Yattığı oyukta ağustos böceklerinin zırıltısını dinleyen adamın tek değerli eşyası, yıllar evvel kâğıdın değerini bilmeyen bir kentsoylunun dışarı attığı gazetenin harflerinden kolajla yazılmış, çufçuf garlarında, parklarda ve meydanlarda yatarken adamın üstüne astığı “Çalacak bir şeyim yok” yazısıydı. Lûdkahdin isimli bu adam okumayı tabelalardan, yasavul zabıtlarından ve mezar kitabelerinden kendi kendine sökecek kadar aklı başında, üstüne astığı yazının muhataplarının okuma bilip bilmediğini düşünmeyecek kadar da alıktı.
Lûdkahdin o gecenin sabahında her gün yaptığı gibi yine çocuk mezarlığında dolanıyordu. Yine o kitabenin karşısında durdu.
Annem yüzümü görmeden gidiverdim.
Adı neydi? Lûdkahdin mezarın üstüne eğilip tohumlarını geçen sene ektiği çiçeklere su dökmeden önce soğuk toprağa dokundu. Gözlerini kapatıp, çiçek köklerinin, toprağın altında gelişmemiş bir bedenin kemiklerine uzandıklarını hayal etmeye çalıştı.
İşte o zaman, bir buçuk yıldır hiçbir gün olmayan bir şey oldu. Göz kapaklarının arkasındaki kitabenin hayaline üç kelime eklendi.
İsmim koyulmadan öldüm.
Lûdkahdin gözlerini açtığında ağzı titrer, boğazı sıkışmış haldeydi. Görüşünü bulandıran yaşlardan bir an kitabeyi göremedi. Göğsündeki darlığa dayanır gibi olunca etrafı yoklamaya koyuldu. Yazacak bir şey arıyordu. Çiçekleri heba etmeyecekti. Toprakla da yazılmazdı. Silinmeyecek bir şey aradı. Yoktu. Lûdkahdin cebindeki yazıyı hatırlayıverdi. Sırıttı. Mahvolmuş kâğıdı çıkarıp harflere baktı.
ÇALACAK BİR ŞEYİM YOK
Ç ACAK İR ŞEY O
Kâğıttan söktüğü harflerin ilkini alıp mezar taşına iliştirdi. Kâğıt parçası, en kuvvetli reçineyle yapıştırılmış gibi konulduğu yerde duruverdi. Lûdkahdin harflerin geri kalanını da nefes nefese, kitabeyi zor görerek ilkinin yanına ekledi. İşini bitirdiğinde gerile gerile seyretti onu. Tepesindeki ağacın dallarından üç bin yüz altmış yaşında bir kırlangıç kanatlandı. Lûdkahdin ayağa kalkıp bomboş evlere, sokaklara, şehirlere, onların ardından hiçbir canlı yüreğin atmadığı ormanlara, dağlara ve oyuklarla derin denizlere baktı. Her şey, Lûdkahdin’in o sesi duyabilmesi için susmuş, susmakla da kalmamış, yok olmuştu.
Anneler, çocuklar, doğurttukları ölmeden ölmeyen ebe kadınlar, bedenlerinin üstünden ordular geçmiş askerler, ölümlerinden kimsenin haberi olmayanlar, kimsesizler, ölümün ne olduğunu anlamayanlar, eskinin deli hükümdarları, kadim yerleri bekleyen uykusuzlar, iyiler, kötüler. Hepsi, hüküm infaz edildiğinde buradan ayrılanlarla tüm yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan kavimlerden daha kalabalık o Ulus’a katılıyor ve Koro’da o şarkıya eşlik ediyorlar. Koro’da önceden çocuğun, gencin, büyüğün ve ihtiyarın sesi birbirine karışmış haldeydi. Varoluşun temelindeki asıl mefhumların birkaç kere değiştiğine tanıklık etmiş olanlar Koro’daki bu dengenin bozulduğuna da tanıklık ettiler. Şimdi orada çocukların sesleri, diğer her şeyi bastırıyor. Ölü çocukların şarkısı uzaklardan Lûdkahdin’e geliyor.
Rüzgârın estiği âlemde bunun nedenini araştırıp soruşturan yedi kırlangıç yedi yöne uçuyor. Üstünde kanatların çırpılmadığı sekizince yöne ise Lûdkahdin adında bir avare ilk adımını basıyor. Yarın yeni bir şapkası olacak.
“Her şey, Lûdkahdin’in o sesi duyabilmesi için susmuş, susmakla da kalmamış, yok olmuştu.” gerçekten çok beğendim, keşke devamı da olsa…
Teşekkür ederim, Lûdkahdin kafama yine uğrarsa devamının geleceğine inanıyorum.
Merhabalar. Karanlık bir öyküydü ve bu tadı severim. Üslubunuz ve diliniz güzeldi. Seçkiye hoş geldiniz, katılmaya devam etmeniz ümidiyle.
Teşekkür ederim. Katılmaya devam edeceğim.
Merhaba,
Osman’a katılıyorum üslup ve dil ile ilgili olarak. Ve tabii ki, şeçkiye hoş geldin. Ancak – belki benim kıtlığımdır 🙂 – öykünün anlatmak istediği şeyi ve finali pek anlayamadım.
Görüşmek üzere diyelim… 🙂
Merhaba, son iki paragrafa kadar öykü çok güzeldi. Sonrasında Cem bey gibi finali bende anlayamadım. Sonraki seçkilerde görüşmek dileğiyle