Selam Sana, Yolcu
Bizi, “Selam sana, Yolcu,” diye karşılayan Kayıp Rıhtım, Aylık Öykü Seçkisi’nin üçüncü yılını yazarlarıyla kutluyor. Bu yıl, seçtikleri ana tema “Rıhtım”. Yazarlar da, bazen bu kavramın etrafında dolaşan, bazen onu merkezine alan, bazen de onunla koşut giden öyküler yazmış. Lafın kısası, öykücülük internet üzerinde de devam ediyor.
Aslında bu seçkideki hikâyeleri okumanın bizim için bir şans olduğunu düşünüyorum. Zaten Kayıp Rıhtım her zaman fantastik edebiyatın takipçisi olmuştur. Burada da fantazya hüküm sürüyor.
Türkiye’de bu türün önde gelen adı olan Barış Müstecaplıoğlu’nun hikâyesine adını veren “Kayıp Rıhtım”, yıllar önce limanın üzerine çöküp hiç kalkmamış sis nedeniyle ıssızlaşmış, uğrak yeri olmaktan çıkmış. Bana hemen yeni kitabı “Şamanlar Diyarı”nın denizlerini, gemilerini ve kaptanlarını hatırlattı.
Mustafa Samsunlu’nun “Cemile”sinin kahramanı Cem ise, hikâyesine eve dönme derdindeki “Sel gibi bir insan kalabalığı”nın olduğu Galata Köprüsü’nde başlıyor. Önce gemiye binip, sonra karaya çıkıyor ve aşkla çarpılıyor. Dilinde eski bir şarkı: “Rıhtımda boynun büküp, bana mendil salladın.”
Aşkın Güngör, “Geceyle Gelen”i anlatmaya “Bir kayıp rıhtımda hiç gelmeyecek ölü yolcularını bekleyen yolcu gemisi”yle başlıyor. Köpek Burhan’a, “içinde kurtadamların, vampirlerin, zombilerin dört döndüğü korku dolu öykülere dek bir yığın hezeyan, bir yığın safsata” naklediyor.
Altay Öktem’in “Kılıçbalığı”nda çok ciddi soruları var. “Benim o gemiden inmemiş olma ihtimalim… Daha doğrusu, o geminin buraya yanaşmamış olma ihtimali var mı?” Yok. Öyleyse gemisi nasıl kayboldu? Hızlı adımlarla rıhtıma yürüyüp de bakınca, rıhtımın da olması gerektiği yerde olmadığını keşfediyor. Eh, ne de olsa kayıp rıhtım.
Hamit Çağlar Özdağ “Kıyamet”te, Göktengri’nin insanlara öfkesiyle uğraşmış. Gel deyince, kayıkçı çıkıyor meydana. Kayıkçı ezeli, kadim, mengü. “Önünde yeryüzü koskoca bir rıhtım, dev bir liman. Rıhtımda dizi dizi ruhlar. Hepsi hain, hepsi nankör, hepsi insan.”
Funda Özlem Şeran’ın yazdığı “Rıhtım”da kürek çekmeye mahkum Edip Efendi, yolu bilen kişi olan iriyarı ağzı bozuk Haydar’a, “Yani bana o rıhtımı hiçbir zaman bulamayacağız gibi geliyor; hatta o rıhtımı bırak, bir daha karaya adım atabileceğimden bile şüpheliyim!” diyor. Hedefleri, yıllardır kayıp bir rıhtımda bir başına onları bekleyen bir adam.
Hakan Bıçakcı ise, “Sessiz Dans”ta rıhtımdaki otelin düğün konuğu. Geç kalmış bir konuk, çünkü cebindeki yarım altınla köprü trafiğine takılmış. Hem de en iyi arkadaşının düğünü… Sonunda denizi aşıp erişiyor. “On bir buçuk gibi rıhtıma vardım. Denizin üzerindeki devasa otel binası göründü. Kocaman, açık renk bir kaya parçası gibiydi.” İçinde ise insanlar sessizlik içinde dans ediyorlar.
Sadık Yemni’nin “Son Demirzâr”ındaki rıhtım, “denizin tuzunun, güneşin ve zamanın aşındırdığı tahtalarla inşa edilmiş…” Dört masalık bir kır kahvesinin bir masasına oturmuş onu bekleyen dört kişi, “Tam zamanında belirdiniz rıhtımın üzerinde” diyorlar. Orada da devasa bir otel var ve başın dertteyse dalgaların üst üste bindiği anları kollamak yeterli.
Gülşah Elikbank’ın, “Şövalyeler ve İnsanlar”daki kahramanı, kullandığı gemi rıhtıma yaklaşır yaklaşmaz ahşap direklerini ateşe veriyor, bir daha kimse binemesin diye. Burada da geçit rıhtımda. Hep öyle değil midir zaten? Rıhtım bir geçit, sanki bir köprü değil midir? “Yüz yıl önce oraya demirlemiş bir korsan gemisinin içinde.”
Göktuğ Canbaba imzalı “Evrenin Şarkısı”nda, Kayıp Rıhtım’ı ise sadece kaderinde olanlar görebiliyor. Kahramanı, evrenin şarkısını dinlemek için, “efsanelerde göğe en yakın yerdeki rıhtım, diye bahsedilen Kayıp Rıhtım’a” ulaşmaya çalışıyor. “Sonrasında ise Kayıp Rıhtım’ın kalbindeki iskelenin üzerinde, yaşlı evren beni tekrar kucakladı ve ay bitmeyen şarkısına tekrar başladı.”
Şebnem Pişkin, “Ve çıkarttım ayakkabılarımı” adlı öyküsünde, baktığı her yerde aşkını görerek rıhtımda ilerliyor. “Ve incecik rıhtım yolu tıpkı hayat yolu gibi uzanıyor önümde, belirsizce… Gemiler yanaşıyor rıhtıma, gemiler ayrılıyor rıhtımdan. Tıpkı dünyaya gelenler ve dünyadan ayrılıp gidenler gibi.” Ve yalınayak yürüyor rıhtımın yollarında…
Ayfer Kafkas ise, “Sedefzade Hüseyin Bey’in Meselesi” adlı polisiye öyküsünü, Ebüssüreyya Sami’nin “Amanvermez Avni’nin Serüvenleri” dizisine övgü olarak yazmış. Ziyaeddin Hüsrev Paşa’nın İzmir Akyokuş’taki Zerdeçal Konağı’nda Cuma içtimaları ile başlıyoruz ve tüccar Sedefzade Hüseyin Bey’in önemli sorunu rıhtımda, daha doğrusu denizde çözülüyor.
Erbuğ Kaya’nın “İrna”sı, kendini kabul edecek bir rıhtım arayan güçlü, özgür bir kadın. Bir zamanlar, kocası Nidra’yı onu kabul eden rıhtım olarak görmüş. Olmamış ama. Onu “fırtınalı havada, kabarmış dalgaların üstünde yol alan bir yelkenli”ye benzeten arkadaşı Mishle, “O kadar özgür ruhun vardı ki,” diyor, “bir gün bunun olabileceğini biliyordum. Bağlandığın o rıhtım bile seni uzun süre tutamadı.” Çünkü “Halatlarını bağladığı tüm rıhtımlar bu şehirde paramparça olup kaybolmuş.”
Seçki’nin kıdemli yazarı M. İhsan Tatari ise, “Geçmişin Gölgesi, Geleceğin Laneti”nde yüzyıllar arasında gidip gelerek gemi şirketlerinin rekabetini, kazanmı hırsı yüzünden ihmal edilen güvenlik önlemlerini yeni bir Titanik hikâyesiyle anlatıyor. Rıhtım ise burada, doğrudan yana olan kişinin sonsuzluğa uçuşunun mekânı.
Rıhtım esaret de olabilir, özgürlük de. Yelkenleri savuran rüzgârlara orada bırakırsın kendini, ya da özgürlüğün için, bir insan olarak hakların için mücadele edersin. Bazen aşkı bulursun, bazen kavgayı. Bazen “Rıhtımlar Üzerinde”sindir, “bazen de “Yalnızlar Rıhtımı” seni çepeçevre kuşatır. Aylık Öykü Seçkisi’nin rıhtımları bizi öykünün sihirli koridorlarında dolaştırıyor.
Sevin Okyay