Öykü

Yaşayacak İhtiyar

Yaşamın kıyısına gelmiş biriyim ben. İsmimin bir önemi yok. Sizin gibi biriyim ya da ileride olabileceğiniz biri gibi. Yaşadığını zanneden ancak sadece nefes alıp vermiş biri. Güzellikleri kaçırmış, hata yapmaktan korkmuş, daha çok paranın daha çok mutluluk getireceğine inanmış biriyim.

Yaşamanın nasıl bir şey olduğunu çok geç fark ettim. Fark ettiğimde akıp geçmiş bir 72 yıl ve en koyu teli bile gri olan saçlara sahiptim, tabi dökülmemiş olanların en koyusu. Yıllarca boynuma pahalı kravatlar taktım, nefes almamı kısıtlayan bir ilmek haline geldiğini fark etmeden. Varlığı yokluğu belli olmayan ipek takım elbiseler giydim, kısa bir şortun rahatlığına sahip olmadan.

En sonunda yaşamadıklarım geldi aklıma. Yaşayamadıklarım değil, yaşamadıklarım. Çünkü insanın avcunun içindedir hayat. Kader, kısmet ya da şans derler ama değildir, insan yaşar, insan yön verir hayata. Herkes kendi şansını yaratır bir yerde. Kendi hayatını kendisi yaratır insan, cehennemi de insan seçer cenneti de.

Yapmadıklarımı yapma isteği 72 yaşında geldi aklıma. Kırışmış bir deri, dökülüp beyazlamış saçlar ve diriliğini kaybetmiş bir vücut, daha fazla ihtişam istemiş birinin ödediği bedellerdi bunlar. Peki sonucu neydi? Bu bedellerin karşılığı neydi? Sadece hatrı sayılır bir servet, benden sonrakiler hayatı gerçekten yaşasın diye. Peki ya ben ne yaptım, ne yaşadım? Koca bir hiç. Güzel kitaplar okumak yerine gerekli olanları okudum, hızlı otomobillere binmek yerine saygınlarına bindim, koşmak yerine yürüdüm, heyecan duymadım ya da zevk almadım sadece hırslandım, daha fazlası çok daha fazlası için hırslandım.

Şimdi 73 yaşındayım ve hayatımın 72 yılında yapmadıklarımı yapıyorum. Rafting yapıyorum, futbol oynuyorum, amaçsız seyahatlere çıkıyorum, çizgi roman okuyorum. Yapmak istediklerim ama yapmadıklarımı yapıyorum.

Şu an uçakta üzerimde paraşüt kıyafetleriyle oturmamın tek sebebi daha önce yapmamış olmam, daha önce bu hissi yaşamamış olmam. Gerçi normalin 3 katı fazla para ödemeseydim benim yaşımdaki bir ihtiyarı paraşütle atlatmazlardı ama olsun. Eğer öleceksem birgün, o günü yaşamış olarak öleceğim. Buna karar vereli uzun zaman oldu.

Uçak kalkmadan önce bir sürü belge imzalamak zorunda kaldım. Benim yaşımdaki birinin büyük bir olasılıkla havada ölme riski var sonuçta ama ben bu gün ölmeyeceğimi biliyorum çünkü daha yaşamam gerekenler var.

Sallanan ve paraşütten daha tehlikeli duran küçük uçak kalktığında yanımda oturan yirmili yaşlardaki kız titremeye ve ağlamaya başladı. Atlama zamanı yaklaştıkça daha çok ağlıyordu. Yanındaki iri yapılı genç onu teselli etmeye çalışıyordu sürekli, “Sadece gözünü kapa ve atla Merve. Bak, hepimiz buradayız. Eğitmenler bize yakın olacak.”Kız ise sadece ağlayarak kafasını sallıyordu.

Genç çocuk en son beni göstererek “Bak amca bile atlıyor, sen mi yapamayacaksın?” dedi.

“Bile” lafı biraz canımı sıktı ama onlar da haklı tabi yetmişli yaşlarda bir adamın yapacağı şey mi bu? Ama yapacağım, yapmadığım her şeyi yapacağım.

Kızın korkusunu arkadaşı anlamıyordu ama ben anlıyordum. Kız yüksekten ya da paraşütten korkmuyordu. Korkusunun temeli ölümdü, ölmekten korkuyordu, en güzel zamanlarında tatlı hayata veda etmekten. Her ne kadar “bile” dese de ben o genç çocuktan daha cesurdum bu konuda çünkü ölmekten korkmuyordum, artık korkmuyordum. Hayatının sonlarına gelmiş biri için ölüm sadece yaşanması gereken bir şey haline geliyordu. Korkmak yerine bekliyordu sadece insan. Birgün olacak ve ben o gün yaşamış olacağım, yaşamadıklarımı.

Paraşüt eğitmeni Emre yanıma geldi. En fazla otuzlarının ortasındaydı. Yüzü hala diriydi, hala gençti. Yanımdaki boş yere oturdu ve uçağın pervane seslerini bastıracak şekilde bağırarak “Bey amca istersen bırakabilirsin, paranı da geri veririm. Çok riskli senin için. “ dedi. Hayatımı mı önemsiyordu yoksa başına iş almaktan mı korkuyordu karar veremedim. Muhtemelen ikincisiydi.

Ben de olağanca gücümle bağırarak (benim olağanca gücüm onun sarf ettiğinin yarısından bile azdı, bu yaşlarda ses tellerinde çok fazla güç kalmıyor) “Hayır evlat, bugün atlayacağım ama sen yine de yakınımda ol, ölürsem falan cesedimi tek parça aşağıya indir” dedim yapma porselen dişlerimi gösteren bir sırıtışla.

“Pekala bey amca sen nasıl istersen, ama bekle en son benimle birlikte atlayacaksın” dedi ve üzerimdeki ekipmanları kontrol etti.

Atlama zamanı geldiğinde yanımdaki kız atlamaktan vazgeçtiğini açıkladı. Artık arkadaşı bile onu ikna etmeyi bırakmıştı. Herkes kendisini atlamanın heyecanına kaptırmıştı.

Herkes sırayla atladıktan sonra Emre yanıma geldi ve beni kaldırdı(daha çok kalkmama yardımcı oldu). Birlikte atlama kapısına doğru gittik. Emre yine bağırarak “Hazır olduğunda atla, ben de hemen arkandayım” dedi. Uçaktan aşağıya bakınca bir anda mest oldum, dünya gerçekten ayaklarımın altındaydı, gerçekten çok büyüktü. Normal uçak yolcuğundaki camdan aşağıya bakmaktan çok farklıydı. Rüzgarı hissetmek, boşlukla aranda hiçbir şey olmadığını bilmek daha farklı hissettiriyordu.

Bir an kalan kısacık hayatım için korku duymadım diyemem ama sadece bir an için. Korkunun tüm benliğime yayılmasına fırsat vermeden kendimi boşluğa doğru bıraktım yani dünyaya doğru.

Eğitmenlerin bana anlattığı gibi belirli bir süre sonra ellerimi ve ayaklarımı yanlara açtım, bu sırada arkama baktım. Emre gerçekten oradaydı, bu beni bir nebze rahatlattı çünkü kalbim son yıllarda hatırlamadığım kadar hızlı atıyordu. İnanır mısınız bilmem ama o an kalp krizi riskimi gözden geçirdim ama bayılmadım ya da ölmedim, sonsuz gibi gelen boşlukta dünyaya doğru düşüyordum ve tam o an fark ettim.

Dünya gerçekten çok büyüktü ve biz insanlar her şeye rağmen uzaya kadar çıkardığımız egolarımıza, dağlar kadar biriktirdiğimiz para yığınlarına, ekip sürebildiğimiz binlerce dönüm araziye rağmen dünyanın heybeti karşısında bir hiçtik. Bu kadar yüksekteyken kimin zengin ya da kimin fakir olduğunu seçemiyordunuz. Sanki dünya herkesi küçümsüyor, gözümün görebildiği her yerde biz insanları yok sayıyordu. Gözümle görebildiğimden daha fazlasının olduğunu bilmek beni korkuttu. Çünkü yeryüzündeyken dünyanın bu kadar da heybetli olduğunu fark edemiyordum.

Hepsine sahip olmak istediğim genç zamanlarımı anımsadım düşerken. Dünyanın hepsine hükmetmek istediğim, her şeyin ellerimin içinde olmasını istediğim zamanları. Ne kadar da küstahça bir hayaldi. Gençliğime güldüm, acıdım ve üzüldüm.

Paraşüt iplerini çekme zamanımın geldiğini fark etmem benden önce atlayanların paraşütlerini görmemle nedense aynı zamana denk geldi ve ben de iplere asıldım. En kötüsü de buydu zira bir anda fren yapan bir arabada öne savrulmak gibi paraşütün içini dolduran rüzgar anında tepki vererek beni yavaşlattı. Aniden yavaşlamanın etkisiyle bir iki kaburgamı kırmış olabilirim zira normal olamayacak kadar çok canım acıdı ama yaşamanın verdiği his hepsini unutturuyordu.

Kendime, daha doğrusu gençliğime veryansın ettim. Neden bunu daha önce yapmamıştım? Neden daha önce yaşamamıştım? Yetmiş ikinci yaş günümden beri yaptığım her şeye böyle tepki veriyordum. Yaşamanın tadını almak, yapmadığım zamanlara nefret kusmama neden oluyordu. Çünkü biliyordum ki kırk yıl önce bunları yapsaydım daha çok yaşıyor hissedecektim. Yaşamaya çok geç kalmıştım, biliyordum.

Dünya ayaklarımın altında yavaş yavaş netleşiyor ve ben dünyanın üzerinde kapladığım o küçük, çok küçük noktaya doğru süzülüyordum. Dünya büyüklüğü altında birazdan beni de ezecekti ve yine kocaman dünyanın içindeki “hiç”lerden biri olacaktım.

Hayatın anlamsız koşuşturmasındaki o sıradan insanlardan biri gibi gözükecektim dünyanın gözünde. Tam o an haykırmak, ses tellerim el verdiğince bağırmak istedim.

“Ben onlardan biri değilim, artık yaşıyorum”

Ne yazık ki 73 yaşındaki biri cesaret sınırlarını o kadar da zorlayamıyordu.

Dünya bütün heybetiyle ayaklarımın altında büyürken, ben her metrede küçülüyordum. Dünyaya yükseklerden bakmanın verdiği haz yerini yavaş yavaş ezilmişliğe bırakıyordu. Ayaklarımın altındaki yollar şekilleniyor, araziler belirginleşiyor ve ben yine ufalıyordum.

Rüzgarın gücü paraşütü kontrol etmemi zorlaştırıyordu. Rüzgar esiyor ve beni savuruyordu. Hayat da böyle değil miydi zaten, insanları bir yaprak gibi savurmaz mıydı? Ben 72 yıl boyunca savrulmadım, çünkü hayatı yaşamadım.

Ne yazık ki 72 yıl sonra savrulmak çok daha zor hale geliyor. Ağırlaşıyor insan. Düşünceleri ağırlaşıyor, hareketleri ağırlaşıyor ve yaşamaya çalışırken yıpranıyor. Ah, yirmili yaşlarıma geri dönsem de rüzgarın paraşütümü savurduğu gibi hayat da beni savursa.

Paraşütüm ağır ağır, görüş açımı ve ufku küçülterek dünyaya doğru inerken; insanları, arabaları, evleri seçmeye başladım. Anlamsız hayatlar, anlamsız koşuşturmalar 72 yıllık ben gibi anlamsızlar.

Ne kadar bitmesini istemesem de yaşadığımı hissettiğim güzel anın sonuna yaklaşıyordum. Korktum! O anın biteceğini bildiğimden dolayı korktum ve ürperdim.

Dünya büyüdü ve ben yine küçüldüm. Paraşüt zemine yaklaştı. Hızlı ve sert bir inişti ya da yumuşak. Benim için fark etmedi yine dünyadaydım ve yine yaşayamadıklarım vardı.

Bir paraşüt atlayışı bana insanların ne kadar küçük, dünyanın ne kadar büyük ve hayatların ne kadar değerli olduğunu öğretmişti. Ve bu gece uyurken 72 yıl boyunca demediğim ama son bir yıl için her gün tekrar ettiğim cümleyi yine kurdum.

Ben, neredeyse bir asırlık bir adam ,73. yaşımın son aylarında “Bugün de yaşadım.”

Yaşayacak İhtiyar” için 6 Yorum Var

  1. Akıcılığı harika olmuş. Kelime seçimlerin de iyi. Bu sitedeki ikinci öykün, ancak üslubuna bakarak bol bol yazığını tahmin ediyorum.

    Gelelim plağın B yüzüne:

    “Paraşüt eğitmeni Emre yanıma geldi. En fazla otuzlarının ortasındaydı. Yüzü hala diriydi, hala gençti.”
    Burada Emre’yi “Yazar” olarak tanıtmışsın. Öykülerde gereksiz betimleme kullanman okuyucuyu sıkacaktır. Eğer betimlemeyi “Karakter” yaparsa, mesela; içindeki endişeyi unutmak için çevresini inceler ve “Emre otuzlarında olmalıydı, diri cildi bunu gösteriyordu.” diye düşünürse, heyecan sürecektir.

    ” Yanımdaki boş yere oturdu ve uçağın pervane seslerini bastıracak şekilde bağırarak “Bey amca istersen bırakabilirsin, paranı da geri veririm. Çok riskli senin için. “ dedi. Hayatımı mı önemsiyordu yoksa başına iş almaktan mı korkuyordu karar veremedim. Muhtemelen ikincisiydi.
    Ben de olağanca gücümle bağırarak (benim olağanca gücüm onun sarf ettiğinin yarısından bile azdı, bu yaşlarda ses tellerinde çok fazla güç kalmıyor) “Hayır evlat, bugün atlayacağım ama sen yine de yakınımda ol, ölürsem falan cesedimi tek parça aşağıya indir” dedim yapma porselen dişlerimi gösteren bir sırıtışla. ”

    Buradaki diyalog, öykünün kalan kısmına uymamış. Ya imalı bir diyalog kullanırsın:
    Emre gelir, ve kalabalık içinde sadece Beyamca’ya: Herşey yolunda mı, diye sorar.
    Ya da,
    Emre, diğer eğitmen arkadaşlarına Beyamca’yı işaret ederken Beyamca durumu farkeder, ve iç konuşma yaşar.

    “Dünya gerçekten çok büyüktü ve biz insanlar her şeye rağmen uzaya kadar çıkardığımız egolarımıza, dağlar kadar biriktirdiğimiz para yığınlarına, ekip sürebildiğimiz binlerce dönüm araziye rağmen dünyanın heybeti karşısında bir hiçtik. Bu kadar yüksekteyken kimin zengin ya da kimin fakir olduğunu seçemiyordunuz. Sanki dünya herkesi küçümsüyor, gözümün görebildiği her yerde biz insanları yok sayıyordu. Gözümle görebildiğimden daha fazlasının olduğunu bilmek beni korkuttu. Çünkü yeryüzündeyken dünyanın bu kadar da heybetli olduğunu fark edemiyordum.”

    Öykünün vurucu noktası. Eğer en başta, Beyamca’nın uçakta olma nedenini vermezsen, melesa: Öykü, uçak koltuğunda başlarsa, bu paragrafa kadar gizem yaratırsın, okuyucuyu daha da heyecanlatabilirsin. Neden bu yaşlı adam, uçak koltuğunda sorusu okuyucuyu yiyip bitirir. Ve tabii ki sonunda umduğundan daha iyi bir yanıt alır.

    Yazmaya devam.

  2. Anlatımınız çok samimi ve doğal geldi. Zaman zaman kim aynı şeyleri hissetmiyor ki? Sürekli bir şeyleri ertelememiz ve insanlar bizden ne bekliyorsa ona göre bir hedef belirlememiz çok kötü. Bazı şeylerin geri dönüşü yok ama zararın neresinden dönülse kârdır. Hikayeniz genel olarak düşündürücü ve ilgi çekiciydi. Sadece bazı kısımlar kendini tekrar etmiş gibi geldi. Ellerinize sağlık.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *