamın memleketi Anadolu’dandım. Bırakayım ölsün cariye, dedim içten içe. Zaman zangırdadı, gök oynadı birden. Günler geçti, Gök tengri’nin idam sehpası henüz kurulmamasına rağmen sultanın sehpası yaz ortasında yarılmış ekşi karpuzlar gibi çıktı ortaya. Necis cellat bağırdı:

– Duyduk, duymadık demeyin, peynir ekmek yemeyin, salonlarda ürümeyin, tavuğun ayağını sürümeyin. Gün, ulu padişahımızın kıymetsiz ve tatsız, halsiz ve şırfıntı, böceğe benzer suretiyle tarla otlarını bile korkutan Şehrazad nam kimesne sabık hatununu asma günüdür.

Celladın yanında duran yaygaracı taifesinin en morarmış hıyarı olan soytarı efendi, tellalın sesini duyar duymaz ortalığı bıy, bıy, bıy, bıy diye velveleye verirken; yiğitlikten nasibini almamış, cevizi kesilmiş ne idüğü belirsiz beşer kırıntısı halli reayayı coşturuyordu. Titreyen, zavallı bilecikleriyle Şehrazad göründü idam sehpasında. Boynu bükük sümbül yavrusu, sen de leylak, ben diyeyim kanarya, sen de nergiz ben diyeyim inandığım tüm peygamberlerin gülü bir Şehrazad idi bu. Hem babannemin bacısının adı da Şehrazad değil miydi? Eğer bir yiğitlik eder de Şehrazad’ı kurtarır isem babannem bu bacısından 40 yaş küçümen karının kurtulmasına sırf ismi bir diye sinir olur, yataklara düşerdi. Zira bilirdim bacısına olan nefretini. Ben de beni kovmak neymiş ona gösterirdim. O an göklerden evvel yazılmış bir karar indi. İlk duyduğunda kararından vazgeçmiş olan ben artık kurtarmaya emindim kızı. Ortamı velveleye verip sırtlanıp kaçacaktım kızı. Yiğittim çünkü. Attım kendimi tek varlığım olan sandığım ile meydanın ortasına. Akça itim de beni görür görmez atladı peşimden.

– Bre ahali! Hey gidi de hey! Duyarsanız duyduk, duymazsanız duymadık demeyin. Yedi öğün güllü güllaç yiyin, üstüne doymayıp tavşan kanı çay için lakin hele önce bir beni dinleyin!

Padişah, içine huylu taifesi tüyü kaçmış soytarı, tellal, cellat ve Şehrazad’la; boyun kırılmasını zaferullahtan saymaya hazır ahali pür-i dikkat kesildi çehreme. Ben ki ulakların en fırfırlısı, ben ki teke çobanı, ben ki kara sakallı dayının yğit oğlanı, ben Sakırtlak Han çantamın gönünden çıkardım Şehrazad’ın azil fermanını.

– Ey ulu hakanım, atafetlü padişahım! Sultanım. Sen ki yedi cihanın kıymetlisi, sen ki alemşah, sen ki nebilerin erdiği sırrın bekçisi ve yayıcısı, sen ki gönüller ağladığında rüyalanıp kılıcıyla yanına koşan, sen ki yar, can, canan, sen ki Endülüs’te portakal sen ki Floransa’da altın, sen ki İran’da ipek, sen ki Hint ilinde nur diye anılansın. Sana İran ilinden masallar, söylenceler, hüthüt dilleri ve saka ötüşleri, florya nefesi ve serçe ağızları getirmişim. Bu sandık ki içinde de hem dediklerim hem de dahası vardır. İran ilinden gelmiştir sana armağan.

Padişah meydana kurulmuş ipek tahtından uludu.

– Be hey bre destursuz ulak e aç madem ne eşya yollamış kıymetsüz, mesnetsüz İran ili bize de görelim. Zira görmedik kevaşelikten başka kendilerinden bir şey.

O an celladın yanında dikilen Şehrazad’la göz göze geldik. Gözünün ışığı öyle tanıdıktı ki bir an neye uğradım, bilemedim. İki gözümün arasından mor bir ışık akıttı sanki dilber bana. Dimağım genişledi. Bağırdım.

– Ey ulu sultanım. İran şahının tek isteği bu sandığı onunla aynı kandan olan Şehrazad’ın açmasıdır. Zira başka türlüsü mümkün değilmiş. Ben bir garip ulağım, kulunuzum. İran’ın ağzına sansar işeyesice şahı elbette sizin gibi zıllullahfilarza ne yollayabilir ki zaten? Ama dediğine göre bu sandıkta sizde asla olamayacak bir şey var imiş. Hem sizin hem reayanız için refah sağlayacak bir şey.

Kendi adının geçtiğini duyan reaya o an hiddetlendi, sarsıldı ve uğuldamaya başladı. Padişahın el hareketi bile yetmedi de asakirden bir takım zevat kılıçlarla idam meydanı ve halk arasında etten bir bend oluşturdu. Padişah bezginlikle pis ağzını büktü.

– Eh iyi madem. Açsın bakalım İran’ın kevaşe ruhlu karısı sandığı.

Şehrazad ceylan ayaklarıyla seke seke sandığın başına, yanıma geldi. Meydanın ortasındaki sandık ve halkı kılıçlarla sandıktan uzak tutan asakir arasında geniş bir boşluk vardı. Yan yanayken gözünü gözüme değdirmek haram olduğundan değil de Şehrazad’a yardım ettiğim ve babannem bunu duysa kuduracağı için sevinçten eğdim başımı, Şehrazad ise aldığı derin nefesin sesiyle bana yüzüme bak, der gibi oldu. Fısıldayarak şöyle dedi:

– “Açıl Susam Açıl” mağarasının önüne gidiyoruz. Söz tutuldu, masal anlatıldı, Şehrazad kurtuldu. Elini ver.

Ne olduğunu ben daha anlayamadan, mor bir duman, gümbürdemeyle karıştı. Midemin içindeki kıvrımlar vardı, İran iline yol oldu. Demin idam meydanında duran sandığımın içinde ben, akça itim ve Şehrazad dikten bir yolun ortasında yuvarlana yuvarlana en sonunda durduk. Şehrazad sandığın kapağını açtı, biçare düşmüş bana ve itime el uzattı. Kafamı kaldırdığımda ortada ne padişah ne cellat vardı. Bozkırın ortasında taş bir duvarın önünde idik. Tekbir ya Resulullah, dememe varmadan Şehrazad elini kaldırıp “Açıl Susam Açıl” dedi. Bozkırın ortasındaki taş duvar titredi, yana kaydı, akça itim ulumaya başladı. Korkudan titreyen gözbebeklerim bir anda daha da korkuncunu gördü; Babannemi. Ufak yüreciğim ağzımda, lal olmuş dilim tir tir titrerken peri kızı Şehrazad’ın sureti eridi, yaşlı bir avrada dönüşüp babanneme gülücük attı. Babannem de daha önce hiç görmediğim süslü esvaplar giyinmişti. O da Şehrazat’a gülücük attı. Ben İsa ve Davud aşkına n’oluyor, derken sarıldılar. Babannem gel, dedi bana. Korka korka vardım yanına.

– Sakırtlak benim tırsak oğlum. Huyu kuruyasıca intikamcı oğlum. Seni kovuşumun hırsını alacağını biliyordum. Hem yavşak hem pohpohlanmayı seven huyların birleşti de getirdi Şehrazad’ı bana. Şehrazad benim bacım. Binlerce yıldır yaşarız dünya denen bu ormanda. Yeni bedenlere devri daim oluruz. Binlerce yıldır beraber kurtarırız kadınları. Eğer kurban bizsek de birbirimizi kurtarırız. Şehrazad oraların padişahına 40 gün masal anlattı 40 kadını kurtardı ama o padişah başka yerlerin padişahı gibi alim çıkmadı. Ancak 40 gün dayandı masallara. Günü geldiğinde de Şehrazad kendi soyundan Sakırtlak Han’ın sandığıyla uçup döndü memleketine. Var ol Sakırtlak. Ömrün şen olsun kara kalpli, bilemeden yaptığı iyiliğinin kölesi Sakırtlak torunum benim.

Ben, ben ki ne dededen ne babanneden şansı olmayan ben Sakırtlak Han o günden sonra sayamadığım onlarca yıl gökkubbenin efendisi, gök tengrinin ve bilumum tanrının hizmetlisi, şahım, sultanım, Horasanlım ve Tebrizlim, servetlü, himmetlü, atafetlü ve piri nuri pak, endam-ı beşer, çehresi Muhammed’in gölgesine değmiş, zıllullahfil arz ve alüyyul aziym olan yeni efendim İran Şahı’nın biricik ulağı oldum. Ondan başka şah da tanımadım. Masal sevmeyen hanlara, padişahlara da tövbe ettim. Şehrazad’ı İran iline geri döndürmemin, Dünyazad’ın da sırf bir hayatçık görev için de olsa torunu olmamın mükafatı olarak ulaklarbaşı Sakırtlak Han oldum. Hiç okuma öğrenmedim. Haberler taşıdım da hiç dayak yemedim. Alemler yaptım da hiç ayıplanmadım. Ama eninde sonunda babannem için hak baki olunca vardım döndüm Anadolu’ya bir küçük sandığım ve akça itimle. Burda da yer yer feza taifesi ziyaret eder, yer yer diyar diyar dolaşır geri döner dururum. Alacuğumda yaşar giderim. Billur meme sever, köylüden hiç hoşlanmaz, dedem Korkut Ata ve babannem Dünyazad’ın masallarını etrafa saçar, eğlenirim.


Not: Sakırtlak’ın birinci hikâyesi için 2019 Öykü Seçkisi Özel Sayısı’na bakabilirsiniz.

Merve Aydın

Kendimi bildiğimden beri yazıyor, yazıyorum. Lisans ve yüksek lisansı tarih olan, doktora çalışmalarına yine tarih bölümünde devam eden bir akademisyenim. Bu esnada öyküler yazıyor, okuyor, diller öğreniyor, gerçekle masalın ortasında gide gele ne gerçek ne değil anlamaya çalışıyorum. Marquez ve Le Guin başımın tacı ve tabii ki Potterheadliği de yakamda parlak bir yıldız gibi taşıyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for ebuka ebuka says:

    Öncelikle merhabalar;

    Merve Aydın ismini görünce ve öykü başlığını da okuyunca ortaya mizahi bir büyünün saçılacağından emindim. Nitekim yanılmadım da :slight_smile: Çok keyifliydi. Tabi dönem diline hakimiyet de takdir edilesi. Burada tarihçi olmamızın pozitif bir katkısı olsa gerek :slight_smile:

    Kaleminize sağlık. Pek güzel bir öyküydü…

  2. Ne güzel, ne nazik bir yorum. Güldürebildiysem ne mutlu bana. Sakırtlak olunca büyülü mzah katlanarak artıyor tabii. Tamamen onun başarısı. :smiley: Çok teşekkür ederim yorumun için.

  3. Merhaba @merveriii

    Dile hakimiyet ve mizahi yanıyla olduğu kadar inceden inceye verdiği o kadar da mizahi olmayan mesajları ile sağlam bir öyküydü.
    Temanın sosyal olarak toplumumuza yansıması ele alınmalıydı, bunu siz yapmışsınız tebrik ederim.

    Elinize sağlık.

  4. Sizin gibi değerli bir kalemden böyle bir yorum duymak beni çok mutlu etti. Çok teşekkür ederim. :rose: :heart:

  5. Sevgili @merveriii

    Benimki çok geç kalmış bir yorum. Bu yüzden affet lütfen.

    Eline, emeğine sağlık. Öykünü, o dönemi yansıtan dili kullanımını çok başarılı buldum.
    Senin kaleminle zaman zaman @ebuka nın kalemini benzetiyorum. Mizah zor, öyküde böyle incelikli kullanmak daha zor ve siz ikinizin de bunu hakkıyla yerine getiriyorsunuz.

    Kalemin daim olsun
    Sevgiler
    Müge

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

1 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for MuratBarisSari Avatar for merveriii Avatar for ebuka Avatar for Muge_Kocak

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *