Öykü

Silenos Fan

“Peki, solmuş bir tanrıdan nasıl intikam almayı düşünüyorsun?”

“İntikam mı? Senin düşkün halini görmek bile bana yetti. Artık bir yüzyıl daha yaşasam umursamam.”

* * *

Beni bu kokuşmuş gölün kenarında unuttular, yalnız bıraktılar ve sonrasında acınacak bir düşmüşlükle kendilerinin de unutulmasına izin verdiler. Onlar zamanda silinirken… ben … eskinin Maceracı Fan’ı şimdinin sadece Silenos Fan’ı… Toloz’un gölgesinde elden ayaktan düşmüş, ne kadar dilese de ölemeyen Zavallı Fan’ı bir paçavraymışım gibi arkalarında bıraktılar. Lanet olsun hepsine. Nasıl beni lanetledilerse ben de onları şu sızlayan, yaşlı kemiklerim rahata kavuşana kadar lanetliyorum.

Neler gördüm, duydum, inanmak isteyen bile tereddüt eder. Ama bana keçi yolundan aşağı inerken kayıp düşeceğimi, sol ayak bileğimi sakatlayacağımı söyleseler benimle dalga geçtikleri için şarap testilerini kafalarında kırardım. Beni bu komik duruma düşüren babaların babası havalarındaki o zavallıya lanetler olsun. Biliyorum Toloz’un tepesinde, oğlunun viranesinde dolanıp duruyor hala. Onun boynunu elime geçirdiğimde harcanan yüzlerce yılın hesabını elbet soracağım. Gölün kenarındaki kulübeme inene kadar sakat bileğimi daha beter hale getirmeme neden olan, beni sürünmekten bile beter hale koyan lanetime lanet olsun.

* * *

Kulübemin kapısına hapsolalı günler geçti, bildiğim en iyi yöntemlerle tedavi etsem de çabuk iyileşmiyor yaşlı yaralar. Bu yüzden şiş bileğimi ovuşturarak eskiyi düşünmeye bolca zaman var maalesef.

Eski… çoktan Toloz Dağının gölgesindeki gölün yeşil sularına gömüldü. Kalanlar yarım ağızla anlatılan fırtına artığı esintilerden ibaret. Efsaneler, masallar, yalan dolan. Kulübemin az ilerisinde, göle çıkıntı yapmış küçük iki yarımadada benim gibi ayakta kalmaya çabalasa da geriye hayaletli yıkıntıları kalabilmiş işaret kulelerinden gölün deniz olduğu zamanlarda devasa işaret ateşleri yükselirdi. Devasa alevlerin arasından karşı kıyılara açılan kadırgalarla çok kez macera ve şarap aramaya gittim. Kendi cinsimden veya değil, kadınlar peşinde kıyı kıyı dolandım. Karşı kıyılardan bu kıyılara savaştım, seviştim, ticaret yaptım tanrılarla konuştum, onlarla şarap içtim, güldüm eğlendim. Ta ki sonunda içlerinden en uygunsuzuna gençliğimin körlüğüyle kafa tuttuğumda üstüme lanetini salana dek.

Dünya kuru yaprak misali savrulurken başlarda ölümsüzlüğümle şimdi efsane denilen olaylara karıştım, gözü kara biriydim, cenk etmekti niyetim. Kapışacak kimse kalmayıp herkes kendi derdinde kuruyup gidene dek. Artık birbirinin aynı günlerin toplamı bu köhne yaşamın değişiminden nasibimi aldım. Gün geldi, soyumu unutan insan soyu geriye kalan keçi ayaklı beni iblis ilan etti. Saklanarak yıllar ve yıllar geçirdim. Kiminin cenk ahbabı kiminin meyhane sırdaşı olan, bana gıptayla, neşeyle bakan gözler ya kül olup sulara karıştı ya da  toprağın altında artık ve diyemezler “Fan sadece kendine zarar verir, tek derdi eğlenmek ve maceradır. Korkmayın ondan, iblis siz soysuzların içindedir ancak”. Diyemezler.

Tanrılarsa o fırtınalarda benden beter savruldular saman çöpü misali. Kimi kayboldu kimi unutuldu kimi ise kaybolmaktan ve unutulmaktan beterdi. Büyük binalarda kıvranan, şekilden şekle giren, yalanlar fısıldayan ve elde etmeyi bilen korkulası Helus kaçkını tanrılar türedi. Her yerdeler, her andalar ve kudretlerinin sorgulanması kimsenin aklına gelmez. İşte böyle olmalıydı eskinin gerzekleri. Ama sadece ilgi için, caka satmak için, birbirleriyle sidik yarıştırmak için var oldular, türediler ve söndüler. Zavallı ezikler. İşte bakın, bir tek ben ne olduğunu gördüm ama ne fayda? Zamanımı doldurup da değişen her şeye gülerek gidemedim hanım evladı Helus’un ateş çukurlarına. Ve bir gün bana bunu yapandan intikamımı alacağım elbet. Hepsine lanet olsun, lanetinize de lanet olsun.

Mesela şu aciz Akius. Paterion’da yaptıklarından sonra o da lanetlenmedi mi? Elbette Titan çocuklarını ölümsüzlükle cezalandırmak anlamsız bir hareketti. Bunun yerine kendini suyun efendisi zanneden zavallıcık, kulübemde bir reçel kavanozundaki bulanık suda… Hapsolduğu midye kabuğunun içinde ölüden farksız yaşamaya mahkum. Ne olup bittiğinden haberi bile yok. Kim olduğundan… Tek işi sıçmak. Hey gidi Akius, deniz kızlarına, gemicilere tecavüz eden zorba, dalgaların binicisi, adaların korkusu, suyun efendisi… Midye kabuğunda yaşıyor. Onu cezalandıran benim de lanetimin müsebbibi dingilin yaratıcı yanını, hayal gücünü asla küçümsemedim. Akius’a bakıp her gün gülmeme neden oluyor ne de olsa?

Peki ya o kendini güneşin efendisi sayan Sollunnus’a ne demeli. Sol-lun-nus… Gösteriş akan şu isme bak. Gölden bir saat uzaklıkta yerle bir olmuş tapınağının dipsiz kuyularında meczup halde diye duydum. Okunmayacak şiirler yazarmış. Sonra da karnını doyurabilmek için şiirlerini satmaya çalışarak sokak sokak dilenirmiş. Bu hale düşeceğini önceden “görebilmiş” miydi acaba? Onca palavradan sonra sanmam.

* * *

Kulübemin arkasındaki tarlam bana yettiği için, kimseye muhtaç kalmadığıma seviniyorum. Gölden de balık çıktığına göre ki bu aralar göl suyunun atıklardan zehirlendiği söylentisi aldı başını gitti ya, yine de kimseye el açmadan karnımı doyururum. Eskinin tanrısı veya efendisi çoktu, sayısını hiç bilemedim. Şimdilerde ihtiyaç duyulmayan gereksizler. Sollunnus bile kimseye “alın bu güneş” diyip gösterememişken insan soyu artık istedikleri yerin görüntüsünü uydular aracılığıyla izleyebiliyor. Hükmedenlerin gözleri dünyanın etrafında dönen makineler ve eskinin zırvalarından çok ötelere uzanmak için hırsla çalışıyorlar. Onların hırsı beni korkutmuyor desem yalan olur ama kimseye bulaşmadan bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde “zaman” öldürüyorum. dünya kasıp kavrulmuş derdim değil.

Kapıya sırtımı yaslayıp tüm gün gölün sularına bakıyorum. Bu yosun deryasında zamanında yüzen kadırgaları düşlemeye devam ediyorum. Şarap dolu teknelerin Aslanlı Liman’a, Pretos’a gidişlerini izliyorum. Çirkin yüzündeki devasa gülümsemesiyle tanrı olduğu için övünen ama sürekli insan soyu arasında gezinen, güçlülerin güçlüsü Brankos’un kıyıda yürümesini ve başına her seferinde nasıl bela açtığını kahkahalarla anlatmasını. Birkaç hayta satirin ormanların derinliklerinde veya denizlerin ötesinde yaşadıklarını anlatırken şarap kokan abartmalarını.

Eninde sonunda gerçekler anılara mutlaka sızıyor, sıcak havada dalgalanıyor, yüzüne çarpıyor. Görebildiğim sadece… Ölü balık deryası çamur sularda gezinen yarı sarhoş yarı dertli balıkçılar. Toloz eteklerinde pansiyon işleten kendini kurnaz sanan köylüler. Gölün ötesinde çağıldayarak yazlık yerlere turist taşıyan otoban. Ve tabii ki lanetim… içimi boşaltan ölmemezlik halim.

Tanıdığım, sevdiğim herkesi gömdüm, tanrıların cenazelerinde bulundum. Tüm satirlerin ardından gözyaşı döktüm. Dünyayı dolaştım, keçi ayaklı şeytan dediler ve ellerinde tırpanları, dirgenleriyle saldırdılar çok kez. Deniz bile beni terk ettiğinde bir avuç suyun kenarında karın tokluğuna saklanarak yaşayıp şanlı günlerin bereketini andım. Tek eğlencem dağlarda gezinen çobanlara kısacık görünüp akıllarını başlarından almaktı. Masal olmak, ateş başında korku hikayelerine tutunup çocukların meraklı gözlerine bakmak. Ve tek umudum sık sık çıktığım Toloz’un yükseklerindeki harabelerde onu bulabilmek. Elbet biliyorum, oğlunun ardından ağlayan bir baba gibi anılarına, vicdan azabına sarılıp kendini yiyip bitiriyor. Elbet biliyorum o harabelerde derbeder olup dolandığını ve onca yıla rağmen fırsatını yakalayamasam da… elbet biliyorum gün gelecek ve bir çift lafımla, kalan gücümden damıttığım yumruğumla karşısına dikileceğim.

* * *

Günler artık geçmiyor sadece sünüyor ve ben, kulübede mahsur kaldıkça bana eziyet ediyor. Ta ki Tosun kayığıyla yanaşana dek.

İhtiyar sarhoş, sövüp sayarak kayığından toprağa atıyor kendini. Kim bilir kime küfrediyor? Belki dayak yediği karısına, belki dayak yediği kızına, bitmiş rakı şişelerine, şarap bidonlarına, kayığına, kokan göle, ölü balıklara, sıcağa… Tosun terden ağırlaşmış gömleğini çıkarıp yere vuruyor. Atletini çekiştirerek göle bakınıyor. Sonra bir hamlede kayığın ön tarafındaki küfeyi sırtlandığı gibi çıplak ayaklarını midye kabuğu, taş kesmesin diye dikkatli yürüyerek kulübeme seyirtiyor. Kapıya çökmüş onu izlediğimi görünce ilk başta gözü keçi ayaklarıma takılıyor. Başını olmaz niyetine sallayıp yine küfrediyor. Küfür öyle uzunki kapıya varana dek bitmiyor.

“Toynağını mı kırdın keçi dölü?”

Sırıtmasıyla ben de dayanamayıp sırıtıyorum. “Geberemeyen bir adama bulaşma. Belki baban benimdir. Babanın babası da.” Küfeyi içeri doğru atıyor. “Ekmek, sebze falan var. Biraz da şarap. Ucuzundan… paran yetişmedi haberin olsun.” Dediklerini umursamaz gibi yapıp elimi sallayarak geçiştiriyorum. “Kaç zamandır kapı eşiğinde pinekliyorsun ihtiyar keçi? Gelmesem açlıktan ölecektin herhalde?” Gülümsüyorum. “Belki. Onu denemedim bak ölmek için.” Tosun gömlek cebinden sigara yakıp yanıma otururken yüzüme daha dikkatli bakıyor. “Hep tatava. Eh, artık dağa çıkamıyorsun demektir bu?”

“Üç beş güne düzelirim merak etme. İnsan aleminde durumlar nasıl?”

“Hep aynı terane. Aç köpekler çakal olup dolanıyor ne olacak?” Tosun lafını bitirir bitirmez bir hışımla kalkarak kayığından siyah bir poşet kapıp getiriyor. Poşetteki şarap şişelerini gösterirken “Bunlar ikimiz için. Kendi paramla aldım, sıkıntı yok. Bu akşam azıcık muhabbet edelim.” Olur anlamında başımı sallıyorum. Severim Tosun’u. Kaypaktır, sözüne güvenilmez ama muhabbeti boldur. Karısından kaçtığında bende kalır. O daha genç bir çobanken korkutarak azıcık eğlenmek için karşısına çıkmıştım, o ise korkacağı yere beni görünce yerlere yatıp gülmeye başlamıştı. “Ananla baban ne günah işledi lan senin?” diye. Cesur, hiçbir şeyden korkmaz biri değildir ama işleri gırgıra vurup hayatı boşlamışlığı çoktur. Bu yüzden çulsuz gezer, bu yüzden karısından kızından yana sıkıntı çeker. Ve ilginçtir yıllardır yanıma gelir gider, bir kez olsun kimseye benden bahsetmemiştir. Köyünde herkesin eğlencesi olmuşken keçi ayaklı yaratıklarla arkadaşlık ettiğini anlatamaz herhalde. Altmışının sonuna dayanmış bu adam gözümde hala o katıla katıla gülen, alay eden genç çobandır.

Gece boyu konuşuyor, dinliyorum. Tosun, şişelerin neredeyse hepsini dipleyince sonunda sarhoşluğunun sallantısında yine küfrede küfrede kayığına gidip uyuyor. Ben geceyi dinleyerek yerimden kalkmadan sabahı ediyorum. Gün gelecek insan soyu da olsa tek konuşabildiğim bu zavallının da mezar taşına bakıp iç geçireceğim. Eskilerin soluklaşmış yüzleri şaraplı zihnime hücum ediyor, hayalleri, anıları sarıyor. Öfkeliyim. Bunca zamandır geride kalmama neden olan, beni bu hale koyana öfke kusmak istiyorum. Çaresizliğimle daha da harlanıyor içimdeki yangın. Devranı bir el hareketimle kıyamete sürüklemek, ardından da o hengamenin içine bodoslama dalmak istiyorum.

Sabahın ilk ışıkları dağı yıkayıp geçen günün günahlarını arındırırken, ben yeni günde hala çaresizliğiyle yıkık dökük kulübesinin önünde yapayalnız Silenos Fan olmaktan öteye gidemiyorum.

* * *

Günler sonra patikada işe yaramaz bir bacakla zar zor ilerleyebiliyorum. Destek niyetine kullandığım değnek işe yaramıyor. Dikenli yola dördüncü kapaklanışımda pes ediyorum. Pes etmemle ihtimallerin çekici uğursuzluğu hemen yakama yapışıyor ve kulübeye dönmemi engelliyor. Ya oradaysa ve ben dönünce yakalama fırsatını kaçırırsam?”

Yıllardır, neredeyse her gün Toloz’a tırmanıyorum, onu görebilmek için. Her gittiğimde orada biliyorum çünkü varlığını seziyorum. Görünmese de o harabelerin toprağa gömülmüş taşların, sütunların arasında dolanıyor. Eğer kendini göstermek istemezse onu görmen imkansız. Göremesem de varlığımla onu rahatsız etmek için her gün yıkıntıların her bir köşesini adımladım. Bir gün mutlaka benden bıkacak, harabelerin arasında acılarıyla yalnız kalamayıp öfkelenecek ve gözdağı vererek gitmemi sağlamak için kendini gösterecek. Bunu yapacak, eminim. Acınacak halimle elimden ne gelirse yapmaya hazırım.

Evrenlere kafa tuttuğunu sanan, gösterişleriyle sadece insanları kandırabilen tanrıların uğrak yeri Toloz artık kaya ve diken yığınından ibaret sanki. Dağın içinde bir yerlerde geçmişin görkeminden kalan bir şeyler hala var. Uzaklardan gelen kalp atışı gibi… Hissediyorum. Ama patikadan kaçıncı kez düştüğümü hatırlayamayacak hale gelince dağın yüksekliğine ve tanrıların o yüksekleri kendilerine mekan yapma arzularına basıyorum küfrü. Düşe kalka akşamı buluyor harabelere çıkmam.

Eski halini çok iyi hatırlıyorum bu kalıntıların. Toprağa yarı gömülü, çobanların üzerini karaladıkları sütun başlarından birine oturuyorum. Bileğim yine şişti. Değneğime yaslanıp yarı uyuklar halde günün dinmesini ve serinin ağırlığını dağa vermesini bekliyorum. Yakındaki köyden çocuk sesleri, uzaklardan da keçi sürülerinin çan sesleri duyuluyor. Gözlerimi sıkıca yumup akşam vakti kendini gösteren dağın sakinliğinin üzerime çullanmasına aldırış etmeden birkaç parça taş, sütun kalmış harabelerin fısıltısına kulak veriyorum.

Taşlar ağaçlar kadar geveze olmasa da anlatırlar. Ve yine ağaçlar gibi hallerinden sürekli şikayet edip kafa ütülemezler. Tek dertleri tekrar tekrar anlatarak geçmişin zamanda eriyip gitmesine izin vermemek. Bu yüzden benim gözümde zamanın hışmında kalmış zavallılardır. Ancak zavallılar yığını bugün farklı bir konudan konuşuyorlar. İşte o zaman anlıyorum, bugün o gün.

Gözlerimi açıp derin bir nefes alıyorum, taşları duyabilmek için nefesimi tuttuğumu daha önce fark etmemiştim. Onu görüyorum. Karşımda, tüm heybetiyle… diyemesem de hemen karşımda duruyor. Onu görür görmez içimdeki yaşlanmayan öfke hemen kıpırdanıyor. Değneğimi yüzüne doğrultuyorum, onu işaret ediyorum, ona nişan alıyorum. Elimden geldiğince ağdalı cümleler kurmaya çabalıyorum.

“Lanet olsun suçsuz yere beni cezalandıran sana. Sen nasıl zamanla beni sınıyorsan ben Silenos Fan da seni en yavaş şekilde solman için lanetliyorum. Burada, öz babasının canına kıymasıyla telef olmuş oğulun anılarıyla titreyen bu taşlar şahit olsun bana.”

Sürdüremiyorum. İçimde bir yerlerde öfkemle beraber biriktiğini bildiğim ama adını koyamadığım o his öfkemi bastırarak dışarı atılıyor. Titriyorum önce sonra da göz yaşlarıma hakim olamıyorum. Katıla haykıra ağlıyorum ve sanki Toloz bile bana acıyarak başını öteye çevirmiş gibi geliyor. Durduramıyorum. Onun önünde acizliğimi göstermek niyetinde değildim. Onca zaman ne hayaller ne intikam planları kurmuşken… şimdi sadece geçmişten gelen bir simanın huzuru ile yalnızlığıma ağlıyorum.

Yanıma oturuyor ve elini omzuma atıp teselli barındıran sözler söylemek istiyor. Yapamıyor. Yan gözle ona bakıyorum. Değişmiş. Hem de çok değişmiş. Üzerinde başlığı yüzünü gölgeleyecek şekilde giydiği keşiş giysilerinden var. Ama artık parçalanmaktan öte gitmiş. Yalın ayakları taş, diken demeden gezmekten kararak nasır bağlamış. Belindeki deri matarada şarap olduğuna eminim. Meczup olup çıkmış haline bakıyorum. Eskinin insanlar arasında gezerken bile şaşaadan kaçınmayan tanrı babası şimdi şarapçı olup harabeler arasında gezinmekte. Sakinleşene kadar elini omzumdan çekmiyor. Sonra da kalkıp karşıma geçiyor. Başlığının karartısındaki yüzünü göremiyorum. Matarasından şarap yudumlarken bile göremiyorum. Matarayı bana uzatıyor. Tereddüt etsem de sonunda alıp Tosun’un getirdiği ucuz şaraplardan bile berbat tattaki şeyi içiyorum. Keçi sidiği… İğrenerek yüzümü buruşturduğumu görünce gülüyor.

“Çok zaman oldu Fan.”

“Çok mu? Ailemin kemikleri toza dönüştü, artık nereye gömüldüklerini bile hatırlamıyorum. Denizler kurudu. İnsanlar değişti. Her şey değişti. Ve bunların her birini görecek kadar yaşadım. İşte o kadar çok zaman oldu. Hepsi de senin yüzünden? Sadece sana tanrıların salonunda kimsenin diyemediğini dediğim için. Bir cümleme karşılık senin lanet akan tek cümlen ve işte buradayız. Acılarımızla.”

“Ben de acı nedir bilirim Fan.”

“Bileceksin. Sen tanrısın be adam. Ya da bir zamanlar tanrıydın. Bense zamanı gelince ölmesi gereken biriydim sadece.”

“O salonda söylediklerini hatırlamıyorum bile. Geçmişi unutmak için buradayım Fan. Oğlumdan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.”

“Öfkelenip Brankos’u kılıçtan geçirdin. Kendi oğlunu öldürecek kadar gözün kör müydü? Sonra da ardına bakmadan kaçtın. Herkesi yüz üstü bıraktın. Tanrıların babasıymış?”

Cevap vermiyor. Sanki gözünün önünden bir anı geçti. Görebildiğim kadarıyla gülümsüyor. Bana mı, anıya mı? Başlığını yavaşça geri itiyor. Boş göz çukurlarına bakakalıyorum.

Her biri işkenceyle yakılarak, kazınarak sökülmüş gözlerin yerinde yaralarından irin akan kararmış dipsiz, zifiri karanlık göz çukurları kalmış. Onlara bakmaya dayanamıyorum. Ruhumu içine çeken acı karanlık beni sararsa diye korkuyorum. Yapacak bir şey yok, başımı önüme eğip derin bir nefes almaktan başka. Kimin yaptığını öğrenmeye gerek de yok sanırım. Kendinden başka kim bir tanrıya zarar verebilir?

“Onu burada kucağıma aldığım günü hatırlıyorum. Sen de vardın. Evet. Kardeşlerim de vardı. Sahi küçük kardeşim nasıl?”

“Bir kavanozda olduğundan bile habersiz. Abisinin verdiği cezayı o da benim gibi çekiyor. Zavallı bizler. Neye seviniyorum biliyor musun? Solup gitmenize. Kim bilir o piçlerin hepsi şimdi nerededir?”

“Çoğu burada Fan? Toloz’un derinlerinde gömülüler. Hepsini ben gömdüm. Hepsini ben yok ettim. Kaçabilenler ise işe yaramaz hale getirdiklerimdi. Artık daha fazla acı vermeyelim diye. Her adımımızla korkan karıncalar misali bu dünyanın insanlarına yeteri kadar zulmetmedik mi? Oysa onlara iyilik yaptığımızı sanıyordum. Şimdi onlara baktığımda… Bizden daha vahşi ve daha görkem düşkünü… Hem de hepsi. Ne komik.”

Şarabından yine bir yudum daha alıyor ve arkasını dönüp uzaklaşıyor.

“Seni piç. Nereye gidiyorsun? Hala bana eziyet etme niyetin de misin? Kaldır üstümdeki laneti ve ben de şu aşındırdığım patikada bu gece huzurla öleyim.”

Durmuyor. Yürürken fısıldamakla yetiniyor.

“Yapamam Fan. Yapamam. Artık eski lanetlerimi kaldıracak dahi gücüm kalmadı. Üzgünüm. Ah oğlum senden de özür dilerim.”

Gitmesine engel olmak için yerimden fırlıyorum ama ayak bileğim yüzünden bir iki adım atabiliyorum. Çaresizlik içinde elimdeki değneği fırlatıyorum. Yaşlı tanrı bir serapmışçasına değnek içinden geçip gidiyor.

“Aşağılık herif. Senin ben… Haline bak, dilenci kılıklı yavşak. Geri dön”

“Korkma Fan. Beni gördün. Yavaş yavaş soluyorum ve sen de fark et artık yaşlanıyorsun. Lanetimin de etkisi azalıyor. Ben tamamen solunca sen de kuruyup gideceksin. Böylece hepimiz istediğimize kavuşacağız.”

* * *

Fan, ardından bakakaldı. İhtiyar tanrının söyledikleri kafasında dönüp duruyordu. Kırışmış ellerine bakıp iç geçirdi. Öfkesi yüzünden mi bu ayrıntıyı kaçırmıştı? Birkaç saniye içinde harabede yapayalnızdı yine. Meczup tanrı çoktan gözden yitmişti. Geriye az önceki konuşmayı heyecanla aralarında tartışan harabenin taşlarının fısıltısı kalmıştı.

Silenos Fan gece ayazı çıkıp da üşüyünce titreyerek patikaya yöneldi.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *