Öykü

Sevgili

Basamakları çıkarken ayaklarım bir ileri bir geri gidiyor. Kapının önüne gelince zile basıp umutla beklemeye başlıyorum. Ne bir ayak sesi, ne bir yaşam belirtisi. Sonra bir daha, bir daha, bir daha basıyorum zile. Bir süre sonra umutlarım tükeniyor. Çantamı karıştırmaya başlıyorum. Zar zor bulduğum anahtarla, kilidi bozuk kapıyı bir çilingir edasıyla uğraşarak açıyorum. Uzun süre kullanılmayan evlerden gelen o garip kokuyu hissedince gerçeklerle yüzleşiyorum.

Gelmişken etrafa da bir göz atmak için içeri dalıyorum. Hoş niye geldiğimi de bilmiyorum ya. Salona geçip lambayı yakıyorum. Her şey bıraktığın gibi, bir gün çıkar gelirsin diye dokunmadım hiç bir şeye. Senin zevkine göre düzenlediğin salondaki şık oturma grubu, oturma grubuna uyumlu halı, uzun zamandır tozu alınmamış televizyon sehpası ve televizyon, bir salona girildiği izlenimini verse de çok anlamsız ve gereksiz gözüküyorlar gözüme.

Tam odadan çıkmak üzereyken cam tepsinin içindeki porselen demliğimiz ve çay bardakları takılıyor gözüme. Senle içtiğimiz son akşam çayından arta kalanlar belki de içemediğimiz. Bardakların içindeki çaylar çoktan değişime uğramış. Bardaklardan birinde biraz ruj lekesi, senden bana kalan son hatıra. Senin hep yıkadığın, boyum yetişmiyor diye bana taktırdığın, benimse takmaya erindiğimden neden yıkarsın be kadınım tertemiz bunlar dediğim perdeler de isten, tozdan nasiplerini almışlar, artık beyaz değiller senin gibi, benim gibi grileşmişler. İşte şu duvar değil mi? Bana kızınca benden kaçırdığın kahverenginin en güzeli gözlerini dikip saatlerce baktığın, belki de konuştuğun lanet duvar. Alış veriş merkezinden severek aldığın guguklu saatimiz çoktan durmuş.

Bazen sessizce kaybolup gittiğin, saatlerce bir başına uğraştığın, bize dünyanın en güzel tatlarını hazırladığın mutfağımıza geçiyorum. Ne tıkırtın, ne ayak sesin, ne kendi kendine mırıldandığın türkülerin, ne de pişirdiğin yemeklerin kokusu var. Küçük mutfağımızda hazin bir sukut hakim.

Koridorda yürürken kahkahalarını duyuyorum duvarlardan yansıyıp gelen şuh kahkahalarını. Yanılsama olduğunu anlayıp sukutu hayale uğruyorum. Üst komşu televizyonun sesini fazla açmış hepsi bu. Senden sonrası mı? Hayat dediğin bir çok insanın yaptığı gibi nefes alıp vermekten, su içmekten, yemek yemekten, işe gidip gelmekten ibaretse elbette yaşıyorum.

Geceleri nefesinin sıcaklığını hissedemiyorum, üzerime attığın sol bacağını özledim, kollarımı açıyorum, kapadığımda hala koca bir sensizlik. Sabahları kabuslarla uyanıyorum. Okyanusun ortasında yapayalnız gibi hissediyorum kendimi yatakta. Sığınacak bir liman arıyorum, sağıma dönüyorum yoksun, soluma dönüyorum yoksun, çırpındıkça batıyorum. Akşamları sensizliğin bütün acımasızlığıyla bir karabasan gibi üzerine çöktüğü bu garip mezara dönmemek için saatlerce sağda solda takılıyorum, sonra da ya annemlerde ya da ablamlarda açıyorum gözümü, gülme ama geçen gece bir bankta sabahladım.

Bir ekim akşamıydı dün gibi aklımda gidişin. Sen gittikten sonra önce güneş ağır ağır çekmeye başladı kendini alemden. Sanki küsmüştü dünyaya, bütün yaratılanları cezalandırırcasına daha erken gidiyordu evine. Eskisi gibi ne aydınlığı vardı, ne sıcaklığı, ne de gülümsemesi. Ansızın deli rüzgarlar çıka geldi, güneşin aleme küstüğünü nerden haber aldılarsa. Tüm alemi sarsmaya başladılar fütursuzca. En büyük zulmü ağaçlar gördü. Zalim rüzgarlar ağaçların yapraklarını sağa sola savurdular, yeşil mi? Sarı mı? Demeden, gözlerinin yaşına bile bakmadan. Sonra gökyüzünün maviliğinden eser kalmadı. Grinin en koyu tonuna büründü gökyüzü aklına nerden estiyse. Zannettim ki semanın o ferahlatıcı mavisi bir daha hiç geri gelmeyecek. Çılgın yağmurlar geldiginde delinmiş zannettim gökyüzünü, İkinci tufanı beklemeye başladım umutla.

O garip erkek gecelerinden biriydi senin deyişinle. Futbol şöleni, yok turnuva heyecanı, yok milli çoşku dediklerimizden işte. Saatlerce beklediğimiz maçın son dakikalarında Hakan’ ın altın kafasıyla kazanmıştık. Bende maçı kazanmanın verdiği keyifle kanepeye uzanmış senin demlediğin tavşan kanı çayımızı yudumlarken maçın analizini dinliyordum.

Bu esnada tüm ülkede insanlar mutluluktan sokağa fırlamış doyasıya eğleniyorlardı. Bizim sokaktan da arabaların korna sesleri, insanların çoşkulu çığlıkları çoktan duyulmaya başlamıştı. Her maçta olduğu gibi sevinmeyi bilmeyen şehir magandalarının sıktığı silah seslerini duyunca içim titredi. Silah seslerinin akabinde gelen çığlığını duyunca fırladım yerimden evde deli gibi seni aramaya başladım. Balkona geldiğimde bembeyaz gömleğindeki kırmızıyı görünce başımdan kaynar sular boşaldı. Sense zalim bir avcı tarafından vurulmuş nazlı bir serçe gibi yere yığılıp kaldın gözlerimin önünde. Elim ayağım birbirine dolandı. Bir süre sana bakakaldıktan sonra salona koştum, acili aradım. Yanına geldiğimde yüzün daha solgundu, elini tuttum. Yoldalar birazdan her şey eskisi gibi olacak aşkım diyebildim sadece. Sense sonumuzu biliyormuşçasına sadece sustun gözlerime baktın. Ambulansın kulak tırmalayan sesini duyar duymaz umutla kapıya koştum. Apar topar bir sedyeye koyup ambulansa taşıdılar seni. İşte en yakın acildeyiz birazdan her şey normalleşecek dedim kendi kendime.

Hastanenin ilaç ve hastalık kokan koridorlarında birileri koştura koştura senin üzerinde bulunduğun hasta arabasını sürüyor. İçeri girer girmez acilde bulunan bütün doktorlar etrafında pervane oluyorlar. İçlerinden biri ameliyathaneyi hazırlayın diyor. Operasyn başlıyor, zaman duruyor. Ne sen geliyorsun, ne haberin geliyor. Gözlerimi ameliyathanenin kapısına dikip saatlerce bekliyorum. Ameliyattan sonra yoğun bakım odasına alıyorlar seni yine bensiz. Banaysa bir banka oturup karşımda bulunan ekrana bakmak düşüyor. Elimden hiç birşey gelmiyor bir yabancı gibi bekliyorum sadece. Saatler geçiyor dönmüyorsun. Doktorun yanına her gittiğimde dua et diyor. Bir süre sonra oturduğum yerde gözümü diktiğim ekranda kırmızı bir yazı beliriyor. Senin adın çıkıyor. Bir terslik olduğunu anlıyorum yukarı koşuyorum. Yanıma gelen doktor elimizden geleni yaptık diyor.

İzin veriyorlar son kez yanına giriyorum. Yüzün solmuş, kestane güzeli saçların dağılmış, gözlerin kapalı, gül kırmızısı dudakların hareketsiz. Bir umut elini tutuyorum. Buz gibi hiç bir tepki vermiyorsun. Eğiliyorum yanağına bir buse konduruyorum, bir buse daha. Sonra yanımdaki hemşire çıkmamız gerek diyor. Çaresiz tuttuğum elini bırakıp dışarı çıkıyorum. Çıkarken her şeyin bir kabus olmasını diliyorum yaratandan. Camdan bakıyorum seni bir sedyeye koyup morga gönderiyorlar. Bilmiyorlar ki seninle birlikte beni de morga götürüyorlar, sadece bedenim kalıyor.

Haberi alan bir dünya yakınımız akın ediyor hastaneye. Birileri hıçkıra hıçkıra ağlarken, birileri bana dünyanın faniliğinden, cennetten, cehennemden dem vuruyorlar. Sabaha kadar bekledikten sonra seni yıkayıp bir tahta kutunun içinde bana teslim ediyorlar, bir kargo paketi gibi imza karşılığı. Kimseler bilmiyor bu kadın yaşamışların en güzeli, kimseler bilmiyor senin ruhunun inceliklerini, kimseler bilmiyor senin çılgınlıklarını, kimseler bilmiyor ben sensiz nefes bile alamam…

O günü bir kez daha yaşayınca daha fazla katlanamıyorum buraya. Ev işte milyarlarca barınaktan biri. İçindekilerin hiç biri olmasa, hatta çatısı bile olmasa sen olsan gene ev olurdu burası belki ama şimdi sensiz hiç bir anlamı yok. Yıkılmış bir halde bu beton yığınının kapısını bile çarpmadan sokağa çıkıyorum.

Gecenin bir yarısı, sarhoşlar, berduşlar, devriye gezen polisler, mesaiden dönen yogun işçiler, birde çöpçüler ve ben. Bir süre arnavut kaldırımlı sokağında yürüyorum kentin. Yok yok burası da o bildiğimiz, senle el ele gezdiğimiz kent değil. Selçuklu’ dan kalma camilerini, medreselerini, at kestaneleri, iğdeler, begonyalar dikili parklarını, kışın yağan karını, ayazını bile özlediğimiz kent değil burası. Sanki sen giderken bir deprem olmuş her şeyler yıkılmış, virane olmuş koca kent, kıymetlim benim.

Yok yok yapamıyorum ben sensiz. Seninse ne gelmeye niyetin var ne de beni çağırmaya. Bakma son altı yedi aydır yaşıyor gibi yaptığıma belki dönersin diyeydi her şey. Anladım şairin dediği gibi memnunsun yerinden, ya da mevlana gibi gerçek sevgiliye kavuştun sen, yoksa böyle yaparmıydın hiç.

Sonbaharın son demleri, soğuk esen rüzgarlar içimi titretiyor. O çok sevdiğim sonbahar rüzgarlarının dallardan kopardığı her sarı yaprakta içim acıyor artık. Her yaprak yere düştüğünde bir kez daha seni benden kopartıp alıyorlar sanki. Bunu yaşamamak için havada uçuşan son yaprakları yere düşmeden yakalamaya çalışıyorum. Tam tuttum dediğim anda rüzgar benle dalga geçer gibi narin yaprakları sağa sola savurup beni hayal kırıklığına uğratıyor. Üşüyorum sevgilim çok üşüyorum. Ağlamak istiyorum, bulutlanıyor gözlerim ama bak sensiz ağlayamıyorum bile…

Sevgili” için 4 Yorum Var

  1. Perfect. Tıpkı soğuk ve yağmurlu bir kış gününde ıslak ayakkabılarla ölümüne üşürken kulağınıza çalan Transilvanian Hunger’ın kanınızı ısıtması gibi. O etki de. Evet, aynen öyle.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *