Öykü

Sıradan Bir Deli

“BİRİ BİZİ DURDURSUN!” Sarı saçlı olan yanındakine bağırıyordu. Fakat diğeri otomobilin gürültüsünden onu duyamıyordu. “NEE?” dedi öteki, oldukça koyu tenli, dolma gözlü, yassı burunlu bir adamdı. Kahkahadan yeni kurtulmuş bir surat ifadesiyle bakıyordu arkadaşına. Sarışın olan adam cümlesini tekrar ettiğinde “HAA, EVET!” diye haykırdı arkadaşına. Sarışın adam vites yükselttikçe ikilinin kahkahaları anlamsızca artıyordu. Saatte 400 km hızla gidebilen bir otomobilin içinde saatte 300 km hızla giderlerken iki insanın neyi bu kadar komik buldukları bilinir şey değildi. Ama araçlarının yakında tozunu attırabileceği bir yolun kalmayacağı gerçeği şüphesiz, ileride yolun uçurumla sonlanacağını bilselerdi, onları öleceğini hissetmiş tavuk paniğine sokardı.

Son sürat yol alıyorlardı. Yanlarından geçtikleri kırık dökük binalar, oraya buraya kaotik bir biçimde park edilmiş araçlar ve arada insana ait olduğu anlaşılan tiz çığlıklar hepsi birbirine karışmış, etraflarında belirsiz duvarlı bir tünel oluşturmuştu sanki. Yolun ufku, net gözüken tek şeydi. Hatta o kadar netti ki yolu sonlandıran düz siyah bir platform asfalttan yükselmiş gibiydi.

“Ha ha ha ha!” sarışın adam bir vites daha yükseltti, arkadaşı ile çok hoş vakit geçiriyordu doğrusu. “Dostum!” dedi koyu renkli olan. “Evet!” diyen sarışın adam yeniden gülmek için hazır, büyük bir beklentiyle koyu dostuna bakıyordu. Parlak, düz saçları yüzüne yapışmıştı. “Sanırım yolun sonu var!” dedi koyu adam ve ileriyi işaret etti. İlerideki siyah düz yükseltinin nihayet yolu ikiye bölen derin yarığın karşı tarafı olduğunu anlamıştı birisi. “Aaaımm. Yani yol bitti mi?” diye ahmakça bir soru sordu sarışın. Ve o andan itibaren ikisi de eşi görülmemiş bir gülme krizine tutuldular. Sarışın adam bir vites daha yükseltti.

***

“Heey! Uyanın adi serseriler!” Sabahın titreten esintisi altında iki adam kırağı tutmuş çimlerin üstünde sırt üstü yatıyorlardı. Parlak güneş ışığı kırağı düşmüş ağaçların yapraklarında ve ayakta dikilen çiftçinin yanık kel kafasında yansıyordu. Çiftçi adama göre hava çok sıcaktı, ona sorarsanız hava her zaman sıcaktı aslında. Bu adamların kendi arazisi içinde, üstbaşları dağınık halde ne halt yemeye sabahladıklarını merak ediyordu. Sarışın olana diğerinden daha çok gıcık olmuştu ve tırpanının sapıyla ayak tabanını dürtükleyip duruyordu. “Hey uyansanıza be!” diye bağırdı tekrar.

Sarışın adam korku dolu gözlerle birden doğruldu ve “HAYIR!” diye bağırdı. Hemen ardından koyu tenli de doğruldu ve o da başka bir dilde çığırmaya başladı. İkisi de bir süre bağırıp çağırdılar. Çiftçi adamsa merakla ve oldukça sakin bir tavırla genç adamlara biraz yaklaştı ve yüzlerini dikkatlice incelemeye başladı. Sarışın adam tam bu anda bağırmayı bırakıp yaşlı adama hayretler içinde baktı. “Aman tanrım! Olysun! Cennetteyiz dostum, tanrı bizi seviyormuş!” dedi. Olysun afallamıştı, önce arkadaşına sonra yaşlı adama baktı “Ama, nasıl olur? Biz arabadaydık ve şey oldu, ne oldu?” hatırlamaya çalışıyordu. ”Uçurum!” dedi Mat. “Evet, hatırlasana. Oradan düşüp ölmüşüz işte!” Çiftçi iki adama da umutsuzca bakıp başını sallıyordu. “Kahrolası evsizler.” diye mırıldandı. “Elbiselerimiz de bizimle mi geldi yani, ben anadan doğma geliriz sanıyordum.” dedi Olysun pantolonunu çekiştirerek. Sonra birden yaşlı çiftçinin farkına vardı. “Sen de kimsin? Meleğe benzemiyorsun” diye sordu. Yaşlı adam arkasına döndü ve homurdana homurdana yürümeye başladı. Mat yine hayret nidası attı. “Dostum bu adam azrail!” dedi Olysun’a. “Ne?” Olysun uzaklaşan çiftçiye gözden kaçırdığı devasa kanatları var mı diye dikkatle bakıyordu. Olumsuzca başını salladı. “Hayır Mat, saçmalama. Herif çiftçi ve biz de hayattayız, imkansız gibi ama gerçek işte. Ve sen de şu lanet otu azaltsan iyi olacak. Şu uzaktaki eve de cenneteki konağımız deme lütfen.”

Mat, Olysun’un gösterdiği eve baktı, yüzünü buruşturdu ve başını iki yana sallayıp ayağa kalktı. “Bilmiyorum dostum, bence sen şokta olmalısın. Şuradaki bize el sallayan da Meryem olmalı, demekten korkuyorum ama vay canına! Dostum bu kesinlikle o bakire fıstık!” Mat’in kafayı yediğine emin olmaya başlayan Olysun denilen tarafa baktı ve muazzam bir şaşkınlık ifadesi ile kalakaldı. Olysun’u, zıpkın yemişçesine inleten şeyin görüntüsü tanrısal güzellikteki bir kadına aitti. Mat bir yandan arkadaşını çekiştiriyor, bir yandan da kuğu zarafeti ile ayakta dikilmiş onlara el sallayan kadına gülümsüyordu. Olysun’un bir fotoğraf kadar sabit, dumura uğramış suratını gördüğünde ona şiddetli bir tokat attı. “Hadi Oly! Lanet olsun yoksa aşık mı oldun? Bak dostum o kadın bakire, ona aşık falan olamazsın. Tamam farkındayım çok güzel, güzel ama olmaz Olysun! Yusuf’un bize karşı tavrı nasıl olur bir düşünsene, zaten İsa’nın durumu kafasının tasını attırmış olmalı. Hadi gidelim, yürü dostum.” Olysun kontrolü dışında, Mat’in elinden tutmuş ve gözleri, ay kadar parlak entarisi içinde doğaüstü güzelliğiyle ışık saçan kadına kilitlenmiş bir şekilde ilerliyordu. Yüz adımlık mesafe boyunca yumuşak bir eğimle yükselen patikadan yürürlerken, doğanın huşu uyandıran devleri aralarında rüzgarın elçiliğiyle fısıldaşıyorlardı. Mat, arkadaşına kadın hakkında yapılması ve yapılmaması gerekenleri anlatırken Olysun’un kendisini anlayamadığını geçte olsa fark edip susmaya karar vermişti. Sadece konağa doğru adım adım yürüyorlardı. Sessiz bir şekilde ilerlerken kulağına garip bir ezgi takıldı ve kaynağını aramak için çevresine bakındı. Olysun’un bu sesi de duymuyor olmasını pek şaşırtıcı bulmadı. Ancak, bu ezgi derinlerden gelir gibiydi, sanki yerin altından kasvetli, melankolik ve ölümcül haykırışların eşlik ettiği bir seromoniydi. Tüyler ürpertici olsada Mat normal dünyada olmadıklarını bildiğinden burada herşeyin olağan olacağını düşünerek dikkatini Meryem dediği kadına verdi. Kadın, koltuk gibi şekillendirilmiş geniş bir ağaç kütüğüne oturmuş, sabırla onları bekliyordu.

“Aman Tanrım…Oly O, O çok güzel…” Fısıltıyla dostuna seslenen Mat Meryem’in yanına vardıklarında Olysun’a bir tokat daha attı. Afallamış Olysun bu kez kendine gelmeyi başardı ve hemen Meryem’in önüne atılarak reverans yaptı. “Hizmetinizdeyim kutsal kadın.” Mat arkadaşının yanına hışımla gitti ve kulağına sert bir fısıltıyla uyarı yaptı “Kadın deme.” Olysun ona şaşkın şaşkın baktı. “Ne?”

“Kadın deme Oly, o bakire! Başımızı belaya sokacaksın!” dedikten sonra Meryem’e samimiyetsiz bir gülümseme attı. Olysun anladığını belirten baş işareti yaptı ve kadına “Biz tam olarak neredeyiz Yüce Meryem?” dedi. Kadının yüzündeki tebessüm birden soldu ve gözleri uzaklara doğru dalıp gitti. “Sizler, sevapkâr insanlar” dedi kadın. Mat “sevapkârlar” diye kıkırdadı. Olysun dirseğiyle arkadaşını dürttü ve kadın konuşmaya devam etti. “Sizler ne cennette ne de cehennemdesiniz. Bastığınız bu topraklar, gördüğünüz bu ağaçlar ve dereler, arafın unutulmuş yerlerinden birinin sınırları içinde. Orobro’dur burasının adı, her iki tarafa da gidilir ve her iki taraftan da gelenler olur buraya.”

Mat hafif gülümser bir yüzle kadının söylediklerini anlamaya çalışıyordu. Olysun ise “Orobro” diye içini çekti, kadından gözünü alamıyordu. “Bayan? Şey, Meryem bakire, kutsal bakire. Burası tarafsız bir yer mi? Taraflar kimler ayrıca?” Mat’in soruları üzerine kadının gözleri yaşla doldu ve cevapladı. “Cennet ve Cehennem. İki taraftan da giriş vardır buraya, lakin buradan oralara gitmek imkansızdır. Hatta aptallıktır denemek bile, korkunç iblisler bataklığından geçmek gerekir ki orayı da geçen olmaz.” Olysun kadını dinliyor gibi yapmaya devam ederken Mat sordu: “İyi ama senin burada ne işin var be kadın?” Hemen ardından sıkıntıyla ekledi “Özür dilerim saygıdeğer Meryem, yani demek istediğim neden cennette değilsiniz yani bu çok saçma. Ben iyi insanımdır, Oly de fena değildir hani ve bizim kesinlikle cennette olmamız gerekir. Siz nasıl…” kadın Mat’in sözünü kesti ve “Kendim hakkında ayrıntıya girmek istemiyorum sarışın adam, fakat sizler büyük olasılıkla iyi kalpli inançsızlar olduğunuz için buradasınız. Tanrı sizin gibileri genelde buraya koyar, umarım alışırsınız” dedi. Mat cevabı düşünmekten çok kadının kendisine taktığı isime dikkatini verdi ve bunun kendisini birazcık sinirlendirdiğini fark etti. Ama buna pek aldırış etmeden kadına kendilerini nerede ağırlayacağını sordu ve akşam yemeğinde görüşmek üzere yanından ayrılarak Olsun’la beraber konağın üst katındaki odalarına gittiler. Ancak odaya vardıklarında kendisine gelen Olysun, Mat’e kadınla ne konuştuklarını sordu. Kadının kendisinden hoşlanıp hoşlanmadığını, ara ara süzüp süzmediğini sormaya çalıştığı her defasında Mat’in kaş çatışıyla susturuldu. Ve yemek vakti gelene dek uyudular…

***

Kapı sertçe, iki kez çalındı. Mat uyandı ve Olysun’ı uyandırdı. Sersem sepelek kapıya gitti ve açtı. Karşısında Meryem dediği kadın mini bir etek, dar bir bluz giymiş, dolgun göğüsleri ve biçimli bacaklarıyla Mat’i büyülüyen bir şekilde dikiliyordu. “Mat. Umarım rahatsız etmiyorumdur, yemek vakti” dedi gülümseyerek. Sanki cilveli bir hali vardı, Mat baş sallayıp kapıyı hızla kapadı. “Mat! Ne yaptığının farkında mısın? O’nun ardından kapıyı böyle çarpamazsın!” diye çıkıştı Olysun. Gözleri mahmur bir şekilde arkadaşına bakıyordu. Yastığının bıraktığı izlerle karışık sinirli suratıyla, uykusundan aniden uyandırılmış bir hamstere benziyordu. “Sakin ol Oly.” Mat arkadaşının yanına usul usul geldi, kapıya bir kez dönüp baktıktan sonra “Oly, sanırım Yüce anamız çok radikal bir karar almış” dedi. “Bu da ne demek Mat?”

“Yemeği burada yesek daha iyi olur demek, eğer aşağı inersek özellikle de sen günah okyanusunda boğulacaksın” Mat bunları söyledikten sonra arkadaşını kafasında soru işaretleriyle bırakarak kapıya gitti ve yavaşça kolu indirdi. Olysun’a sessiz olmasını işaret etti ve kapıyı ağır ağır aralamaya başladı. Ufak koridorda kimseler yoktu, derin bir oh çekti. “Yüce Meryem!” diye seslendi aşağı kata. Fingirdek bir kahkahanın ardından “Evet Mat?” diye cevapladı kadın. “Biz sizden özür dileyerek bu akşamki yemeği odamızda yemek istediğimizi söylemek istiyoruz” dedi Mat. Cümlenin doğruluğu hakkında düşünmek isterken ikinci kez aynı cümleyi kuramayacağını fark etti ve vaz geçti. “Tabii ki tatlım! Nasıl isterseniz! Ally’i yukarıya gönderirim, rahatınıza bakın. Ahahahaha!” Mat tahrik olduğunu hissetti ve yine kapıyı hızla çarparak kapattı. “Oly” diye soluklanarak seslendi arkadaşına. “Bu kadın beni günaha teşvik etmeye başladı dostum. Bak, sakın yanlış anlama…”

“Mat! Kapa çeneni, neler diyorsun öyle? Evrenin en mükemmel, en zarif, en güzel, en bakire kadınından bahsediyoruz. Tamam cennette değiliz, ama düşünsene Mat! Meryem’in yanındayız; Kutsal, Yüce, Bakire, Meryemm..” Mat başını tavana doğru kaldırarak “Oly saçmalamayı kes dostum!” dedi. “Kadın buraya, bizi yemeğe çağırmak için geldiğinde üzerindeki giysileri görmeliydin!” “Ne giysileri?” dedi Olysun.

“Bak Oly. Ben inançlı bir adamım ve aklımdan zorum yok ki gidip Meryem anamıza göz koyayım. Fakat bu kadın ya Meryem değil ya da dediğim gibi çok ama çok radikal bir karar almış!” dedikten sonra yatağına gitti ve bıkkın bir şekilde oturdu. “Anlamadım Mat. Ne tür elbiseler giymiş, Meryem olduğuna emin misin?” Olysun yüzünde ciddi ve bir o kadar da afallamış bir ifade takınmasına rağmen içten içe seviniyordu, gerçek olabilir miydi acaba? Meryem artık cennetin bir şey ifade etmediğinin farkında olmalıydı şüphesiz, o zaman günahların da bir anlamı kalmıyordu çünkü cehennemde de değillerdi. (Hayır aşağılık Oly! Kendine gel! Ona o gözle bakamayız, şimdi aşağı ineceğiz ve gayet namuslu ve şerefli bir adam gibi yemeğimizi yiyip teşekkür edeceğiz!) İç mücadelesinden sonra Mat’e “Aşağı iniyoruz Mat. Ne olursa olsun kendimize hakim olmalıyız, o bizim Yüce anamız. Ben gidiyorum, beni örnek almalısın dostum. Sevgiyle gidip sevgiyle geleceğim” dedi.

“Evet Oly, evet. Ben seni burada bekliyor olacağım dostum, utanç ve günaha batmış bir halde” diyerek arkadaşına el salladı Mat. Kendisi ve onunla alay ediyordu, kadının sesi adeta günaha davet eder bir tonda yükselmişti koridorda. “Bekle ve gör Mat” diyen Olysun aşağı inmek üzere odadan çıktı.

***

Doktor Sanders muayenehanesinden çıktıktan sonra her mesai bitiminde olduğu gibi özel hastalarından biri olan Maddison Law’ı görmeye gitti. Hasta, orta yaşlarda ne çok kısa ne de çok uzun boylu, saçları bakıra çalan altın sarısı, gülüşü oldukça gevrek, klinik bir vakaydı. Nöropsikoloji alanındaki zorlu ve bol tecrübeli uzun yıllarına rağmen Sanders, bu hastasını tedavi etmeyi bir türlü başaramamıştı. İşin garip kısmı Maddison’ın hastalığını adlandırmak, teşhis koymak için çok az zamanı kalmıştı. Utah’tan teftiş ve derecelendirme için gelecek olan uzman ekip Sanders’ı tedirgin ediyordu.

“İyi akşamlar Ronde” diyerek kliniğin eski yüzlerinden Ronde’ye selam verdi Sanders. Hergün bu vakitlerde Maddison’ın hücresinin önünde Sanders’ın gelmesini bekleyen bu adam hiç gülmezdi, ifadesiz bir yüzü vardı. “Bu adam çok hareketliydi bugün bay Sanders. İçeri girip yatıştırmak istedim ama tehlikeli bir durum yoktu, müdahele etmedim. Diğer çocuklar saatlerce onu izlediler, hepsini eğlendirdi.” Sanders sıkıntılı bir nefes verdi, hücre kapısına baktı ve “Teşekkürler Ronde, bugün tam olarak ne oldu peki?” dedi.

“Sabah işe başladığımda Bay Sanders, önce diğer hastaların bakımıyla ilgilendim. Bilirsiniz rutin işler, kontroller, ilaçlar…bir ara on iki numaranın kapısının oradayken bağırış duydum. ‘Birileri durdursun’ gibi bir şey, kahkasından bizim hastanın olduğunu anladım tabii ki. Öteki çocuklara havale etmek istemediğim için hemen hücresine doğru yollandım.”

“Ne yapıyordu?” diye sordu Sanders. “Bilmiyorum, doğrulup baş ucu tarafındaki duvara yaslanmıştı, başı duvara dayalı, ellerini de ileriye uzatmıştı ve bir şeyleri tutarmış gibiydi. Arada sağına soluna bakıp çılgınca gülüyordu, kahkahalarını tüm bina duymuştur eminim.” Ronde anlatırken Sanders kara kara düşünüyordu. Geçici olarak yakın arkadaşının bulunduğu kliniğe sevk etmeli miydi, yoksa ne yapmalıydı? Bu hasta onun için çok önemliydi.

“…geldiğimde bu sefer Hz. Meryem ile ilgili bir şeyler söylüyordu. Dindar mısınız bilmiyorum ama çoğu zaman hiç hoş şeyler söylemedi. Bizim çocukları çileden çıkardı o vakitler, ama ben yatıştırdım. Deliyle deli olacaklardı…”

‘Deli’ diye düşündü Sanders, ‘Senin için işler ne kadar kolay değil mi Ronde?’ dedi içinden. Bu adam delirmiş diye rapor vermek çok hoş olurdu doğrusu, canlarını sıkan Sanders’ı hiç şüphesiz tekme tokat kovarlardı akademiden. Kurul işi çok zordu, bahtıda iyi gitmezken hele. “Peki en son neler yaptı, ben gelmeden önce yani?” diye sordu Ronde’nin gereksiz açıklamalarını bölerek. “En son çıplak ayaklarıyla hücrenin zemininde ritim tutuyordu, hala da yapıyor olabilir. Bakalım ister misiniz?” diyen Ronde hücreye yöneldi. “Kapıyı açmana gerek yok, gözden baksam yeterli.” dedi Sanders. Metal plakayı sağa kaydıran Ronde önce kendisi içeriye baktı, ardından Sanders’a dönüp “yine nahoş sözler” diye mırıldandı. Sanders çekilmesini işaret etti ve gözden içeri baktı, Maddison hem ayak hem de elleriyle ritim tutuyor aynı zamanda da İsa ve Meryem ile ilgili anlaşılmayan sözler ediyordu. Bir eğilip bir kalkıyor, tavanı değilde gökyüzünü görür gibi yukarılara el hareketleri yapıyordu. “Kim bilir neler görüyor, ama ağzı çok bozuk” dedi Ronde, Sanders’ın anlayamadığı sözleri anlıyordu. “Tam olarak neler dediğini söyleyebilir misin Ronde? Bilmem gerek, önemli gelişmeler elde edebilirim belki.” Sanders biraz umutlanmıştı, gerçekten önemli şeyler bulabilirdi.

“Siz bilirsiniz Bay Sanders, tam olarak şunları tekrar edip duruyor:

O kutsal ana dedikleri,

Uçuşuyor etekleri,

Yusuf bile sakinse,

Bu İsa’ya ne demeli.

Çok daha kötülerini de söylediği oldu, ama en çok tekrarladığı bunlar.”

“Pekala Ronde, teşekkür ederim. Umarım bunların bir anlamı vardır. Artık yerine dönebilirsin, iyi nöbetler” diyerek Ronde’ye iyi akşamlar diledikten sonra koridor boyunca ilerleyerek ana kapıya ulaştı ve binadan çıktı. Ronde o gittikten sonra hücre kapısının gözünü kapattı ve cebinden fazla mesaisi için olmazsa olmazı çilekli sigaralarından birini çıkardı. “Bu herifleri hiç anlamıyorum.” dedi çakmağını ateşkerken kendi kendine. “Adam delirmiş işte, deli deyip geçmek varken.”

 

Sıradan Bir Deli” için 3 Yorum Var

  1. Merhabalar,

    Sanırım seçkideki ilk öykünüz. Hoş geldiniz öncelikle. Ben çoğu hikâyeye yaptığım bir eleştiriyle başlamak istiyorum yorumuma… Yabancı isimler, yabancı kültürler… Bana göre kaleme aldığımız öyküyü ‘bizden karakterlerle’ yaratmak onu son derece samimi yapıyor. Ronde ya da Sanders değil, Hüseyin ile Hamdi’yi okumayı daha çok isterdim. “Olur mu öyle?” demeyin, çok güzel oluyor, tadından da yenmiyor. 🙂

    Bunun dışında öykünün işlenişi başarılıydı. Üslubunuz hoşuma gitti. Hikâyenin sonundaki sebepsizlik başta biraz, “Hmms…” dememe sebep olduysa da sonradan, “Adam delirmiş işte, deli deyip geçmek varken.” dedim ben de.

    Kaleminize sağlık, katılımınız bol olur umarım.

  2. Eleştiriniz için çok teşekkür ederim DarLy, öyküyü bizden karakterlerle yaratabilirdim ama açıkçası bu kolaya kaçmak olurdu benim için. O sebepten yabancı karakterlerle gerçekçi bir anlatım sunmaya çalıştım ve “Olur mu öyle?” de demiyorum fikriniz için 🙂
    Tekrar teşekkür ederim.

  3. -dolma gözlü
    -Kahkahadan yeni kurtulmuş bir surat ifadesi
    -Ama araçlarının yakında tozunu attırabileceği bir yolun kalmayacağı gerçeği şüphesiz, ileride yolun uçurumla sonlanacağını bilselerdi, onları öleceğini hissetmiş tavuk paniğine sokard
    -muazzam bir şaşkınlık ifadesi ile kalakaldı
    -oraya buraya kaotik bir biçimde park edilmiş araçlar

    gibi tamlamalar, betimlemeler ve cümleler göz tırmalayıcı ve acemice olmuş. Ayrıca hikayenizde ‘dostum’ kelimesini çok çok fazla kullanmışsınız. Bütün bunların dışında hikayenizin sonunda beklediğim vuruculuğu yakalayamadım.

    Elinize sağlık. Lütfen bol bol yazmaya ve daha çok kitap okumaya özen gösterin.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *