Öykü

Yarasa

Bu bir düş mü?
Hayır, asıl bunun eksikliği bir düş,
Ve bunun ötesinde yaşamın bilgisi, zenginliği bir düş,
Ve bütün dünya bir düş.
-Walt Whitman-

Sırtında yaralı bir yarasayla çölde yürüyordu. Soğuk rüzgârın savurduğu kum taneleri görmesini zorlaştırıyorsa da göğe asılı devasa bir gümüş tepsi gibi görünen ay, zifiri karanlıkta kalmasını engelliyor ve ışıklarını kum tanelerinden yansıtarak kar fırtınası izlenimi yaratıyordu. Birkaç saat önce bu ıssızlıkta karşısına çıkan o harabede, çok düşük ihtimal de olsa bir insan bulmak umuduyla etrafı dolaşmış ancak tek bulduğu, yaralı bir yarasa olmuştu.

Harabede yürürken zemin birden çökmüş ve gizli gibi duran bir mağaraya düşmüştü. Ayağa kalktığında yerde yatan yarasayı, düştüğü yarıktan sızan ay ışığı sayesinde görmüştü. Önce onu ölü sanmıştı ama eğilip dokunduğunda ve dikkatli baktığında cılızca hareket edip gözlerini araladığını ve gövdesindeki yaraları görünce öyle olmadığını anlamıştı. Belki de düşerken yarasaya zarar vermişti. Yarasanın biraz ilerisinde, lambasının camı çatlamış ve kendisi de kırılmış bir baret buldu. Buraya daha önce birileri gelmiş olmalıydı. Hayvanı yanına alıp, montunun belini sıkan ipi çekip çıkartarak onu sırtındaki çantaya bağlayıp sabitlemiş ve duvardaki çıkıntıları kullanarak, başının hizasından en fazla 1 metre yukarıda bulunan düştüğü yarıktan geri çıkarak yoluna devam etmişti.

Bu çöle nasıl geldiğini, gelmeden önce ne yaptığını, adının ne olduğunu ve neden burada olduğunu bilmiyordu. Tek bildiği, bu sabah yakıcı bir güneşin altında kumların üzerinde uyandığı, etrafında göz alabildiğince uzanan çölden ve yanında duran bir sırt çantasından başka hiçbir şey olmadığıydı. Kâbuslar görmüştü ama ne gördüğünü hatırlamıyordu. Buradan kurtulma umuduyla yalnızca tek bir yöne doğru yürüyor, yürüyordu.  Önce sıcak güneşin altında üzerindekileri çıkararak yürümüş ama gece olduğunda kemiklerine işleyen soğuk ve rüzgârla birlikte tekrar giyinmişti. Neyse ki çantada bir şişe su ve mont vardı. Yoksa gündüzün kavurucu sıcağına ve gecenin ayazına dayanamazdı. Suyu bitirmiş ve yeniden susamıştı, ayrıca yiyecek hiçbir şey bulamadığı için acıkmış ve yorulmuştu. Yine de yapabileceği tek şey yönünü değiştirmeden yürümekti.

Üstündeki tulum, çantadaki mont ve ayağındaki çizmelere bakılırsa bir inşaat ya da maden işçisi gibi duruyordu; ya da ona benzer bir şey ama hatırlayamıyordu. Hafızasını kaybetmiş olmalıydı. Mağaradaki bareti de taksa kıyafetiyle gerçekten çok uyumlu olurdu.

Saatler ilerledikçe gücü azalıyor ve yürümek zorlaşıyordu. Çantası gitgide ağırlaşıyordu sanki. Üzerinde mont olmasına rağmen soğuk öylesine keskindi ki vücudu uyuşmuştu; hareket etmezse donup ölebileceğini düşündü. Gün ağarmadan uyumamalıydı.  Rüzgâra karşı yürümek zorunda kalması da cabasıydı; yönünü değiştirmemeliydi. Ağzına ve gözüne kum kaçmaması için başını eğerek ve yarım gözle ileriye bakarak yürüyordu. Bu düşünceler içinde yoluna devam ederken uzaklarda belli belirsiz bir şey gözüne çarptı. Arazi görece düz olduğundan yolunun ilerisinde gördüğü bu şeyin uzakta bir tepe ya da bir bina olabileceğini düşündü ancak rüzgârın savurduğu kumlar görüşünü epey engelliyordu. Adımlarını hızlandırdı. Biraz daha yaklaştıkça gördüğünün bir bina olduğunu anladı, zira ayın ışıkları ve kum taneleri zorlaştırsa da bir ışık gördüğünü anlamıştı. Gittikçe yaklaşıyordu ama bir yandan da gücü azaldıkça azalıyor, adım atması zorlaşıyordu. Sırtında bir çanta değil de bir çuval taş taşıyordu sanki şu an.

“Şu yarasayı da neden aldım ki?” diye düşündü.

Yaralı olmasına dayanamamıştı galiba ama tedavi mi edebilecek ya da ettirebilecekti sanki.

“Belki de karşıma çıkan tek canlı – ya da yarı canlı demeliyim – olduğu için, kendimi yapayalnız hissetmemek için almışımdır” diye geçirdi içinden.

“Dayan dostum, karşımızda bir hayat belirtisi var. Sıcak yemek ve su da vardır belki ne dersin?”

Belki bir saat sonra, sonradan bir kulübe olduğunu anladığı yapıya gelmek üzereyken artık yürüyecek gücü kalmamış, gözleri kararmış ve yere yığılmıştı. Belki sesi duyulur umuduyla “Yardım edin!” diye bağırmaya çalışmış ama sesi çok az çıkmıştı. Yüzüstü kumda yatarken belli belirsiz ileriye doğru sürüklendiğini duyumsadı.

“Binadan birileri geldi ve beni taşıyorlar” diye sevindi içten içe. Ta ki kafası binanın kapısına vurana kadar…

Binadan beyaz kıyafetler içinde bir adam çıktı. Giyinişine bakılırsa doktor olmalıydı. Durumuna bakmak için adama doğru yaklaştı.

“Ne oldu size?” diye sordu.

Adam zorla konuşarak “Ben iyiyim. Yaralı bir yarasa var sırtımda ona bakın” dedi.

“Yarasa mı? Bu devasa hayvan da ne böyle?” diye sordu doktor.

Adam gözlerini zorla aralayıp kafasını çevirdiğinde yarasanın iple birlikte göğe doğru yükselmiş olduğunu gördü. Onu bulduğundaki halinden birkaç kat daha fazla büyümüş, kanatlarını çırparak onlara bakıyordu. Kanat çırpışları arasında adamın gözüne bir çarpıp bir gölgelenen ay ışığı altında korkunç görünüyordu. Kendisini kapıya sürükleyenin de yarasa olduğunu anladı. Kendisini çok halsiz hissediyor, bilinci kapanıyor gibiydi. Ağzına dolan kumları tükürerek zorla, “O…O yaralıydı” dedi.

“Bayım. Yaralı olan sizsiniz. Hatta ölüyorsunuz. Çok kan kaybetmişsiniz. Sırtınızdaki yaraya bakılırsa kanınız boşalmış” dedi doktor. “Bu bir vampir yarasa olmalı”.

Son nefesini vermeden önce adam hayal meyal, yarasanın bir insan formuna dönüşerek yere indiğini ve doktoru tek eliyle boynundan tutup kaldırarak, onun canhıraş çığlıkları arasında bir şarap şişesini açıp kafaya diker gibi dişlerini boynuna geçirip kanını içmeye başladığını gördü. Son düşüncesi, “Bu bir vampir yarasa değil. Bu bir vampir!” oldu.

* * *

Adam, rüyasından uyandı.

Etrafa bakılırsa bir hastanede olmalıydı. Korkunç bir kâbus görmüştü. Hareket etmeye çalışınca sırtında bir acı hissetti. Bir kaza geçirmiş olmalıydı. Burası neresiydi ve buraya nasıl gelmişti bilmiyordu. Odanın kapısı açıldı ve içeri bir doktor girdi. Rüyasında gördüğü doktordu bu.

“Ah! Demek uyandınız” dedi doktor. “Şanslısınız ki esas darbe sırtınıza gelmiş, bir süre canınız acıyacak. Olanları hatırlıyor musunuz?”

“Ben… Ben hiçbir şey hatırlayamıyorum”.

“Hafızanızı kaybetmiş olmalısınız. Başınızı da vurmuşsunuz. Kıyafetlerinize bakılırsa macera arayan bir gezgin ya da bir araştırmacısınız. Sizi bir mağarada bulduk. Yerde baygın yatıyordunuz ve buraya getirdik. Düşmüş olmalısınız”.

“Hatırlamıyorum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Korkunç bir rüya gördüm sadece onu hatırlıyorum”.

“Ah. Acaba bir yarasa araştırmacısı mısınız? Şu küçük hayvanı da yaralı olarak yanınızda bulduk ve onu da buraya getirdik”.

Doktor, odanın diğer tarafındaki küçük bir perdeyi sıyırıp eline yarasayı alarak adama doğru yaklaştı. Gülümseyerek yarasayı okşuyordu. Perdenin sıyrılmasıyla adamın görüş alanına giren pencereden ay ışığı altında cama vuran kum taneleri görülüyordu. Adam bu olanlara dehşet içinde bakarak “Hayır!” diye bağırdı.

“Uzaklaştırın onu. Lütfen! O bir… O bir…”

Cümlesini tamamlayamadan, doktorun elinden kurtulup yükselen yarasa, insan formuna dönüşerek yataktaki adamın üzerine sıçradı. Kanatlar şimdi siyah bir pelerine dönüşmüştü. Akları olmayan, obsidiyen gibi simsiyah gözleri, kireç gibi yüzünde dipsiz kuyular gibi duruyordu. Dudaklarını aralayıp sivri dişlerini ortaya çıkardı. Kafasını eğip adamın kanını içmeye başladı. Doktor olanları dehşetle izliyordu. Arkasını dönüp, binanın dış kapısından kendini fırtınalı çöl gecesine atamadan, vampir onun da üstüne atlayıp yere yığılmasını sağladı. Doktor yerde yatarken vampir üzerine çıkarak ağzını araladı ve ucundan kan damlayan sivri dişlerini doktorun boynuna bastırdı. Soğuk bir batma hissinin ardından, bir kuyudan su çeken bir tulumbanın sesine benzeyen bir emme sesiyle tüm kanı çekilmeye başlandı.

* * *

Doktor, rüyasından uyandı.

Ne kâbustu ama! Bugün muayenehanesinde yoğun bir gün olmuştu ve geceye kalmıştı. Eve gitmek yerine orada sızıvermişti yorgunluktan. Son gelen hastayı hatırladı. Adam bir mağara kâşifiydi ve bir gezisi esnasında düşüp sırtını yaralamış ve başını çarpmıştı. Önemli bir şeyi yoktu. Yanında, çantasına bağlı bir yarasa taşıyordu. Gördüğü ilginç kâbusun zeminini böyle hazırlamıştı belki de bilinçdışı. Dışarda fırtına vardı ve cama toz taneleri vuruyordu. O sırada kapı vuruldu. Gecenin bu saatinde kimdi bu acaba? Gidip kapıyı açtı. Apartman girişi yerine ay ışığı altında kum fırtınalı bir çöl gecesinde kapının önünde yerde, o mağaracı adam yatıyor ve çantasına bağlı ipin ucunda gökyüzünde devasa bir yarasa kanat çırpıyordu. Yarasa bir insan formuna dönüşerek doktorun üzerine doğru yürüdü. Doktor, olanlar karşısındaki mantıksızlığı ve şoku atlatamamıştı ama biyolojik hayatta kalma içgüdüsünün yardımıyla üzerine gelen vampirden – evet, vampir olduğuna yemin edebilirdi – muayenehaneye doğru hızla kaçarak hiç düşünmeden eline geçirdiği gümüş cerrahi bıçağını alarak kendisini savunmak için tekrar kapıya döndü. Tam o esnada vampir yarı atlar yarı uçar bir hareket yaparak bir sıçramada doktorun üzerine çullanıp onu yere düşürdü. Uzun dişlerini çıkarıp doktorun boğazına bastırmak üzereyken, doktor gümüş bıçağı yaratığın kalbine sapladı.

* * *

Vampir, rüyasından uyandı.

Gün kararmaya başladığında, yaşadığı mağarasından dışarıya yarasa şeklinde çıkarken, davetsiz bir misafirin üstüne düşmesiyle yaralanmış ve kendinden geçmişti. Uyandığında hala bu mağaracının yanında yaralı bir halde yattığını gördü. Adam, başını vurup bayılmış olmalıydı ve sırtındaki bir yaradan kan sızıyordu.

“Şu işe bak! Bu akşam şarap almak için markete gitmek zorunda değilim, evime servis geldi” diyerek adamın sırtından sızan kandan içmek için yaklaştı. Dudaklarını yaraya bastırmak üzereyken adam ani bir hareketle altından çekildi. Kendini toparlamaya çalıştı, sırtı acıyor ve başı ağrıyordu. Yarasalar hakkında araştırma yapmak için geldiği mağaranın zemini çökmüş ve aşağı kotlardaki boşluklardan birisine dengesizce düşmüştü. Kendine geldiğinde birisinin üzerine doğru geldiğini görmüş ve ani bir hareketle bir miktar uzaklaşmıştı. Yerden kalkan vampir ani bir sıçramayla üzerine atıldı. Adam daha neler olduğunu idrak edemeden boynunda önce soğuk bir batma, ardından annesinin memesinden bir çocuğun süt emmesine benzer bir ses duydu.

* * *

Adam, rüyasından uyandı.

Yakıcı bir güneşin altında, etrafında göz alabildiğince uzanan bir çöldeydi ve buraya nasıl ve neden geldiğini bilmiyordu. Yanında bir sırt çantası vardı. Hiçbir şey hatırlamıyordu. Bir kâbus görmüştü ama ne olduğunu hatırlamıyordu.

* * *

Yazar, rüyasından uyandı.  Ne kâbustu ama! Yarı oturur, yarı yatar bir vaziyette uyuyakaldığı yatakta doğrularak, uykuya dalmadan önce okuyor olduğu Bram Stoker’ın “Drakula” kitabını düştüğü yerden kaldırarak yatağın yanındaki sehpasına koydu ve tekrar uyumak için yatağa uzandı. Sehpanın üzerinde son zamanlarda okuduğu diğer kitaplar da vardı: Jose Saramago – “Mağara”, Le Clezio – “Çöl”, Thomas Mann – “Doktor Faustus”.

Serkan Kaya

1981 Eskişehir doğumlu. İlk ve orta eğitimini Eskişehir’de tamamladı. 2000 yılında kurulan metal müzik grubu Black Omen’da gitarist ve söz yazarı. Grupla 1 demo ve 3 albüm yayınladı. 2007-2013 arası Eskişehir Adımlar Kitabevi’nde satış ve personel sorumlusu olarak çalıştı. Bir yandan devam ettirdiği Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Maden Mühendisliği Bölümünden 2011 yılında mezın oldu. 2013’den beri Trabzon’da, Karadeniz Teknik Üniversitesi Maden Mühendisliği Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak çalışıyor ve aynı bölümde 2016 yılında Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. Halen, aynı bölümde doktora yapıyor.

Yarasa” için 8 Yorum Var

  1. Merhaba. Spoiler vermek istemiyorum. İç içe geçmeler, yapılan atlamalar, her defasında acaba sırada ne var dedirten bir öykü olmuş. Kurguyu iyi oturmuşsun. İlk atlama klişe gibi duruyor. Ama devamı ilgiyi daha da arttırmış. Eline sağlık.

  2. Merhabalar ve hoş geldiniz seçkiye. Sonunda acaba vampir gelir de dişleyiverir mi yazarın boynunu dedim. Bunu dedirten Sayın Umut’un da dediği gibi iç içe geçik kurgunuzdu. Güzel bir öyküydü, ellerinize sağlık. Gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.

    1. Merhaba, hoşbulduk. Size de teşekkür ederim okuduğunuz ve fikirlerinizi paylaştığınız için. Görüşmek dileğiyle.

  3. Uzun cümle kurmak hem zor hem de yer yer kaçınılması gereken bir şeydir. “Hayvanı yanına al, montunun belini sıkan ipi çek çıkart onu sırtındaki çantaya bağlay sabitlemiş ve duvardaki çıkıntıları kullan, başının hizasından en fazla 1 metre yukarıda bulunan düştüğü yarıktan geri çık yoluna devam etmişti.” Cümlede işareti muhafazasına aldığım ekler aynı zamanda “ve” anlamını da karşılayan bağlaçlardır. Cümlede bu kadar bağlacın ard arda sıralanması hem okumayı güçleştirir hem de anlamayı zorlaştırır. Şahsi görüşüm, bu cümlelerin bölünmesi ve yeniden yapılandırılması gerektiği yönünde.

    Bundan başka ne mi var? Muzip bir zeka görüyorum efendim. İçinizdeki yaratıcılık, öykünün belirli bir bölümüne zerk edilmemiş; adeta usta bir aşçı gibi her şeyi lezzetlendirecek şekilde kararında ve tutumlu bir şekilde serpiştirilmiş. Elinize sağlık.

    1. Merhaba. Okuyup yorumladığınız için teşekkürler. “ve”lerin, öykünün akıcılığını olumsuz etkilediğini farketmemi sağladınız, katılıyorum. Eleştirileriniz, iltifatlarınız için tekrar teşekkür ederim.

      1. İp ve erek ekleri için yazmıştım onları ama farklı bir tırnak işaretine alınca mesajdan onları düşmüş.

Osman Eliuz için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *