Öykü

Yıkıntılarda Yitirdiklerimiz

Kitleler hâlinde yürüyen insan kalabalığı, nasıl da şaşırtıcı. Her zamanki gibi, her dönem olduğu gibi…

Neler olacağından ne kadar da habersizler…

Yıl 2020, İzmir, bundan dört yıl önce burada, tam bu meydanda habelerini aldılar büyük ekonomik krizin, ve daha iki yıl önceydi, Avrupa’daki savaşın haberlerini canlı izlerken… ve yine buradayız…

Baykuş’a yeminim var… Karışamam… Olaylara karışamam… Ben sadece izler, ve hatırlarım…

Önce gözlerimle etrafa bakıyorum… Kulaklarım insan konuşmaları duyuyor, burnuma gelen kokulardan bir kısmı iğrenç bir kısmı ise çok güzeller.

Meydan büyüktü, ortasında bir kızın heykeli vardı, ki ben bunun önündeki bankta oturuyordum, LCD ekranlar devasa gökdelenlerin önüne asılmıştı, bunlar borsalar ve büyük bankalardı.

Yanımdan üç kişilik bir aile geçiyor, Can ve Yeliz Kocayiğit ve oğulları Berk… Berk daha henüz iki yaşında, genç bir aile, çocuklarına bugün biraz kızgınlar, nedeni okulda yaptığı bir vukuat sanırsam, Berk düşünüyor ki okula yarın dönecek ve o çocuğa bir kez daha gününü gösterecek, ailesinin dar boğazda olduğunu ve onu okuduğu özel okuldan almak zorunda kalabileceğini farkında değil, elbette, eğer çalışsaydı ve başarılı olsaydı, belki de burs alırdı diye düşünüyor Can Bey… Kızgınlığının bir diğer nedeni midir acaba bu? Oysa, bir kez daha Kocayiğitler yanlış kişiyi suçlarlar, onları Borca sokan oğullarının tembelliği değildir ki.

Sonra oturup ağlayan bir kız görüyorum, henüz on beş yaşında, sevgilisinin onu aldattığını söylüyor ve kavga ediyor yanında oturan erkek arkadaşıyla… Ancak, buna inanmıyor, beynini görüyorum, aklım şaşıyor, sevgi anlayışı bir boşluk adeta, popüler kültür ve halk tarafından, gençlere dayatılmış bir boşluğu yaşıyor… Yanındaki çocuğu sevmiyor bile.

Erkek de aynı onun gibi… Hiç bir fark yok aralarında, tam tersine; ikiside aynı yozlaşmış anlayışa sahip çıkarlar, öyle ki “sevgileri” bir mumun alevi kadar kırılgandır, hatta şu an bile, her ikiside başka birilerini düşünür, akılları kavgada bile değildir kavga ederken, belki de erkek kızı bırakacak, her ikiside arkadaşlarıyla dedikodu edip daha sonra yeniden “çıkmaya” başlayacaktır… Ne acı, bunu farkında değiller ama biliyorlar aynı zamanda.

Ve bir kız daha var, hem erkekten hem kızdan farklı, adını göremiyorum… Beyni ise bulanık… bu bir zeka göstergesidir, bir kırılganlık var yüzünde… gerçek bir kırılganlık. Kontrol dışı yanına gidiyorum vve adını sorarken buluyorum kendimi, neden sonra, aramızda bir güven oluşuyor, bir bankta oturuyoruz ve omzuma uzanıyor. Gariptir yabancıların birbirine duyduğu güven, ailesinin para bulamadığını, babasının ise yatalak olduğunu öğreniyorum; annesi ise, son aşama kanser, gözleri kızarmış ve kollarında morluklar var, ona ne olduğunu tahmin ediyorum, ama önemli değil, eğer ona biraz güven verebilmiş isem ne mutlu.

Gözlerimi kalabalığa döndürüyorum, bir iş adamı sinirle dev LCD ekranlara bakıyor, borsayı takip ediyor, içine bakıyorum zihninin ve bastırmış olduğu korkularını görüyorum, yüksek yerlerde dostları olması beni şaşırtmıyor, kendisiyle ne kadar da gurur duyuyor ve insanları ne kadar da eziyor bakışlarıyla… Kibir süzülüyor her yanından…

Bir evsiz geçiyor daha sonra… Yaşlı bir adam, belki de altmışlı yaşlarında, heyhat ciğerleri onu yarı yolda bırakıyor artık… Ama o sigara içiyor, hâlâ… ve yanından geçtiği insanlar ona sigara uzatmaya devam ediyorlar, bir iyilik sanarak. Ne yapar bu adam hiç düşünmezler mi geceleyin? Bu kadar kolay mıdır vicdanınızı rahatlatmak, bir silah verirsiniz evsize, ki ölsün, bir daha meşgul etmesin sizi?

Bir çok çocukta geçiyor sokaktan, bir çoklarının kalacak bir yuvası yoktur belli ki. Uyuşturucu çok yaygın aralarında, sağlıkları ise oldukça kötü, bir çoğu bu kışı çıkartamayacaklar ne yazık ki… Hoş gerçi… Kışa kadar dayanamayacaklar ki.

İnsanlığı sorgulamaya devam ediyorum, yoldan geçen onca insanın zihnine bakıyorum…

Bir kadın ve kızı var şimdi, alışveriş yapmak için buradalar sanırsam, garip, diye düşünüyorum, bu kız ne alacak? Elbette cevabı görüyorum ve şaşırıyorum, bir insan yüzünün güzelliğini niye gölgelemek ister bir şeyler sürerek? Toplum diyor bir ses içimden, susuyorum…

Öğleden sonra saat üç civarları, köpekler havlama başlıyor, bir çok kişi fark etmiyor, umursamazlar çünkü, en ufak uyarıyı bile umursamıyorlar sanırsam, önemli değil artık gerçi… hiç değil.

Omzuma uzanan kız huzursuzlanıyor, ama bir şekilde bana güveniyor, ve ben hissediyorum derinlerde, onun kurtulması gerektiğini.

Bir erkek geçiyordu yoldan, kendini tanımlama ihtiyacı hisseden, bu yüzden bir sevgili arıyordu, komikti bu, oysa bir insan kendini kolayca tanımlayabilir.

Ve en sonlara doğru, gözlerimi meydanın ortasındaki dev LCD ekrana çeviriyorum, uzmanlar diyordu ki; Türkiye, son yaşanan krizden çıkan sayılı ülkelerden, en ufak bir kıvılcım bile, Türkiye’yi karanlığa sürükleyebilir, bu dünya ekonomisini daha da sarsacaktır.

Hâlâ ekonomi idi dertleri… ama yakında önemli olmayacaktı.

Dünya’nın çivisi yerinden çıkmıştı, insanlar güçsüzleşmişti adeta, önemli olan şeyleri unutmuşlardı… Ve elbette, toplumdaki hoşnutsuzluk doğayı etkileyecekti…

Kıza fısıldadım “Gözlerini kapat ve bana sımsıkı sarıl”, bana güvenmiş olsa gerek ki dediğimi yaptı.

Bir saniye geçti ve sonra…

Tam altmış bir saniye sürdü. Ayaklarımızın altındaki yer şiddetle sarsıldı, heykel çatladı ve yıkıldı, LCD ekran çatladı ve altındakileri ezecek şekilde yere düştü. Devasa gökdelenler şiddetle çöktüler ve her yerde yangınlar başladı.

Tarihe Büyük İzmir Depremi olarak geçen olay, Richter ölçeğine göre sekizlik bir depremdi, şansımıza artçı deprem sayısı sıfırdı… ne Türkiye ne de Dünya bu olayı unutabilecekti…

Biz yıkımdan etkilenmedik, ancak o gün on binlerce kişi öldü, hayalleri yarım kalmış, on binlerce kişi, bazısı yaşlı, bazısı genç, bazısı ise henüz daha bebek…

Ve o gün, orada gördüklerimden sonra depremin asıl anlamını anlayacaktım. Deprem sadece bir felaket değildi, insanların hayallerini elinden kopartıp kaçıran bir cellatı, ölüm meleğiydi ve her an gelebilirdi… Dostlarımız, Ailemiz ve Hayallerimiz ise… Yıkıntılarda Yitirdiklerimizdi…

Kız omzumda uyuya kalmıştı, onu yavaşça, çevrede yıkılmamış olan tek şey olan bankımızın üzerine yatırıp ayağa kalktım.

Ve çığlıklar arasında ben, Hatırlayan, oradan uzaklaştım.

Yıkıntılarda Yitirdiklerimiz” için 3 Yorum Var

  1. Öyküyü yoldayken ve incelemek için çok uygunsuz bir ortamda, şimdiden bambaşka bir zamanda okumuştum. Notlarım geçmişe ait, kabataslak ve açıkçası biraz kabaca. Hepsi için özür dilerim. Bol bol düşe sarınalım.

    Giriş kısmındaki döngüselliği çok hoş bir şekilde vermişsin. Tekrarlamaların gücünü ve tarih içinde bıraktıkları zincirleme kazanın yığınlarını hissettiriyor. Rüzgarı engelleyecek kadar büyükler.
    Fakat, bir konu dikkatimi çekti. “Ara cümle” olarak kullanmadığın yerlerde bile “ve” bağlacından önce pekala bağlaç anlamında yorumlanabilecek bir virgül eklemişsin birkaç yerde. Anlatımı daha “anlatımlı” hissettirmek için mi böyle yaptın? Dil kuralları konusunda sıkıntı çıkarttığını tahmin ediyorum ama hikayeye bir anlatım aroması kattığını da hissediyorum.

    “Kulaklarım insan konuşmaları duyuyor, burnuma gelen kokulardan bir kısmı iğrenç bir kısmı ise çok güzeller.” Hımm. Yazarın anlatım tercihlerine pek katılmak istemem ama burasıyla ilgili fikrimi belirtmek istedim.
    İlk virgülü, virgül öncesindeki kısmın açımlamasını yapacağına yönelik bir noktalı virgül ile değiştirip “iğrenç” kelimesinden sonra, başlangıçta bahsettiğim o konuşkan anlatıcı hissiyatını kuvvetlendirmek için, bir virgül kullanabilirsin. Sanırım böylesi dilsel kurallar açısından da daha uygun olurdu. Elbette böylesi bir tercih “konuşmaların içeriklerindeki şeylerin kokusu” hakkında bir şeyler söylediğini düşündürtürdü ki cümlenin bazı yerlerini buna göre değiştirmen gerekebilirdi.
    Gerçek anlamdaki kokular kastediliyorsa orada, anlatımın “kokuların” kelimesini kullanman daha doğru olur sanırım. Yanlış ek kullanılmış gibi görülüyor.

    Şu anda çıkan bir durumdan dolayı öykün hakkındaki yorumumu kabataslak şekilde devam ettirmek durumundayım. Kusura bakma.

    Uzun süredir orada gözlem yapıyor olma hissiyatını kuvvetlendirmek için anlatımda kullanılan zamanı deştirmek çok köklü ve sevilesi bir tekniktir fakat meydanın kısacık betimlendiği kısıma geçiş ve oradan çıkış çok ani, keskin olmuş gibi. Sanki, öyküyü anlatan bu aynanın kırık parçaları varmış da hepsi kusursuzca yerleştirildiği halde o yanlış yere oturtulmuş gibi…

    Pek çok paragrafta virgüllerin yerleşimi sıradanın dışarısına taşmış durumda. Anlatıcının konuşarak anlatmakta olduğu hissiyatını güçlendirmek için güzel. Evet ama… Biraz fazla olmuş gibi hissettim. Sanki, orada barınan koca zihni değil de havada uçuşan anlık dedikoduları dinliyorum. Alelacele yazmaya çalıştığım için biraz saldırgan ve kırıcı yazdıysam bu eleştirimi, özür dilerim. Yine de, benim henüz göremediğim bir anlatım tekniği için böylesi bir virgül yoğunluğunu tercih ettiğine inanmayı tercih ediyorum.

    Meydandaki karakterlerin zihinlerini teker teker anlattığın kısımlarda karakterlerin fiziksel durumları dışındaki şeylere, tanışıklıklara da değinmen orada uzuun yıllardır beklemekte olan bir gözlemci olduğumu hissettirdi bana. Hoş bir tercih olmuş. Yine de, anlatıcının yargılayış şeklinin onun oradaki kadimliğinin pencereden sarkarak ithamlarda bulunan “kocamış teyze” lere benzemesini sağladığını da söylemeliyim. Bir anlamda hoş, öykünün devamındaki bağlamına göre güç kazanabilecek tarzda. Bakalım, okumaya devam ediyorum:)

    Virgül kullanımıyla ilgili durumdan dolayı başka yerlerde de olup olmadığına dikkat edemedim ama “Bir çok çocukta geçiyor sokaktan” cümlesinde minicik bir yazım yanlışı var. Belirtmek istedim. “Çocuk da geçiyor” olmalıydı galiba?

    Kendisini tanımlama ihtiyacı hisseden o erkekle ilgili kısımdaki anlatımda zaman değişmiş yine… Yukarıda da bahsettiğime benzer bir durum olmuş bence.
    Evet, bir şeylerin olmaya “o-an” başladığında hafifçe, milisaniyelerde geriye gidip benzer bir anlatım tekniği benimsenebilirdi ama bence burada o kadar yanlış kaçmış ki… Acelemden anlatamayacağım maalesef.

    Öykünde pencereden bakan o teyzenin kurabiye eşliğinde hediye ettiği sohbeti hissettim. Birçok yerin daha da ayrıntılandırılabileceği ve belki de sözler üzerine tartışmaların başlayabileceği, alelacele biten bir öykü oldu benim için.
    “Hatırlayan” mitosunun da öykü içerisinde daha güçlüde yer almasını dilerdim. Bu haliyle(özellikle hayata dair tespitlerin kısacık kesilmesiyle) birbirine yapıştırılmış, renkli ayna camları gibi hissettirebildi kendisini sadece.
    Gelecek için, iyi çalışmalar dilerim.

    1. Çok teşekkür ederim incelemeniz için, bu konulara dikkat edeceğim bu günden sonra, teşşekkürler.

Ege Emir Özkan için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *