Öykü

Skull Museum

Terk edilmiş fabrikanın yanındaki yapıyı fark edince arabayı durdurdu. Bir süre, haritada dikkatini hiç çekmeyen bu garip binanın ne olabileceğine kafa yorduktan sonra inip bakmaya karar verdi.

Bir kafe ya da hiç değilse müşteri kabul eden herhangi bir işletme olsa iyi.

En kötü ihtimalde bile en azından biraz serinleyip su ve tuvalet ihtiyaçlarını giderebileceğini umuyordu. Tabii içeride birisi varsa, diye düşündü.

Genç turist, ön tarafta kapıya benzer bir şey bulamayınca, arkada olduğunu varsaydığı girişe doğru ilerledi. Bakımsız toprak yolu geçerken içeriyi görmeye çalışsa da kapalı pencereler çok yüksekteydi. Arkaya dolanıp bakındı.

Binanın, yoldan geçen birinin görmesinin imkânsız olduğu tabelası ve giriş kapısı dağlara bakıyordu. Issız ve terk edilmiş görünse de bir o kadar da yeni ve modern bir yapıya benziyordu. Bu gariplik, yalnız seyahat ettiği gerçeğiyle birleşince içeri girip girmemek arasında bocaladı bir süre. Cep telefonuna baktı. Çekmiyordu. Dışarıdaki kavurucu güneş, alnında biriken boncuk boncuk ter damlaları, arabada artık içilemeyecek kadar ısınmış su, sıkışık idrar torbası, hepsi aynı anda zihnine üşüştü. Bedeni, tüm hücreleriyle kendisine acil durum çağrısı yapıyordu.

Bir süre daha tereddüt etti. Elinin tersiyle alnındaki teri sildi. Cep telefonunu cebine tıkıştırdı, ilerlemek için harekete geçti.

En kötü ne olabilir ki?

Binanın yeniliğiyle pek tezat görünen eskimiş bir tahta parçasına kazılı, aşınmış ve zor okunan Skull Museum harflerini pek seçemese de zile bastı. Kapıyı açan olmadı. Tam dönüp gideceği sırada içeriden gelen serinliği belli belirsiz hissetti. Kapının aralık olduğunu o zaman fark etti. Kapıyı biraz itti, serinlik artınca birkaç adım yaklaşıp seslendi. Yankılanan sesine cevap gelmemesine rağmen ilerledi.

Klima çalışıyorsa mutlaka biri olmalı, diye düşündü. Serin holde, gün ışığından tamamen uzaklaşacak kadar ilerledikten sonra durup dinledi. İleride bir yerde çalmakta olan klasik müziği duydu. Sese doğru yürümeye devam etti. Terli ve sıcak teni, ilerledikçe serinleyen havaya tepki olarak ürperdi. Loş ışığı fark edince rahatladı. Tuttuğu nefesini bıraktı. Önüne çıkan boncuklu perdeyi araladı. Elini iplerden kurtaracağı sırada, dizili boncukların minik kuru kafalar olduğunu fark etti. Ürpertici kuru kafalardan telaşla kurtulup önüne baktı. Perdenin diğer tarafında gördüğü renklilik gerginliğini biraz olsun azalttı. Sağ tarafında duran hediyelik reyonunu fark edince oraya yöneldi. Eski püskü bir tahta parçasında Souvenir yazıyordu. Bir de kuru kafa çizimi vardı.

Bir süreliğine renkli ve tuhaf hediyeliklere daldı. Kül tablaları, küpeler, bileklikler, yüzükler, anahtarlıklar, kar küreleri, mumlar… Kuru kafalardan başka hiçbir şey yoktu.

Görevli ona seslendiğinde, hediyeliklerin üstünde biriken toz katmanı yüzünden zincirleme bir hapşırığa tutulmuştu, epey utandı. Arka tarafında bulunan gişenin ardındaki görevli, gülümseyerek onu izlemekteydi. Göz göze geldiklerinde dişlerini göstererek gülümsedi.

“Müzemize hoş geldiniz.”

Davetsiz misafir, bir görevliye bir de hediyeliklere baktı.

“Yanınızda buradan bir hatıra götürmek isteyeceğinizden eminim. Onlara çıkarken de bakabilirsiniz. Şimdi hazır kalabalık değilken içeriyi gezmenizi öneririm.”

“Kalabalık…” da mı oluyor diyerek kabalık etmek istemediği için lafı değiştirip sordu.

“Buraya haritada rastlayamadım. Şehirde görülecek yerleri araştırmama rağmen böyle bir müze olduğundan haberim yoktu. Açıkçası ben sadece ihtiyaçlarımı giderebileceğim bir mola yeri arıyordum.”

Görevli, yüzüne karşısındakinden daha şaşkın bir ifade takınarak gülümsedi.

“Doğrudur. Yalnızca anlamaya hazır olanlar baktığını görebilecektir.” diye mırıldandı dalgınca. O sırada elindeki koçana mühür vurmaktaydı ve ekledi: “Müzemizi gezdikten sonra burada ihtiyaçlarınızı da giderebilirsiniz.” Gülümsedi ve elindeki koçandan kopardığı bileti turiste uzattı.

Müzemizi gezdikten sonra kısmı biraz fazla tehditkâr gelse de, genç turist üzerinde durmadı.

“Ücret?” derken cüzdanına davrandı.

“Müzemizde para geçmemektedir. Önden buyurun lütfen.” dedi görevli. Turiste yolu gösterdi.

Geçtikleri uzun koridor loş ve basıktı. Kemiklerle ve kafataslarıyla kaplı bir tünele benziyordu. Ziyaretçi, ne zaman biteceğini bilmediği bu nahoş atmosfer karşısında ürperdi. Cüzdanının hâlâ elinde olduğunu fark edince onu yerine geri koydu. Yerler yeni silinmiş, parlıyordu. Tünel boyunca hediyelik eşyalardaki tozları anlamaya çalıştı. Bir tarafı bu kadar bakımlı iken, müze denen bu yerdeki bazı detayların özensizliği kafasını karıştırıyordu. Bir türlü bitmek bilmeyen yolun ucunda ışık görününce düşüncelerini savuşturdu. Kemikli tünelin sonu, geniş ve ferah bir salonun başlangıcıydı.

Genç turist, koridor boyunca nefesini tuttuğunu, salona adım attığında nefes verip rahatlarken fark etti. Hızlanan kalp atışları da yavaş yavaş normale dönerken girişteki geniş vitrinleri incelemeye başladı. Binlerce yıldır yaşamış çeşitli canlıların iskeletleri, tavana kadar uzayan vitrinlerde sergilenmekteydi. Kendini mini bir dünya tarihi turu yapmış gibi hissediyordu. Bu keşfinden dolayı gülümsedi. Gidermeyi umduğu temel ihtiyaçları için zamanı biraz daha ötelemekte sakınca görmese de gittikçe sıkıştığını hissediyordu.

Yanındaki minik açıklamada bir bufaloya ait olduğu belirtilen kafatasına biraz daha yaklaştı. Boynuzlarına asılı renkli tüyler bir dizi ritüelden geçmiş özel bir bufalo olduğunu anlatıyor gibiydi. Göz çukurlarındaki delici boşluk vitrin camını aşıp, doğrudan ziyaretçinin hipnotize olmuş bakışlarıyla kesişti. Bir süre, sessizlik ve anın içinde dönüşüp birbirine karışan çeşitli düşüncelerle bufaloyu inceledi.

Salonun serinliği ve kasveti içine işlemiş gibiydi. Görevliye bakmak için döndüğü sırada onunla neredeyse kafa kafaya geldiler. Görevli, bir adım geri atarak onu sakinleştirmeye çalıştı.

“Sizi korkuttuysam özür dilerim.” dedi itici gülümsemesini takınarak.

“Bi-birazzz önce şu-şuradaydınızz…” diye kekeledi turist. “Sizi bu kadar yakında beklemiyordum. Yalnızca şaşırdım.” diye ekledi sesindeki titremeyi ve heyecanı silerek. “Korkmadım.” diye ekleme ihtiyacı hissetti sonradan. Hâlâ elinde tuttuğu bilet, sıktığı yumruğunun içinde buruşup nemlenmişti. Parmaklarını gevşetti.

“Gitsem iyi olacak.” dedi. Sesinde kararlı bir ton vardı.

“Hazır müzemiz boşken son teknoloji ekipmanlarla dizayn edilmiş simülasyon odamızı da görmek istemez misiniz?” Görevlinin sesi, müzede çalışan birini değil de elindeki ürünü pazarlamaya ve ne olursa olsun satmaya yemin etmiş bir satış personelini anımsatıyordu.

Ziyaretçi, bir çıkış ararcasına salonun bitimindeki tabelalara baktı. Gördüğü tek şey sağ tarafı gösteren ok işaretleri oldu. Tabelalarda WC, Simülasyon Odası yazıyordu. Ne kadar sıkışık olduğunu anımsadı yeniden. Kasıkları zonkluyordu. Bir de susamıştı. Kuruyan dudaklarını, kekremsi bir tat duyduğu diliyle ıslatmaya çalıştı. Nafile bir çabaydı bu. Salonun serinliğiyle buluşan dili, soğukla beraber biraz daha kurumaktan öteye gidemedi.

Görevli, bir yanıt bekliyordu. Sonradan aklına gelmiş gibi ekledi:

“Arttırılmış gerçeklik kabinimizi mutlaka denemelisiniz.” İlerlediler.

Salonun sonuna doğru koca bir vitrin, işkence malzemelerine ayrılmıştı. Büyük bir ürperti hissi, boyunu aşan dev bir dalga gibi turisti baştan aşağı yuttu. Kurumuş boğazıyla yutkundu. Vitrindekilere baktı. Kitaplar, altına bakır bir kap konmuş eski musluk, kafalar için envaitürlü kafesler, iğneli başlıklar… Zemin o anda midesinde bir sarsılma hisseden turistin ayaklarının altından çekilir gibi oldu. Gözlerini yumup cama yaslandı. Görevli ona yaklaşıp garip gülümsemesi ile İyi misiniz? diye sorunca kendini toparlayıp yanıtladı.

“Evet. Teşekkürler. Yalnızca anlık bir baş dönmesi o kadar.”

Okların gösterdiği yöne, sağa döndüklerinde tuvaletlerin simülasyon odasından önce gelmesine sevindi. İzin isteyip tuvaleti kullanmayı düşünürken içeriden gelen seslerle bu planı daha dile getiremeden bozuldu. Tuvaletin önünden geçtikleri sırada duyulan öğürme sesleri barizdi fakat görevli hiçbir şey yokmuş gibi ilerlemeye devam ediyordu. Arkasında, adımları yavaşlayan genç turist kapıya doğru kulak kesildi. İçeri girip bakmak istese de burnuna dolan keskin ve ekşimsi bir koku onu bu isteğinden hemen vazgeçirdi. Onun yerine hızlanıp görevliyi durdurdu. Sessizliği, çekilen sifonun sesi bozdu. Kekeleyerek konuştu.

“Duy- duydunuz değil mi? Az önce içeriden öğürme sesleri geliyordu. Sizce de baksak iyi olmaz mı?”

Görevli ona hiç aldırmadan yürümeye devam etti, birkaç adım sonra Simülasyon Odasına ulaştı, kapıyı açıp itti. Genç turisti içeri girmesi için buyur ederken yanıtladı.

“Siz hiç merak etmeyin. Birazdan temizlik görevlimiz orayla ilgilenecektir.”

Kapının yanındaki düğmelerden birine bastı. Havalandırmadan, pısst sesiyle birlikte hoş bir çiçeksi koku odaya yayıldı.

Genç turist, simülasyon odasının baş döndürücülüğü karşısında az önce olanları unuttu, burnunun direğini sızlatan kötü kokuyu da çiçek kokularıyla temizledi.

Görevli, odadaki geniş ekranlı panelin önüne geçip sanal canlı kataloğunu açmıştı bile. Sayfaları kaydırarak anlatmaya başladı.

“Bu kataloğu bir menü olarak düşünebilirsiniz. Restoranda ne yiyeceğinizi seçiyorsunuz, burada neyin gözünden deneyimi yaşayacağınızı; tek fark bu.”

“Ne kadar sürecek peki?” diye sordu genç turist. Şu an tek derdi deneyimin süresiydi.

“Bizim saatimizle beş dakika.” dedikten sonra muzipçe güldü görevli. “Orada zaman çok daha yavaş geçiyor.” diye ekledi.

Sayfaları kaydırması için ekranı turiste bıraktı. Genç turist katalogda yer alan canlıları gezerken beş dakika idare edilebilir bir süre diye düşündü, deneyimin ne olduğunu tahmin etmeye çalıştı, farkında olmadan insanların olduğu sayfaya gelmişti. Parmağıyla bir Kızılderili kafası üstünden sayfayı çeviriyordu ki görevli araya girdi.

“Fikrimi sormadınız fakat ben yine de sizi uyarmalıyım. Şahsen ilk kez deneyimleyecek olanlara daha küçük canlılardan başlamalarını öneriyorum. Bir böcekle, hiç değilse bir hayvanla başlayın. Daha hafif bir deneyimden sonra kalmaya karar verirseniz insan türünü de seçebilirsiniz elbette.”

Turist, bu ikazı garipsedi. Bir an önce başlayıp bitmesi için sayfayı geriye çekerken gördüğü ilk figürü gösterdi.

“Bu olsun.”

Bir bufaloyu seçmişti.

Şeffaf kabinin zemini ve duvarları mavi kadifeden yumuşak bir döşemeyle kaplıydı. Gerçeklik Başlığı; eşyasız kabinin tam ortasında, deneyim için kullanıma hazırdı. O, içeriye girdikten sonra kabinin kapısı ardından kapandı. Görevli, ona üzerinde duruş pozisyonlarının yer aldığı büyük çıkartmayı gösterdi. Yeterince sıkışık olduğunu düşündüğünden, hareketleriyle görevliye ayakta iyi olduğunu anlatmaya çalıştı. Görevli, bir düğmeye bastığında itici sesi kabinin içine doldu.

“Bunu pek önermem fakat yine de siz bilirsiniz.”

Turist, pozisyonları yeniden inceleyerek oturmakta karar kıldı. Yere eğilip oturdu. Başlığı eline alıp inceledi. Üzerinde düğme ya da ışık bulunmayan bu cihazla tam olarak neyi deneyimleyeceğini bile bilmiyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra başlığı takıp başına oturttu. Gelecek şeyin belirsizliği karşısında avuçlarının terlediğini fark etti. Görevlinin sesi kabinin içine son kez doldu.

“Çok güzel. Deneyiminiz başlamak üzeredir. Daha rahat etmeniz için odadan çıkıyorum. Keyifli deneyimler.”

Odanın görüntüsü bozulurken renkler başkalaşıyor, yerini yeni oluşan bir manzaraya bırakıyordu. Cızırtılı ve kesintili bir ses yerini daha berrak bir atmosfere bırakıyordu. Ortam değişirken, kendini başkasına ait bir rüyayı seyreder gibi hissetti. Kasıklarındaki zonklama ve ağzındaki kuruluk son bir kez varlığını hatırlattı ve sonra zihninde ufalanarak kayboldu.

Dünya tarihi pastasının küçücük bir dilimi, hatta minik bir zerresi gözlerinin önünde, zamanın akıntısında gelişip değişerek yaşanmaktaydı. Etrafı artık başka bir mekan, kendi insanlığının zamanı ise bambaşka bir zamandı. Günler ve geceler hızla akıp birbirine karışıyordu. Takip edemediği bir noktada, katalogdan seçtiği bufalo kafatasından, kanlı canlı bir bufaloya dönüştüğünü fark etti. Doğduğu, büyüdüğü, sürüsünün yaşadığı bu yeri yerinden hiç kıpırdamadan biliyor, tanıyordu. Birkaç dakika öncesine kadar hiç bilmediği bir geçmişe ve ana sahipti. Kopan toz fırtınası, çığlıklar, homurtular, inlemeler, silah sesleri; pek de iyi görünmeyen bir geleceğin habercisi gibiydi.

Durun.

Kan yoğun, devrilmiş dostlarım, akrabalarım, sürüm ölmüş, binlerce boynuzlu dev yerlerde, yüzülmüş deriler, çürümeye bırakılan bedenler, aynı anda hem kendimim hem de sürümden

Yapmayın.

geriye kalan her şey, aynı anda hem yaşıyorum hem de vahşice katlediliyorum şuracıkta

Boynuzlar zevk için çatırdıyor ve çürümeye bırakılan bedenler saçılıyor

Hayır.

Yas tutan Kızılderili

Ağlayan bebeğini emziremeyen bir kadının memesinden süt yerine kan akıyor

Oluk oluk kan akıyor

Kan sızıyor ve gözyaşları

Yaşananlar dilsiz bir vahşet ve bir ömür lanetliyor

Geride kalanları

Ben de bir insanım.

Ağıtlar

Ağır cesetlerimiz, çürüyor, kokuyor

Hastalıklar ve

Açlıktan zayıflayan insanlar

Nereden geldiği belirsiz gözleri kör eden BEYAZ ışıklar

Ne yapıyorsunuz lanet olasıcalar?

Çürüyorum ve derim sıyrılmış, beyazlar kafataslarımızdan kuleler yapmış

Zalimin beyaz elleri talandan başka bir şey bilmiyor

Ne hayvan ne de başka bir insan dinliyor

Kafatası Dağı ve patlayan silahlar

Dilim kesik, bedenim çürük, derimin laneti omuzlarınıza kadar

Canlıyım.

Sinekler. Çürüyorum. Çürüyoruz. Leş gibi kokuyoruz. Yok oluyoruz.

Yaşıyorum.

Yaşamak istiyorum.

Ölüyorum.

Geriye yaşayan bir tek canlı bile kalmayana dek, sonsuzluk kadar uzun bir zamanda yaşadı deneyimin her bir zerresini. Tüm bedeni yok oldu, geriye sadece bufalonun kafatası kaldı. Havada birkaç saniye asılı kaldıktan sonra yere düştü.

Turist, yumuşak döşemeyi yeniden hissettiğinde kan ter içindeydi. Soluk borusuna bir şey kaçmış gibi çırpındı, nefesini çaresizce içine çekerek bir kâbustan uyanır gibi doğruldu. Gerçeklik başlığını terlemiş yüzünden çıkardı. Bağırmak istedi. Sesini yokladı. Boğazı kupkuruydu. Korkuyordu. Gördüğü dehşet verici manzara kanını dondurmuştu. Burnuna yükselen buram buram ter ve sidik kokusu ona nerede olduğunu hatırlattı. Kucağına düşen gözyaşlarını görünce, ağladığını fark etti. Yalnızca ağlamış olmayı diledi, pantolonu sırılsıklamdı. Kasıklarındaki zonklama geçmişti.

Doğruldu ve kabinin kapısını açtı. Odada yalnızdı. Koridora çıktı. Tuvaletin önünden geçerken öğürme seslerini anımsadı. Bin yıl öncesinden kalma bir anı kadar eskimişti. Midesi bulandı. Birkaç kez öğürse de ilerlemeye devam etti.

Bu manyak yerde bir dakika daha kalamam.

Başka bir çıkış olup olmadığını hatırlamaya çalıştı. Yoktu. Yalpalayarak boş ve serin salona döndü. Vitrindeki kuru kafalar dönmeye başladı. Başı dönüyordu. Kusma isteğini bastırdı. Vitrine yaslandı. Karşı taraftaki tüneli gördü. Var gücüyle koştu, kemikli tünel bitmek bilmedi, o koşarken iyice daralmış gibiydi tünel, kafatasları üstüne üstüne geliyordu, ayakları uyuştu, sendeledi. Uzaktan gelen klasik müziği duydu. Bitmek bilmeyen bir zaman sonra, tünelin diğer ucundaki girişe vardı.

Görevli gişedeydi. Bekleyen yeni ziyaretçiye vermek üzere elindeki koçandan bilet koparıyordu. Nefes nefese kalmıştı. Durdu. Üçü arasında tuhaf bir şaşkınlık anı oluştu. Tökezleyince tozlu hediyelik standına çarptı. Bir öbek toz bulutu yükseldi. Panikleyerek doğruldu ve ardına bile bakmadan çıkışa doğru koşmaya başladı. Loş koridorda gözden kaybolurken hapşırdı. Görevli, ardından neşeli bir tonda seslendi. Buradan bir hatıra istemez miydiniz?

Uzakta, minik kuru kafaların dizili olduğu ip perde şıngırdadı.

Melisa Parlak