Bir varmış bir yokmuş… Bir zamanlar herkesten uzak bir kalede kendi kendine bir piyano çalarmış. Bu piyanonun ağzı olsa da dili yokmuş, hep aynı tema dökülürmüş inci dişlerinden. Çocukken başka diyarlarda diğer piyanoların neler yaptığı hikâyeleriyle büyüse de öyle uzun zaman geçmiş ki tek başınalığından, bu hikâyenin unsurlarını tek tek unutmaya başlamış. Piyanonun ne olduğunu dahi unutacakmış az kalsın. Öyle ki bazen her vuruşta titreşen telleriyle konuşa konuşa “Acaba keman mıyım?” diye sorguladığı zamanlar olmuş. Fakat çaldığı o hep aynı melodi, unuttuğu hikâyenin izlerini iyice kazımış bu yalnız piyanonun bedenine. Bu parlak soğuk seslerin olsa olsa bir piyanodan çıkacağını adından iyi bilecek kadar varmış hiç değilse. Neden çaldığını da bilmiyormuş ama sabah kalktığı gibi başlıyormuş sesini duyurmaya. Duyumsayacak kimse olmasa da duyuyormuş kalenin duvarları, yıllardır öyle sabit.
Bir gün pencereden esen rüzgâr yıpranmış, yırtık bir parça kâğıdı düşürüvermiş önüne yapraklarla beraber, kurumuş ve artık çürümüş eski yaprakların yerine. Tanıdık bir dilmiş kâğıttaki, çıkaramamış. Garipsemiş bu bilinmedik ama tanıdık hissi sevgili piyano.
O kâğıdı biz elimize alabilseydik en azından şunları okuyabilirdik:
“Un poco meno mosso.”
Melodisine devam etmiş bir şeylerin uçuşmasına ve konduğu yerde yitip gitmesine fazlasıyla alışkın piyanomuz. Fakat huzuru bozulmuş bir kere. Bu az önce bahsettiğimiz garip his, alışkanlığından daha baskın geliyormuş sanki. Yıllarca çaldığı, düşünmeden akıveren o melodiyi yeni öğrenircesine aksamaya başlamış. Duraksamış kalede kendi kendine çalan piyano.
“Tüm piyanolar kendi kendine mi çalar?”
Birden hüzün kaplamış her yanını.
Çok eskiden bu kale dediği yerde yaşam vardı. Başka enstrümanlar… ve virtüözler! Her gece sabaha kadar çalar, dans eder, ağlarlardı. En sonunda herkes derin bir uykuya çekilirdi biten eğlencenin rahatlığıyla. Sabah her şey yeniden başlardı. Yeni parçalar bestelenirdi ve çalışılırdı. Öğretmenler öğrencilerine ders verir, öğrenciler enstrümanlarına öğretmenlerinin hikâyelerini anlatırdı.
Bir sabah kalktılar, hepsi sanki birden değişmişti. Hiçbir nota yazamadılar, hiçbir tuşa basamadılar hiçbir piyanoda. Hemen hazırlanıp koyuldular yola, diğer diyarların yeniliklerinde farklı tatların ilham perileriyle anlaşma yapmak için gittiler çalgılarıyla beraber.
Bizim biricik piyanomuzu gidenlerin tarihini diyara anlatsın diye bırakmışlar meğer. Diyar bir süre sonra ezberlemiş besteyi, sonra da sıkılmış hikâyeden. Piyano her gün aynı besteyi çalmış, devam ettikçe unutmuş neden çaldığını. Zamanla beste küçülmüş, küçülmüş… En sonunda piyanonun dişlerinden dökülen bu melodi kalmış geriye. Herkesten uzak bir kalede kendi kendine çalan bir piyano olmaktan ibaretmiş artık bu ulvi görevin yalnız bekçisi zavallı dostumun tüm varlığı. Başı ve sonu artık olmayan, tekrarlandıkça zamanın yerine geçen bu notaların anlattığı artık piyanonun kendi masalıymış.
Öykünüzü çok beğendim .Kısalığına takılabilir diğer okurlarınız ama benim için bu uzunluk bütünlük sağlıyor.Iyi çalışmalar
teşekkürler, sevgiler:) Rachmaninoff plays Prelude in G Minor Op. 23 No. 5 - YouTube
Merhabalar,
Eğlenceli ve ilginç bir çalışma olmuş. Bu tür kısa hikayelerin yazımının zor olduğunu ve zaman zaman sıkıcı olduğunu düşünürüm. Sizinki yeterince keyif vericiydi.
Elinize sağlık.
Merhaba @nyx,
Öykü olarak belki tam bir mimariye sahip değil ancak anlattığı şey oldukça hayata dair ve alt metinde geniş. İyi bir özet…
Entropi aynı zamanda.
Elinize sağlık.
Kısa, öz ve güzel. Altı da gayet dolu. Elinize sağlık.