Öykü

Uz Ada Şeytanları

Balıkçı Zabo iki oğluyla gecenin son saatlerinde denize açılmışlardı. Karısı hava çok soğuk gitme dese de başkalarının evinden burnunu bile çıkartamadığı bu havalarda tutabildikleri her balığın iyi para getireceğini biliyordu. Balıkların kışın soğuğunda derinlere indiklerini bildiği için yanlarına ağları almamışlar oltalarıyla açılmışlardı. Derinlerde Soğuk suda kıpırdamadan bekleyen hayvanların önlerine inecek hazır yeme hayır demeyeceklerini düşünüyordu baba Zabo. Bereketli Büyüksu kendisine erken saatlerde iyi bir avlar verirse bunu sahildeki restoranlara satardı. Hatta yakaladıkları balıkların en seçkinlerinden bir sepet hazırlayıp o kutlu gün için hazırlık yapan sarayın mutfağına bile armağan edebilirlerdi. Bu jestin iyi bir bahşiş getireceğini de unutmuyordu Balıkçı Zabo.

Kalın misinalarını attılar ve sakince beklemeye başladılar. Önde oturan küçük oğlu bir kefal yakaladı. Hiç yoktan iyidir diye düşündü kaptan. Ardından yaşça daha büyük olan bir levrek yakaladı ama öncekinden daha ufaktı sanki. Kendisiyse her seferinde boş çekiyordu oltasını. Daha iri ve tabii ki daha pahalı avlara ihtiyaçları vardı. Yoksa herkesin evinde ve sıcak yatağında olduğu bu saatlerde neden ayazda denize açılacaklardı. O sabah iyi bir yer seçmemişlerdi sanki. Reis baba küreklere geçti ve yarım mil kadar daha açıldılar. Değdi de. Önce kocaman bir lüfer geldi oltasına ardından bir tane daha. Havaya girdiğinden neşeli bir türkü tutturdu. Bir ara sustuğunda uzaklardan gelen sesi duydular. Biri yardım istiyordu. Kısa bir aranmadan sonra kazazedeye ulaşmışlardı. Şaşkınlıkta ne yapacaklarını bilemeyecek durumdaydı baba ve iki oğlu. Titreyen yarı çıplak sarışın bir kızdı sandallarına aldıkları.

Kıyıya dönmek zorunda kaldılar. Baba, havanın aydınlanmaya başladığı saatlerde sahil güvenlik karakoluna gitmişti yanında kazazedesiyle. Durumu anlattı. Komutan Mahat yanlarında getirdikleri kıza bakmıştı. Kız farklı bir lehçede de olsa kendi dillerini konuşuyordu. Kısa bir sorgulamadan sonra kıza inanmış ve güvenmişlerdi. Yirmi yaşında ya var ya yoktu. Güzeldi, alımlıydı ve kibardı. İyi eğitim aldığı her halinden belliydi. Uzak devletlerden birinde doğduğunu ve köyüne yapılan bir baskında esir olduğunu söyledi. Uzun yıllar bir bey konağında çalıştığını ve hanımının kendisini sevdiğini, eğittiğini de anlattı. Ve efendileri iflas ettiğinde kuzeydeki zorbalardan birine satmak zorunda kalmışlardı. Yeni sahibine varmak için uzun bir deniz yolculuğuna çıkmışlarken “Ben de adil ve zengin bir ülke olan Alta civarından geçtiğimiz söylenince gece Soka Kenti’nin ışıklarını uzaktan görünce her şeyi göze alıp denize atladım. Sabaha kadar yüzdüm hayal gibi ışıkları kendime rehber ederek. Bu iyi yürekli balıkçılarda beni bulunca muradıma eriştiğim için Yüce Tanrıça’ya adaklar adadım. O kadar güzel ve o kadar masumdu ki sözlerine herkes inanmıştı. Öğle olmadan haber saraya kadar varmış, Kraliçe kızın saraya getirilmesini istemişti.

“Danışman, bu yabancı dilber için ne düşünüyorsun.”

“Sizin de gördüğünüz gibi Kraliçem, Tanrının yaratırken emek verdiği güzel bir kul. İyi eğitim aldığı her halinden belli olan birine benziyor efendim. Sarayınızda kendisinden bir hayli yararlanabileceğinizi düşünüyorum. Belki de bir gece özel konuğunuz bile olabilir.

“Kim olduğunu ve nereden geldiğini bilmediğimiz birine ne kadar güvenebiliriz”

“Tabii ki ilk başlarda ufak tefek işleri yaptıracağız. Zamanla ve kendisini tanıdıkça görevde yükseleceğini düşünüyorum. Üstelik sorduğum birkaç soruya makul cevaplar aldığımdan bu sürecin çok uzamayacağını düşünüyorum.” Danışmanın dediği de olmuştu. Kızın güzelliği ve özellikle tavırlarıyla kısa zamanda sarayın gönlünü fethetmişti.

 

Sık rastlanan bir durum değildi bir dilencilerin veya dilenci kılığında olanların içeri girmesi ve diğer masalarda oturan beylerle yemek yemesi. İşte böyle bir havada Masasında sessizce servis sırasının kendisine gelmesini bekleyen adam orta yaşı geçkindi ama yaşlı sayılmazdı. Üzerinde kalın bir yün kazak vardı. Ceketini ve içeri kolayca girmesini sağlayan din adamlarına özgü kaşkolunu hemen yanındaki iskemlenin üzerine atmıştı. Kah kocaman salonu buz rengi gözleriyle tarıyor kah başını öne eğiyor düşünüyor ve sessizce bekliyordu.

Lokantanın ortasında kocaman bir ocak yanıyordu. Siyah geniş bacası, ateşe yakın olsa bile isi ve dumanı çekmeye yetmiyordu. Kocaman kütüklerin yanmasıyla oluşan diri alevler zaman zaman is ve dumanın ardında kalabiliyordu. Bu olumsuzluklara rağmen tavernanın müşterileri ateşe yakın oturmaya gayret ediyorlardı. Bunda dışarıda esen sert rüzgarın ve dondurucu soğuğun etkisi büyüktü. Yinede eski ama temiz kıyafetleri içindeki dilenci kılıklı adam kapının ve ocağın uzak köşesindeki loş masada sırtını içerideki müşterilere dönerek oturmayı tercih etmişti.

Uzun ve sabırlı bir bekleyişten sonra adamın siparişini en genç ve acemi garson götürmüştü. Bir elinde küçük bir testi şarabı diğer elinde sepette taşıdığı ekmeği masaya bıraktı. Sonra güzel kokan koca bir tabak yemek önüne kondu. Adam, uzamış kirli sakallarını eliyle sıvazlıyor önüne getirilen yemeğini yemiyor bekliyordu. Her kapı açıldığında başı hafifçe dönüyor gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Nereden geldiğini anlamadığı bir gölge sessizce masasına yaklaştı ve teklifsizce adamın karşısındaki boş sandalyeye oturdu. Yaşlı adam ne olduğunu anlamamıştı. Bu davetsiz misafirin kim olduğunu görmek için başını kaldırdığında derin çizgileri olan bir yüzü ve ince dudaklarıyla gülümsemeye çalışan bir kadın gördü. Kır saçlarını soğuktan koruması için kalın yün bir örtüyle örtmüştü. “Rahatsız etmiyorum umarım” Pejmürde bir haldeydi hatta düpedüz dilenciydi.

“Tanışıyor muyuz?”

“Ben sizi tanıyorum ama siz beni tanımazsınız. Amacım sizin gibi kutsal bir ruhu rahatsız etmek değil. Sadece yaklaşan bir tehlike için uyarmak istedim.” Bir an durdu ve adamın önünde duran testiyi kafasına dikti. “Önce kölesi uzaklardan geldi. Efendisi de çok yaklaştı. Kralımıza bir suikast yapacaklar ve içeriden birileri bu durumu fırsat bilip tahtı ele geçirecek.”

“Deli kadın gene mi sen” Genç garson kadının koluna yapıştı. Zaten ufak tefek biri olduğu için oturduğu yerinden kaldırması zor olmadı. Kadın uzaklaşırken masadaki adama hala aynı cümleyi tekrarlıyordu. “Bunu ancak siz durdurabilirsiniz… Bunu ancak siz…” Elleri deri yeleğinin cebinde şişman bir adam masaya yaklaştı ve

“Bu durum için çok özür dilerim. Bu Kazeba, mahallemizin zararsız delisidir. Nerede yaşadığını kimseler bilmez. Zaman zaman ortaya çıkar ve kafa karıştırır iştah kaçırır.” Yüzündeki yapay gülümsemeyle “Umarım siz soylu efendinin iştahı kaçmamıştır” Adamın önündeki yemeğe baktı az önce kadının içtiği testiyi aldı ve garsona seslenerek “Oğlum, masadaki yemekleri al, sıcaklarını getir” Müşteri “gerek yok falan” dedi ama patron çoktan uzaklaşmış salonun baş köşesi diyebileceğimiz masasına geçti.

Yaşlı adam olanlara bir anlam verememişti. Yaşadığı köyden uzun süredir çıkmamıştı. Hatta neredeyse unutulmuştu. O sabah kırkıncı yıl kutlamaları için genç arkadaşıyla kenti dolaşmaya için gelmişlerdi. Ne de olsa büyük gündü. Kralı kırk yıl önce tahta çıkmıştı. Öğle saatlerinde ayrılmışlar akşam Uçan Balık hanında buluşmak için sözleşmişlerdi. Ve hala ortalıkta görünmüyordu. “Gönül meselesi” olmalı dedi kendi kendine. Yeni gelen ve üzerinde dumanı tüten yemeğine kaşığını daldırdı.

 

Elindeki son lokmayı ağzına atmıştı ki masanın önünde bir başka gölge daha belirdi. Kafasını kaldırdığında “Şaman sen misin?” sorusuyla karşılaştı. Belinde kısa bir kılıç üzerinde zırhıyla bir asker dikiliyordu masanın önünde. Diğer ikisi kapının girişindeydi.

“Kim soruyor” dedi soruya soruyla karşılık vererek. “Resmi değilse bile dostlarım bana Şaman derler.”

“Eğer Efendimin aradığı Şamansan bizimle geleceksin” Adamın oralı bile olmayan halini görünce de zorlama olduğu her halinden belli kibarlıkla “Lütfen” dedi. Yaşlı adam küçük testiyi kafasına dikti ve masanın üzerine bir altın lira bıraktı. Bu paranın ödemesi gereken hesabın üzerinde olduğunu biliyordu.

Soğuk havanın küçük böcekler gibi her yanlarını ısırdığı açık havaya çıktıklarında kendisini bekleyen iki güzel atın çektiği arabayı görünce şaşırmamıştı. Yanındaki asker iter gibi adamı içeri soktu. İçeri girince kendisini bekleyen kişiyi gördü. Bu kendinden oldukça gençti. Üzerinde sade bir kıyafet vardı. Gömleğinin üzerine sırmalarla işlenmiş kraliyet armasını görünce iyice emin olmuştu. Bu gencin daha önce hiç tanışmasa da kendisini arabaya çağıranın kralın en büyük oğlu olduğunu biliyordu.

“Böyle bir karşılaşma için sizden özür dilerim” dedi genç adam. Elini uzattı ve Şaman adamın yardımıyla arabanın koltuğuna oturdu. “Kim olduğunuzu tam olarak bilmiyorum ama kadim kitaplarda adı geçen kişi olduğunuzu düşünüyorum. Bu hemen yanında oturan biraz daha büyükçe kişinin sözleriydi.”

“Lordum yanılıyor. Sözlerimi bağışlasın ama beni birisine benzetmiş olmalı” dedi başını öne eğerek. Şaman biliyordu ki böyle kişilerin yüzüne doğrudan bakmak olmazdı. “Ben basit bir seyyahım. Çınar ağacının hafif tohumları gibi rüzgarın estiği yöne doğru sürüklenirim. Bir zaman orada kaldıktan sonra başka bir yere, başka bir yurda giderim.” Prensin kafası karışmıştı. Kendisine gelen bilgilere bakılırsa bir zamandır ülkelerinde yaşayan bu yabancı sıradan biri miydi? “Her ne ise size anlatacaklarım var” İçeride tavandan sarkan çıngırağı yavaşça çekti. İnce bir zil sesiyle araba kıpırdadı ve hareket etmeye başladı.

 

Soka Kenti, soğuk kış gecelerinden birini daha yaşıyordu. Bütün kapılar sımsıkı kapalıydı. Evlerin bacalarından çıkan dumanlar havanın sisine karışıyordu. Koca sahilde yalnızca bir gölge vardı. Genç bir adam esen sert rüzgara aldırmadan sahilde yürüyordu. Kıyıdan uzak olmasına rağmen dalgaların savurduğu damlacıkları yüzünde hissediyordu. Yaşlı arkadaşının sabah ayrılırken “buluşalım” diyerek tarif ettiği yeri iyi biliyordu. Geniş bir yay çizen sahilde sıralanan hanların ve tavernaların en doğudaki ucundaydı Uçan Balık Hanı. Birkaç dakika sonra yıpranmış tabelasında hayal meyal kanatlı bir balığın olduğu kapının önünde duruyordu. Ağır kapıyı hafifçe araladı, içeriden gelen sıcaklığı hissetti bir zaman eşiğin üzerinde.

İçeri adımını atar atmaz yoğun bir duman ve ağır bir koku üzerine hücum etti. Zaman zaman ters esen rüzgar ocaktaki dumanı ve kısmen külü geri veriyordu. O zaman ağır küfürler, öksürükler duyuluyordu. Ortamın biraz olsun rahatlaması için pencereler açıldığında da yine küfürler duyuluyor bu defa soğuktan şikayet ediliyordu. Kendisini masa göstermek için kapıda bekleyen garsona yaşlı arkadaşını sorduğunda “Biri beni sorarsa beklesin” mesajını iletti. İçeri girdi ve bol baharatlı yahniden ısmarladı.

Ne kadar süre geçtiğini anımsamıyordu ama gecenin ilerlediğini koca salonun seyrelmesinden ve artık odun atılmayan ocağın ve ortamın soğumasından anlıyordu. İçtiği küçük bir testi şarabın etkisiyle kafasında dumanlı fikirler dolaşıyordu. “Bir kadına gitmiş olabileceği aklına geldi ama şamanın bir kadınla görüştüğünü hiç anımsamıyordu. Birkaç dakika sonrasında hesabı ödedi ve dışarı çıkmak için kapıya yaklaştı. Daha az bir açıklıkta bile içeri soğuk hava doldu. Ayılmıştı ve bu iklimde sık rastlanmayan bir hava olduğu her halinden belliydi. Kendisine masa gösteren garson yanına yaklaşarak “Gideceğiniz yere varamadan sahilde donarsınız. Yukarıda boş ve fiyatı uygun odalarımız var” dediğinde fazla düşünmesine gerek olmadığını anlamıştı.

Uyandığında kaldığı odanın dar penceresinden güneş ışığı vuruyordu. Akşam çok içmiş olmalıydı. Yerinden doğruldu ve tuvalete gitti. Akşamdan kalanların batırdığı tuvalet kullanılmayacak durumdaydı ama kendisini sıkıştıran mesanesini boşaltması gerekiyordu ve kusma isteğini bastırarak rahatladı. Salona geçtiğinde bir iki çocuk ortalığı temizlemeye çalışıyordu. Oda parasını peşin aldıkları için guruldayan midesiyle dışarıya çıktı.

Denizin dünkü hırçın halinden eser yoktu. Yine de soğuk tüm damarlarını açmıştı. Birkaç dakika sonrasında başkentin merkezine doğru tempolu bir şekilde yürümeye başlamıştı bile. Burnuna gelen taze ekmek kokusu açlığını hissettirdiğinde ara sokaktaki fırının önüne vardı. Fırıncı istediği ekmeği uzatırken kendisine verilen bakır kuruşları almadı.

“Eğer siz Bay Hiçkimse iseniz hesabınız ödendi” dediğinde delikanlı şaşırdı. Geldiği köy buraya bir hayli uzaktı ve kendisini burada tanıyan birilerinin olması gururunu okşamıştı. Yaşadığı birkaç macerayı Kraliyet duvarında ilan edilmişti ama bu o kadar uzun zaman önceydi ki bunu anımsayanların olabileceği aklının ucundan bile geçmişti. Ekmeği eline alıp uzaklaşmaya başladığında fırıncı hafifçe öksürdü. Dönüp baktığında “Size bu ekmeği ikram eden yaşlı adam sizi Karataş tepesinde bekliyor” dedi. Bu yaşlı adam olsa olsa Şaman olabilirdi. Ekmeğini ısırırken adımlarını da hızlandırmıştı.

Yine o sabah Soka kentinin güçlü duvarlarının ardında mütevazi sarayında adına kutlamalar yapılacak kral uyanmıştı. Ketah, büyük salona geldiğinde karısı yanına yaklaştı. “Gergin görünüyorsunuz kralım” dedi.

“Nasıl gergin olmayayım ki. Bir insan sadece görevini yapıyor diye ödüllendirilmez. O onun görevidir ve yapmak zorundadır. Haksız mıyım?” Kraliçenin hafifçe kırışmaya başlamış dudakları gülümsedi

“Evet, ama sen fazlasını yaptın. Gece demeden gündüz demeden koştum hepsinin yardımına. Doğal olarak da halkınız size müteşekkir olduğunu göstermek istiyor. Bunu onlardan mahrum edemezsiniz.” Hiç istemese de bu törenlerin olacağını biliyordu. Sesini çıkarmadı. Konuyu değiştirmek için veya hayat arkadaşının ilgisini çekmek için

“Biliyor musun yeni gelen kızımız iyi bir masözmüş. Akşam her şey bittikten sonra yeni gelen kız sana iyi bir masaj yapar ve ardından iyi bir uyku çekince kendine gelirsin hatta yeniden doğmuş gibi bile olursun.” Kral birkaç gün önce hayatlarına giren bu genç kızın durumunu bir kere daha düşündü. Karısına onay verircesine başını sallamakla yetindi.

 

Karataş tepesi tüm başkenti yukarıdan izleyen bir yerdi. Dar ve dik patikadan çıkılabiliyordu. Tırmandığı yol neredeyse bir saat sürdü ve tepedeki düzlüğe vardığında nefes nefeseydi. Önce derin derin soluklandı. Biraz kendine gelince çevresine şöyle bir baktı. Kendisinden başka bir canlı yoktu koca yerde. Öyle ya bu havada kimin burada bir işi olabilirdi ki. Birkaç ulu çam rüzgarda uğulduyordu. Biraz ileride gördüğü düz bir kayanın üzerine oturdu ve çevreyi izlemeye başladı.

Burada, bütün körfez görülebiliyordu sağında duvarlarıyla yükselen kent ufacık ve derindeymiş gibi görünüyordu. Tam karşısında bulutların etkisiyle laciverde dönüşmüş Büyüksu bütün ufku kaplıyordu. Bu öyle büyük bir su kütlesiydi ki adını tüm varlığıyla hak ediyordu. Solunda geniş bir yay çizen körfez ufka kadar uzanıyor her an taşacakmış gibi duran suları zorlukla zapt ediyordu. Ama derin duygulara dalan genç adamda uyandırdığı his ise ıssızlık ve yalnızlıktı. Bu öyle bir yalnızlıktı ki kafasının içerisindeki kocaman boşluk bir türlü dolmuyordu. Geriden bir öksürük sesi duyduğunda irkildi ve elini belindeki kılıcına attı. O an tüm körfezde kafasındaki boşlukta dolmuştu. Uyandığından beri hep çevresinde olan ve bildiği bütün her şeyi öğreten kısa saçlı adam karşısındaydı. İçi rahatladı. Sanki aylardır görüşmemişler gibi adama sarıldı.

“Bu havada burada ne işimiz var” dedi. Yaşlı adam eliyle uzakları gösterdi. İşte o zaman Mavi suların gri bulutlarla birleştiği yerlerde bir küçük nokta fark etti. Cebinde sarı madenden yapılmış bir boru çıkardı ve adama Hiçkimse’ye uzattı. Genç adam boru ile ne yapacağını bilemedi. Adam iç içe geçen ve birer yüzünde camlar olan boruyu gözüne tuttu ve bir gözünü elinle kapattı. Birden irkildi. Camı uzaklaştırdı ve baktığı noktayı bulmaya çalıştı. Hiçbir şey görünmüyordu sonsuz mavilikler dışında. Bir kere daha gözüne yaklaştırınca havada uçan martılar elini uzatsa yakalayacakmış kadar yakın görünüyordu. Bir daha çıplak gözle baktı kuşlar yüzlerce metre uzaklıktaydı.

“Oyunun bittiyse konuya dönelim.” Bir daha pirinç borudan bakınca gördüğü noktanın büyük bir yelkenli olduğunu anladı. “Dün gece beni arabasına alan sarayın danışmanlarından biri bu teknenin geleceğini söyledi.” Şaman geriye tepenin hafif bir eğimle son bulduğu diğer ucuna doğru yürümeye başladı. Onu beklerken yaşadıklarını anlattı. Hiçkimse konuşmasa da kendine sahip çıkan ve bildiği her şeyi öğreten adamı dinleyen genç adam ardındaydı. Küçük bir ağacın dibinde duran siyah bir nesneye yürüdüler. Orada iri bir köpek boyutunda bir leş vardı.

“Ayaklarının dibinde yatan bir kara leşten bu kadar korkacağını bilmezdim. Seni endişelendiren asıl sebep nedir?

“Fark etmedin mi hepsi üst üste geliyor”

“Nedir üst üste gelen, ustamın bakışlarına ciddi korkular yerleştiren”

“Kız olayını duymuşsundur. Önce denizden güzel bir kız çıkıyor Ardından….” Bir gece öncesinden beri yaşananları anlatıyor. Ama birine anlatmaktan ziyade sesli düşünüyor gibiydi. Uzun bir konuşmadan sonra “Tahminimde yanılmıyorsam ve olanları doğru okuyorsam büyük bir tehlike içerisindeyiz. Hiçkimse ilgisini ayaklarının dibinde yatan varlığa çevirdi.

“Bu nedir bir tür cüce kurt mu? Adam olumsuzca başını salladı. “Bu bir şeytan ve buralara ait değil. Uzak çok uzak bir adadan gelmiş olmalı ama hızlı bir tekneyle bile haftalarca sürecek bir yolculukla ancak varabilirsiniz Uzada’ya. İkisinin de bakışları yerde bir yığın gibi duran kütleye kaydı. Genç adam yarı merak yarı can sıkıntısı bir tekme attı. İşte o zaman yerde sessizce gibi duran yığın bir anda canlandı ve kendini geriye zor attı Hiçkimse. Refleksle elini attığı kılıcını çekti ve ayakları üzerinde doğrulmaya çalışan hayvanın böğrüne sapladı. Az önce canlanan beden tekrar yere yığıldı. Şaman gencin elinden kılıcı aldı ve ani bir darbeyle yaratığın kafasını kopardı. İşte o zaman başsız kalan beden çırpındı kısa bacaklarının üzerinde yerden doğrulmaya çalıştı birkaç saniye süren nafile çabadan sonra tamamen hareketsiz kaldı. Şaman, eğildi ve ders verir gibi anlatmaya başladı

“Yıllar önce bu şeytanları tanıdım. Büyük bir adada –Belki Alta Krallığından daha büyük bir adada- kendi hallerinde yaşıyorlardı. Üstelik bu kadar vahşi de değillerdi. Bir gün kötülük yerleşti adaya ve bu hayvanları canavarlaştırdı. Böyle ufak tefek olduklarına bakma, güçlü yaratıklardır. Kısa kalın bacakları onlara hem güç hem de dayanıklılık sağlıyor. Yaratılıştan gelen kalın bir kürkü var. Birkaç adım ileri gidip kopan kafanın yanına vardı. Hala kan sızan çeneyi güçlükle araladı. “Müthiş dişleri görüyorsun, her biri küçük keskin birer bıçak. Dişlerin sıralandığı çeneleri çok güçlü, kavradığı nesneyi koparmadan bırakmazlar.”

“Usta, eğer bu canavarların yaşadığı ada bu kadar uzaksa bu yaratık nasıl geldi buralara.”

“İşte ben tam da bunu düşünüyordum. Denizden çıkan kız ve bu hayvan aynı kaynaktan aynı tekneden inmiş olmalı. Muhtemelen de bu canavarların sahibi o kızın peşinden geldi veya gelecek. Yani eğer gerekli önlemleri almazsak ne kral kalacak ne de krallık. Muhtemelen bütün buralar uzaklardan gelen bir zorbanın eline geçecek.”

“Sonuç olarak çare ne, bu beladan nasıl kurtulacağız… “

“İşte bu hiç kolay olmayacak. Üstelik fazla zamanımızın olmadığını da düşünüyorum. Başını çevirdi ufukta ancak sarı maden boruyla görebildikleri tekne iyice yaklaşmıştı. Şaman birkaç saniye düşündükten sonra

“Sen limana in ve gelen yelkenlinin tahmin ettiğim yolcuları taşıyıp taşımadığını öğren. Özellikle yükü neymiş anlamaya çalış. Ardından saraya git ve komutanla konuş. Düşündüklerimizi anlat. Umarım seni ciddiye alırlar.”

“Peki, sen nereye gidiyorsun”

“Kentteki demircilerle görüşeceğim. Neler yapabileceğimize bir bakalım.”

 

Hiçkimse zorlukla çıktığı yokuştan inip kente vardığında gün yavaş yavaş sona eriyordu. Yabancı yelkenli limana iyice yanaşmıştı. Limandan çıkan gümrük sandalı yabancı tekneye yanaşmıştı. Gümrük görevlileri tekneye çıktıklarında hiçbir olağanüstülük fark etmemişlerdi. Tayfalar zengin birine hizmet ettiğini belirtecek şekilde temiz ve aynı tip kıyafetler giymişlerdi. Onlar güverteye çıktıklarında içeriden uzun boylu bir adam çıktı. “Ben Uz Ada Lordu Rangi, karaya çıkmak ve kentinizi gezmek için izin istiyorum” dedi. Tok bir sesi vardı ve tane tane konuşuyordu. “Yükünüz nedir Lordum” sandalla gelen üç tayfanın komutanıydı soruyu soran.

“Hem gezmek hem de ticari bağlantılar yapmak için dolaşıyorum. Belki sizlerde zenginliklerinizi bizlerle paylaşmak istersiniz.” Komutanın yanındaki denizcilerden biri söze girdi.

“Zamanlamanız çok iyi bu gece bir balo var” dedi ama komutanının sert bakışlarıyla karşılaşınca yutkunmak zorunda kaldı.

“Saygıdeğer kralımızın tahta çıkışının kırkıncı yılı efendim. Bu yüzden kendilerinin onuruna bir balo düzenlendi. ” Rangi’nin gözlerinin içi parıldadı. “Böyle bir baloda bulunmak benim gibi bir yabancı için tarif edilemez bir şereftir” dedi. Sözlerinin yerine ulaşacağını biliyordu. Haklıda çıktı. Başdanışman kendisini gece yapılacak baloya davet etmişti.

 

Teşrifatçı adını duyurduğunda Rangi ismi kulaktan kulağa bütün salonu dolaşmıştı. Tam bir beyefendiydi o sabah kıyıya yanaşan teknenin sahibi. Uzun boyu ve uzun siyah elbisesiyle salonda hemen fark edilecek bir yapıdaydı. Sert adımlarla salonu geçti ve tahtında oturan krala ve kraliçeye yaklaştı.

“Ben, Rangi, Uzada’nın Efendisi, emrinizdeyim.” Nazik bir tavırla kraliçenin elini öptü. “Ülkem buralardan çok uzaklarda Güney batıda bir ada.”Bir dünya turuna çıkmıştım. Yolum Büyüksu’nun kuzeyine düştü. Sahilinizden geçerken bir şeyler beni çağırıyordu sanki. Yaklaşınca da kutlamalarınızı gördüm. Davetinizden de onur duyduğumu söylemeliyim.” Bir yandan konuşurken diğer yandan elini işlemeli siyah elbisesinin cebine attı. Kralının hemen yanında duran genç subay dikkatini vermişti olacaklara. Ama korktuğuna değmediğini anladı keseyi ve içindeki armağanı gördüğünde.

Hafif bir reveransla işlemeli kadife keseyi uzattı. Nezaketen keseyi alan yaşlı kral büzgü ipini açınca alev kırmızısı bir taş göründü. “Bunu alamam” deyince “Kendimi hakarete uğramış kabul ederim” yanıtını aldı. Ketah’ın bakışları her sıkıştığında kendisine en doğru kararı vermesine yardım eden eşine kaydı. Kadın kibar bir gülümsemeyle başını hafifçe eğdi. Gecede konuklara hizmet eden subaylardan biri kendisine bir yer gösterdi. Misafir gece boyu kendisine ayrılan yerde sessizce oturdu. Oturduğu yerde her hareketiyle salondaki hanımların imrenen beylerinde kıskanan bakışlarının odağı olmuştu. Gecenin bitmesine yakın bir zamanda da geldiği gibi ayrıldı balo salonundan.

Derin bir oh çekti kral dairesine çekilince. Uzun bir gün ve daha uzun bir gece sona ermek üzereydi. Bir yandan üzerindekileri çıkarmaya çalışıyor bir yandan da gece ile ilgili sorular soran hanımına cevaplar yetiştirmeye çalışıyordu. Masöz kız parmaklarının üzerinde yürür gibi yaklaştı.

“Uzanın soylu Efendim” dedi. Bembeyaz elleri hazırlanan masaj yatağını gösteriyordu. Kral sessizce itaat etti. Önce ellerini birbirine sürterek ısıttı ve yanında getirdiği yağı sürdü. İnce uzun parmaklarıyla yaşlı adamın boynun ve omuzlarını zarif hareketlerle ovmaya başladı. Bir ara saçlarını topuz yaptığı başını başındaki tokaları yokladı. Kraliçe hemen karşısındaki koltuğa oturmuş dudaklarında hep var olan gülümsemesiyle genç kızı izliyordu.

Karanlıkta hırsız gibi yaklaşan eller Lord Rangi’nin yelkenlisini denize attığı çıpaya bağlayan kalın halatı kesti. Özgürlüğüne kavuşmuş bir köle edasıyla ve akıntının ve kıyıdan açığa doğru esen sert rüzgarın etkisiyle açılmaya, karanlık sulara doğru yol almaya başlamıştı. Küçük beyaz köpükler koca tekneyi bir kuş gibi sırtlamışlar her an biraz daha açığa götürüyordu.

Uz Ada lordu Rangi uzun pelerinini toplayarak ana kapıdan çıktığında kapı önünde sessizce birkaç saniye durdu. Bir dakika sonra uzaktan atlı bir araba gözüktü. Sahibinin zenginliğini yansıtan araba hemen önünde durdu. İçeride üç kişi vardı. Kapıyı aralayan danışman “Buyrun sizi sahile teknenize bırakalım” dedi. Kürkler içinde pos bıyıklı bir adam “Nasıl Efendim kentimizden memnun musunuz?” dedi. Bu Kentin sayılı zenginlerindendi.

“Zengin bir belde ama çok dingin. Daha da zenginleşme ve genişleme potansiyeli var. Sizlerin kasaları daha fazla altınla ve gümüşle dolabilir. Gelgelelim Kralınız çok yaşlı.”Konuk, gitmek üzere olduğunu düşündüğünden olsa gerek eleştirilerini açık açık yapıyordu. “Biraz hareket, biraz kan değişimi lazım sanki.” Bakışları bıyık altından gülen başdanışmana kaydı. Danışman çizgiyi bir adım öteye taşıdı

“Bir gençlik aşısı gerekiyor diyorsunuz” Diğer iki adam kahkaha atmaya başladılar. “Bizde bir değişim olmasını umut ediyoruz.” Lord Rangi, cebinden küçük bir metal boru çıkardı. Üzerinde sadece bir delik olan metali dudaklarına götürdü ve üfledi. Arabadakiler bir ses çıkmasını bekliyorlardı ama hiç ses çıkmadı.

 

Tekne, dingin halinden kurtulup salınmaları artınca bir gariplik olduğunu sezen nöbetçiler güvertede göründü. Huzursuz oldukları belli oluyordu. Ardından bir yerden sessiz bir işaret gelmiş gibi bütün canavarlar hırlaşmaya sesler çıkarmaya başladı. Yelkenlinin halatını kesenler kenti ve limanını tehlikeye atmamak için biraz daha beklemek istiyorlardı. Bu hareketlilik ve vahşi sesler zamanın geldiğini söylüyordu. İşte o zaman karanlıkta bulunan iki sandal, yelkenlinin biraz daha açılmasını bekleyemedi. Önceden hazırlanan alevli oklar tutuşturuldu ve atılmaya başladı. Önce toplanmış yelkenler alev aldı. Daha güvertede bulunan adamlar ne olduğunu anlamamıştı ki ardı ardına düşen oklar alevlerini yaydılar. Şehrin açıklarında alev topu olmuştu. Tekneden havlamaya benzeyen sesler ulumalar duyulmaya başlamıştı. Tayfalar önce yangını söndürmeye çalıştılar. Ama oklar yağmaya ve alevler büyümeye devam ediyordu. Savaşı kazananın yangın olduğunu anladıklarında terk etmek zorunda kalmışlardı teknelerini. Soğuk gecenin soluk yıldızlarının ışığında batan yelkenliden sayısız kara gölgenin suya atladıklarını gördüler. İşin zor kısmı başlamış olmalıydı. İçgüdüleriyle karaya doğru yüzen sayısız gölgeden bazıları kendilerine yöneldiğinde keskin kılıçları çekmenin zamanı gelmişti. Sandalların kenarına uzanan pençeleri keskin kılıç darbeleri karşılıyordu. Sandaldakilere zarar veremeyeceklerini anladıklarında yönlerini diğerleri gibi sahile çevirdiler.

Kraliçe koltuğunda iyice gevşemişti. Kolay değildi, akşam kalabalık ve seçkin davetlilerin olduğu bir yemek düzenlemiş ardından aynı davetlilerin katıldığı müzikli danslı bir balo organize etmişti. Ve her şey saat gibi çalışmış memnun olmayan bir tek konuk olmamıştı. Günün yorgunluğuyla uyudu uyuyacak haldeydi. Biraz ilerisinde masöz kız kralın kaslarını gevşetmeye çalışıyordu. Elleri yavaşça başına saçlarını bir arada tutan tokasına gitti. O an uyuklayan kraliçeyi de sihirli parmakların etkisiyle pelte halini almış olan Kral Ketah’ı yerinden sıçratacak bir şey oldu.

Özel dairenin kapısı hızla vuruldu ve cevap beklemeden ardına kadar açıldı. Güvenlik danışmanı ve üç muhafız bir anda içeri girdi. Komutan karşısında bulunan manzarayı görünce belindeki hançeri hızla çekti ve şimşek gibi bir hızla fırlattı. Hançer, başındaki tokayı silah gibi kullanmaya çalışan genç kızın bileğine saplandı. Aldığı onca eğitimin ve talimin eserini görmek hoşuna gitmişti. Kral, neler olduğunu anlamış hızla yerinden fırlamıştı. Kız, kanlı bileğiyle diğer bileğini kavramış yarım kalan işini tamamlamaya çalışıyordu. Eğer başarabilseydi yani başında taşıdığı tokanın ucundaki gizli iğneyi kralın tenine batırabilseydi, iğnenin ucundaki zehir kralın hayatına mal olabilecekti. Havada vınlayan ok kızın göğsünün sol yanına saplandı. Suikast işi başarılamamıştı.

Karanlıkların içinde binaların gölgelerinde gizlenmiş sayısız gölge fırladı. Karanlık sularda sahile doğru hızla yüzen canavarlara doğru uçları beyaz bir metalle kaplanmış oklar yağmaya başladı. Gündüzden Soka’nın ileri gelen demirci ustaları çalışmışlar yüzlerce okun ucuna beyaz metalden temrenler takmışlardı. Atılan her ok yerini bulmuyordu belki ama yaklaşan her gölge hedefe alınıyordu. Bir sonraki okla olmazsa daha sonraki okla vurulmaya çalışılıyordu. Bütün bu çabaya rağmen kıyıya ulaşmayı başaran o kadar çok Uz Ada şeytanı vardı ki.

Ve beklenen an geldi. Gün boyu yağ taşlarında bilenmiş kılıçlar çekildi. Uzun keskin kılıçlarıyla rıhtımda bekleyen askerler yiğitçe saldırıyorlardı sudan çıkan canavarlara. Bazen istenmeyen oluyor sivri dişler askerlerin kollarına veya bacaklarına geçiyordu. O zaman hemen yakınındaki arkadaşı imdadına yetişiyordu. Kılıç sallayan kollar yoruluyordu, yavaşlıyordu ama kendilerine söylendiği gibi kafaları gövdelerden ayırmadan bırakmıyorlardı. Dakikalarca sürdü mücadele. Bazı Uz Ada Şeytanları sokak aralarına dalmayı başarsalar da peşlerinden gidenler okluyorlardı. Bu öyle bir temizlikti ki sabah leşleri toplayanlar yaşanan tehlikenin büyüklüğünü daha iyi anlıyorlardı.

Gelişmelerden haberleri olmayan ve her şeyin istedikleri gibi gittiğine inanan yolcularıyla yol alan araba sahile doğru ilerlerken birden önlerine bir gurup asker çıktı. Arabacı dizginleri çekti İçeriden gelen kahkahalar bir anda sustu. Kapıyı açan bir asker kibarca “Beyler misafirimizsiniz” dediğinde tüm neşeler sönmüştü. Arabada bulunan Baş danışman ileri atıldı.

“Bu küstahlık da nedir. Hangi yetkiyle içinde benim olduğum bir arabayı durdurma cesaretinde bulunuyorsunuz.” Gölgelerin arasından uzun boylu genç biri çıktı.

“Kralımızın bana verdiği yetkiyle konuğumuzsunuz” Askerlerin arasında gördüğü uzun boylu genci tanıyınca afallamıştı.

“Hangi gerekçeyle sayın prensim” dediğinde

“Bunu siz daha iyi biliyorsunuz ve bu durumu Yüce Krala açıklarsınız.” İşte tam o anda acı dolu bir haykırış duyuldu. Ardından arabanın sürücüsü kanlar içerisinde yere yuvarlandı. Şaklayan bir kırbaç sesiyle araba yıldırım hızıyla harekete geçti. Askerler arkasından oklar atsa da birkaç saniye içerisinde Lord Rangi karanlığa karışmıştı. O gece ve ertesi günlerde tüm aramalara karşı Lord Rangi den bir iz bulunamadı. Tabii baş danışmanın ve ona yardım eden kişilerin tutuklandıklarını söylemeye gerek yok….

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.