Gidilen sıkıcı misafirliklerde her çocuğun yapacağı gibi koca evi keşfetmeye çıkmıştım. Arka odalardan biri tıka basa antika doluydu, köşede masanın üzerinde ise eski ve güzel bir daktilo duruyordu. Daha önce TV’de görmüştüm, ilk defa dokunacağım kadar yakındaydı. Her ne kadar bilgisayarlar her eve girmeye başlasa da daktilolar bana daha çekici gelmekteydi. Tuşlardan birine hafifçe basınca mekanizma harekete geçmişti, daha sert basmam gerektiğini fark ettim. İçinde kâğıt olmasa da eğlenceliydi. Aynı filmlerdeki gibi hızlı hızlı basmaya başlayınca tuşlar olduğu yerde kaldı. Olmamam gereken bir yerde pahalı ve önemli bir aleti bozduğumu düşünüyordum. Korku ve panikle odadan çıkmaya çalışırken, babamın gitme vaktini belirten sesini duyunca daha da panikledim. Bir şeylere takılıp ev sahibinin önüne düştüm. Beni yerden kucakladı ve neden korktuğumu sordu, suskunluğumu koruyunca gülerek “Korkacak bir şey yok, hadi bakalım bizi bekliyorlar” dedi. Eve yetişene kadar sorulan hiçbir soruya yanıt vermemiştim aklıma hâlâ bozduğum daktilodaydı. Uzun bir süre bu düşlerime girip beni rahatsız etti. Bazen daktilonun bozulmasına kızan odadaki diğer eşyalar tarafından kovalanıyor bazen de daktilonun koca mekanizmasının içerisinde kendimi çok kötü sesler çıkaran harflerden kaçarken buluyordum. Her ne kadar kabuslarıma girip rahatsız etse de hâlâ daktilo ile bir şeyler yazmak istiyordum.
Aradan uzun zaman geçmiş rüyalar çoktan unutulmuştu. Lise yıllarında şiir ve öykü yazmaya başlamıştım, yazdığım her şeyde bir eksiklik olduğunu düşünüyordum. Üniversitenin 2. yılında 22. yaş günümde istediğim daktilo hediye olarak gelmişti. Sarhoş olduğum bir sırada, yazdıklarımdaki eksikliklerin asıl sebebinin bir daktilomun olmamasından kaynaklandığını söylediğimde, arkadaşlarımdan biri evinde bir köşede duran eski daktiloyu getirmişti. Fakat daktilonun kabı tam kapanmadığından onu yere düşürmüştü. Bu yüzden daktilonun mekanizması düzgün çalışmıyordu. Neyse ki tamir edilebilecek durumdaydı. O gece daktiloyu, iki yüz dört kareli masama yerleştirmiştim. Çok geçmeden alkol etkisini göstermiş olacak ki, sızmışım. Rüya ile gerçek arasında evrende olmalıyım. Ne diyorlar adına? Yakaza. Evet, bu evrendeydim. Şaryonun benimle konuştuğunu görüyordum. Her harfin çın sesi bana bir şeyler söylemek için çırpınıyordu adeta.
Sömestr tatilinde babamdan, daktiloyu nerede tamir ettirebileceğimi öğrendim. Babamın tarif ettiği dükkânı bulduğumda köstekli bir saatte on beş yıl geriye gittim. Odadaki her şey geçmişteki gibiydi; antika ile kaplı. Sadece daktilonun olması gereken masa da dükkânın sahibi bir radyoyu tamir etmekle meşguldü. Daktiloyu tamir edip edemeyeceğini öğrenmek için adamın masasına yaklaştım ve daktilonun kutusunu açtım. Adam gözlüklerinin üzerinden bakarak “Kalsın. Perşembe günü, saat 2 de gel al.” dedi. Tuhaf bir adamdı ama bu işe yıllarını vermişti belli ki. Perşembe günü, tam dediği saatte oradaydım. Daktilo eskisinden de sağlam bir hale gelmişti. Parasını ödeyip teşekkür ettikten sonra tam çıkarken “umarım güzel şeyler yazma fırsatı bulursun, biraz beklesene” diye arkamdan seslendi. Geri döndüğümde ortadan kaybolmuştu içeriden sesler geliyordu. Tekrar göründüğünde elinde benim daktilonun kutusundan vardı. Benimkinden farklı olarak gümüşten yapılmış gibi duruyor ve üzerindeki tuhaf desenlerle çok pahalı görünüyordu. “Maalesef bunu ödeyecek param yok” diye itiraz edince, “paraya gerek yok, zaten fazlalıktı daktilosu yok oldu, seninki tamamen kullanılamaz hale gelince bu kabı kullan” dedi. Tekrar teşekkür edip verdiği harika yedek kutuyla oradan ayrıldım.
Tatil bitmiş üniversite okuduğum şehre geri dönmüştüm. Daktilo odamın bir köşesinde kendine güzel bir yer bulmuştu. Birkaç zaman sonra, her şey olması gerektiği gibiyken, Bedrettin’in ölüm haberini aldım. O ana dair hatırladığım tek şey irice bir yumruğun boğazıma oturmasıydı. Ölüm. Vardı. Gerçekti. Bedrettin benim gibiydi biraz. Gülüşü, konuşması, duruşu… Yaşlarımız da aynıydı hem. O gece iyice sarhoş olduktan sonra ilk defa daktilonun başına geçmiştim. Ağlayarak saçma sapan sözler eşliğinde arkadaşımla konuşmak istediğimi daktilo ile kâğıda yazmıştım. Uykuya daldıktan sonra odamın camına birilerinin vurduğunu duydum ve uyandım. Başımdaki müthiş ağrıyla mücadele ederek perdeyi çekince Bedrettin’in dışarda olduğunu gördüm. Bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Nedense hiç korkmadan ve paniklemeden pencereyi açıp içeriye gelmesini söyledim. İçeriye geldiğinde gülümsüyordu, daktiloyu gösterip “Artık muhabbet edebiliriz. Daktilon beni kendine çekti, bulunduğum yer hakkında herhangi bir şey anlatamam ama istediğin kadar konuşabiliriz.” dedi. Sabaha kadar konuşmuştuk. Uyumam gerektiğini söylediğimde, bana daktilonun onun sesi olmamı istediğini, artık daktiloda olacağını ve tarihten ölmüş herhangi bir ruhu bu daktilo aracılığıyla çağırabileceğimi söyledi. Uyandığımda her şey rüya gibi gelmişti, tarihten ölmüş herhangi birini çağırmak çok çekiciydi. Yazar olmak istediğim için bana yazmam gereken her şeyi sağlayabilirdi. Geceye kadar bekledim gece daktiloya çağırmak istediğim ilk kişiyi yazdım. Atatürk geldiğinde tuhaf bir strese kapılmıştım, sorduğum her soruya gayet kibar cevaplar verdi, eleştirdiğim yerlerde ise gülerek geçiştirdi, sabaha kadar hummalı bir şekilde tartıştık ve sabah olunca gitti. Sonrasında Napolyon’u çağırmıştım. Saatlerce Fransızca muhabbet ettik. Daktilo gelen misafirlerin dillerini öğretebiliyordu fakat o dili sadece daktilonun aracılığıyla konuşabiliyordum. Shakespeare, tiyatroları gerçekten kendisinin mi yazdığını sorunca küplere binmişti. Nietzsche ve diğer filozoflar ile felsefeleri hakkında muhabbetler ediyordum. Yönetmenlerle çevirdikleri filmleri, yazarlar ile de kitaplarını tartışmak mükemmeldi. Aktör ve aktrislerin hayatlarından ve sırlarından konuşuyorduk. Mesela Marilyn Monroe’ya sorduğum sorular neticesinde tokat bile yemiştim. Bu arada Elvis ve Tupac gerçekten ölmüşlerdi. Yazılacak tonla şey birikmişti. Daha farklı şeyler aramaya başladım. Tarihte bulunan kötü ruhları da davet ediyordum. Ted Bundy ile insanları neden öldürdüğünü konuşurken, H. H. Holmes ile yaptırdığı ölüm otelinin inceliklerini tartışıyorduk.
Bir gece daktilodan gelmiş geçmiş en bilgili ve kadim varlıklardan birini getirmesini istediğimde her şey değişmişti. Odayı daha önce hiçbir yerde duymadığım iğrenç ve itici bir koku doldurmuştu. Koku tarif edilemeyecek kadar tiksindiriciydi, çevremdeki her şey kaybolmaya başlamıştı. Sanki uzay ve zaman kavramı yok olmaya başlamıştı, oturduğum koltuk hâlâ var gibiydi ama çevremdeki her şey o iğrençliğin ve karanlığın içinde kayboluyordu. Sonsuzlukta yüzmeye başlamıştım, çevremde atomlar hatta atom altı zerrecikleri uçuşuyordu. Kara bir bataklıkta doğrulmaya çalıştıkça daha da batıyor gibiydim. İğrenç bir nefes alışverişi duyduğumda bütün vücudum acıyla dolmuş taşıyordu. Göz bebekleri olmayan binlerce karanlık varlık tarafından izleniyordum sanki. Sonra yavaş yavaş her şey geri gelmeye başladı. Bir anda cehenneme bakmış gibiydim. Dünyadaki tanıştığım, bütün kötü bildiğim ruhlardan bile daha kötüydü etkisi. Gördüğüm en korkunç cehennem tasvirleri ve tabloları bile bu anımı resmedemezdi. Kalan son gücümle daktiloya beni kurtarması için yalvardım. Tam o anda her şey bir daha eski haline döndü. Daktilonun bembeyaz rengi birden kömür karasına dönmüştü. Bir şeyler daktilonun içerisinde savaş veriyordu. Daha ne olduğunu anlamaya çalışırken Bedrettin birden belirdi. Yüzünde büyük bir korku ve öfkeyle bana bağırarak “Ne yaptığını zannediyorsun sen? Çağrılmayacak kişileri en başında anlatmıştım sana. En iyiler ve en kötüler asla davet edilemez. Bunun bir karşılığı vardır.” dedi. Aldığım nefesten sonra belki de en değerli şey yine benim salaklığım yüzünden yok olmak üzereydi. Tekrar konuşmaya başlayarak “İçeride biz, o lanetli varlığı senden ve dünyadan uzak tutmak için savaşacağız, bizler için yeni bir cehennem oluşturdun. Bir taraf yok olana kadar sürecek bu savaş. Bu sırada sen, artık verilen gümüş kabı kullanacak, bu daktilonun gardiyanı olacaksın. Bu yanında olduğu sürece rahat uyku uyuyamayacaksın, yine de bize göz kulak olman gerekiyor. Bu varlık en son yer yüzüne çıktığında savaşlar ve salgın hastalıklar kasıp kavurmuştu. Yaptığının sonucunu üstlenmen gerekiyor.” dedi ve kayboldu.
O günden sonra hayatım tamamen değişmişti. Başımdan geçenleri kimseye anlatamazdım. Rahat bir uykuya asla dalamazdım. Bu savaşın sonuna dek, yalnızlık ve huzursuzlukla lanetlenmiştim. Belki de sonsuza dek…
Sevgili @BringerOfStorm
Daktilo vasıtaysıyla çoktan göçüp gitmişlerle yapılan sohbet fikrini çok zekice bulduğumu söylemeliyim. Hatta, keşke o kısım biraz daha uzun sürseydi bile dedim. Kötü varlığın çağırıldığı kısımda, kimin çağırıldığını tam anlayamdım çünkü öncekileri net bir şekilded ifade etmiştin. Burada özellikle bunu kendine saklamasan belki hikaye orada daha da derinleşebilirdi, diye düşündüm. Aynı şekilde Bedrettin - karakter için önemli olduğu belli ama okuyucu için süpriz bir isim- için tanımlama cümlesi bizi yönlendirse daha okuma daha akışkan olurdu sanırım.
Bununla beraber, kötü varlığın çağırılması-Bedrettinin uyarısını hikayenin gelişme kısmında “Kahramanın bir kaç kez buna dikkat etmesi- en sonunda merakına yenilmesi” gibi bir neden-sonuç ilişkisi içinde olmasının, hikayenin sonunu daha güçlendirebilir miydi, diye düşünmeme sebep oldu.
Fikir güzel, uygulama güzel bence bu bir başka uzun yazımın tsalağı olmaya aday olabilir.
Eline ve düş gücüne sağlık
Aramıza tekrar hoşgeldin
Sevgiler
Dipsiz